“Her Türk diktatör doğar!”

YORUM | VEYSEL AYHAN

(Nübüvvet ve Devlet Yazıları- 14)

Önceki yazıda Kur’an bir siyasi sistem önermediği “adalet”, “meşveret” ve “ehliyet’e işaret ettiğini ifade etmiş, adalet üzerinde durmuştuk. 

İkinci önemli kelime “Meşveret” yani “İstişare.”

Kendi düşüncelerini daima doğru zannetmek, kendi aklıyla her problemi çözebileceğini düşünmek bir yönetici hastalığıdır. Monarşilerin hâkim olduğu bir tarih döneminde Kur’an’ın istişare tavsiyesi ve emri oldukça dikkat çekicidir. 

Bizim ülkemizde “Her Türk asker doğar.” yaygın bir söylemdir. Ama “Her Türk diktatör doğar!” desek bence doğruya daha yakın bir söz söylemiş oluruz. Bizde maalesef koltuğa oturuncaya kadar, koltuk sağlamlaşıncaya kadar herkes demokrattır ve istişareye, aksi görüşlere açıktır. Ama koltuğa oturunca demokrasi biter, istişare rafa kalkar! 

Bu sâri illet çok su götürür, konumuza dönelim.

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

2- İSTİŞARE-MEŞVERET-ŞURA

Şûrâ Sûresi, 38: “Onlar (öyle kimselerdir) ki, Rabblerinin çağrısına icabet eder ve namazı dosdoğru kılarlar; onların işleri kendi aralarında istişare iledir…”

ALTIN ÖRNEK

Uhud Savaşından bir gün önce cuma gecesi Allah Rasul’ü (sas) bir rüya görmüştü. Bunu Uhud savaşı ile ilgili istişare meclisinde şöyle anlatmıştı: “Ben kendimi sağlam bir zırh içinde gördüm. Kılıcımın ağzında, bir gediğin açıldığını gördüm. Boğazlanmış bir sığır, arkasından da bir koç gördüm.”

Sonra şöyle tabir buyurur:

“Sağlam zırh giymek Medine’ye, Medine’de kalmaya işarettir. Kılıcımın ağzında bir gediğin açılmasını görmüş olmam, bir zarara uğrayacağıma işarettir. Boğazlanmış sığır, ashabımdan bir kısmının şehid edileceğine işarettir. Onun arkasından bir koçun getirilmesine gelince, o askeri bir birliğe işarettir ki inşallah Allah onları öldürecektir.”

Allah Rasul’ünün (sas) kanâati, gördüğü rüyânın da işaretiyle savunma savaşı idi. Ama ashabın çoğunluğu, özellikle gençler “şehrin dışında harp edelim” diyordu. 

Allah Rasul’ünün önünde iki seçenek vardı. Ya doğru olduğuna inandığı ve rüyasında gördüğü işaretin gereğini yapacaktı. Veya çoğunluğun tercihine riayet edecekti. Nübüvvetin bir cüz’ü de olsa rüya ile amel etmedi. Ekseriyetin fikrini kabul etti. Bu, aynı zamanda insanlığın henüz pek aşina olmadığı demokratik bir tercihti. Monarkların, kralların, kayserlerin hükümdarlık yaptıkları o günün dünyası için yeni bir şeydi.

İstişare sonrasında bazı sahabeler pişman oldu: “Yâ Rasûlallah! Senin hoşlanmadığın şeyi biz istemeyiz. Eğer Medine’de kalmak istiyorsan kalalım! Sana aykırı hareket edemeyiz.”

Fakat Allah Rasul’ü istişareye riayet etti. Kararı değiştirmedi.

İkinci karar okçular tepesiyle ilgiliydi. 

Savaşla alakalı görüşme devam etmiş Hz. Peygamber (sas) okçulara “Bizim vücutlarımızı kartallar kaldırsa, benden emir gelmeden yerinizden ayrılmayın!” demişti.  

Ama okçular bu karara uymamıştı.

Sonuç olarak savaş şehrin dışında yapıldı. Savaşın ilk kısmında düşman ordusu bozguna uğradı ve dağıldı. Okçular tepeyi terk edene kadar sadece “1” şehit verilmişti. Yani tepeye konuşlanmış okçular Peygamberimizin kararına, emrine mutlak riayet etseydi tek şehitle muazzam bir savaş kazanılmış olacaktı.

Okçuların yerinden ayrılması her şeyi değiştirdi. O gün için Müşriklerin kumandanlarından Halit bin Velid bu zafiyeti fark etmiş, oradan saldırıya geçti. Üstünlük müşriklere geçti. 

Allah Rasulü’nün (sas) dişi kırıldı, miğferinin halkası yüzüne battı. O ana kadar tek şehit varken yetmiş sahabi daha şehit oldu; yüz yetmiş veya iki yüz sahabi de yaralandı. 

O gün ayet inmese, hadise öylece kalsaydı ister istemez “yöneticinin” inandığını yapması, istişarenin şart olmadığı gibi bir hüküm insanlar tarafından hüsnü kabul görebilirdi. 

Ama öyle olmadı. Şu ayet nazil oldu:

“Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, (Ki öyle değilsin.) çevrenden dağılır giderlerdi. Öyle ise onların kusurlarını affet; onlar için mağfiret dile. Yapacağın işleri onlarla istişare et, karar verince de artık Allah’a dayan; çünkü Allah Kendine güvenip dayananları sever.”  (Âl-i İmrân Sûresi, 3/159)

Ölçülü ve en kapsamlı değerlendirme şöyle:

“Allah Rasul’ü, Uhud yolunda karşılaştığı zımnî muhalefetlerden biriyle karşı karşıya bulunuyordu. Şimdi, eğer O’nun yerinde böyle üst üste muhalefetlerle karşılaşan bir başkası olsaydı, bunca zarar ve zâyiattan sonra onları da, onların düşüncelerini de elinin tersiyle iter ve ‘Gidin Allah’tan bulun!’ derdi. Ama O, öyle yapmadı; arkadaşlarının sebebiyet verdiği ve hasımlarının gerçekleştirdiği en amansız tecavüzlerle yüzü-gözü kanlar içinde, bir sürü şehidin paramparça cesetleri karşısında ve arkadaşlarından bazılarının kendi başlarının derdine düştükleri, hatta bazılarının da ‘Medine’ yolunu tuttuğu hengâmda, O suçlu-suçsuz etrafında kümelenen insanlara, hiçbir şey olmamış gibi, Allah’ın: ‘Bu iş husûsunda onlarla istişâre et!’ âyetini onlara okuyor ve oturup yeniden onlarla meşverette bulunuyordu. Sadece meşveret etmekle de kalmıyor, onları bağışlaması lâzım geldiğini ve onlar hakkında istiğfar emri aldığını da onlara duyuruyordu.” (Ruhumuzun Heykelini Dikerken-1, Şura)

İstişare bir yanıyla seçim de demektir. Çoğunluğun tercihini ihtiyar etmektir.

“Hz. Peygamber, Medinelilerden biat aldıktan sonra “seçim” talebinde bulunmaktadır. Her bir grup kendi içlerinden bir kişiyi (nakib) seçmektedir. Seçilen kişi seçmen kitlesini, topluluğu temsil edecektir. Şu halde kendi başına biat bir yönetimin meşruiyetinin garantisi değildir, biatın seçimle desteklenmesi lazımdır. Akabe’de biat alan Nebi sıfatıyla Hz. Muhammed olduğundan önce biat, sonra seçim sıralanmıştır; diğer bütün yönetim ilişkileri belirlendiğinde önce seçim, sonra biatın gelmesi lazım. Yani seçimsiz biat, yönetimi meşru kılmaya yetmez. Muaviye’den başlamak üzere tarihi İslami yönetimlerin tamamı seçimsiz biatla yetinmişlerdir.” (Medine Sözleşmesi)

“İslam’ın ilk döneminde dört halife seçimle başa geldi, iyi kötü seçim vardı fakat iktidar kılıçla el değiştirdi, üç halife suikasta uğrayarak öldürüldü. İslam tarihinde hiçbir zaman seçim olmadı. Ebu Hanife söyler, ‘ümmetin tamamı biat etmiş olsa dahi halife seçimle iş başına gelmediği müddetçe gayri meşrudur’. Batı bunu getirdi, bunu kabullenmek lazım.”(alibulac.net; Hemhal.org)

…Ebu Bekir ve Ömer gibi şahsiyetler, ilk halifeler oldular. Onlar herhangi bir kabilenin liderleri, temsilcileri olarak seçilmediler. Kabile asabiyeti orada aşıldı. Daha sonra Ensar’la ihtilaflar çıktı, sonra Ebu Bekir’e karşı irtidat olayları (kitlesel olarak dinden dönmeler) başladı, daha doğrusu silahlı muhalif gruplar ortaya çıktı. Fakat bu Hz. Ebu Bekir’in kabilesine karşı değildi. Arapların alışık olmadığı, yönetimin merkezileşmesine karşıydı. Onlar kabile geleneğine alışmışlar. Her kabile kendi içinde özerktir; Ebu Bekir bütün bunları merkezileştirmek istiyor. Bir başkent ilan ediyor, herkes oraya bağlı kalacak, zekât verecek, yasalar yapılacak, onlara iletilecek, buna isyan ettiler. Fakat Muaviye’yle beraber, bu sefer bir haneden yönetimi girdi İslam tarihine, ondan sonra da devam etti. Yani önceki kabile geleneği devam etti. Batı’da da böyleydi, hanedanlar vardı. Batı’da krallar, mutlakiyetçi idareler, önce kiliseye karşı büyük bir mücadele verdiler. (alibulac.net; Hemhal.org)

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Şura yazısı bu konuya ayrılmıştır. Ekseriyet vurgusu bu yazıda da vardır:

“Meşverette her zaman icmâ olmayabilir; herkesin görüşünün tek bir noktada toplanmadığı durumlarda, ekseriyetin düşünce ve kanaatine göre amel edilir. Zira Sahib-i Şeriat’a göre ekseriyet icmâ hükmündedir.”

Yazının başlığını niçin “Her Türk diktatör doğar!” koydum? 

Milletimizin istişareye kapalılığı; fırsatını bulur bulmaz “dediğim dedik” bir psikolojiye bürünmesi; en küçük kurumda bile bir “dikte” makamı icat edebilme yeteneği(!) bu provokatif başlığı tercih ettirdi. 

Sözün orijinali “Her Türk asker doğar”. O da doğru!

“Askerler” yani “erler” olmasa kim kime diktatörlük yapabilir ki!

Sonraki yazı: Peygamberden akıllı olmak…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. Aslinda her Türk asker dogmaz, o isin kandirmaca kismi, her Türk er dogar ve Yemen´den, Fizan´a Kore´den Galicya´ya, Idlib´den Libya´ya cepheye sürülür. Türkler diktatör de degil, onlar Türk olmanin bedelini ödüyorlar ve bu bedel imtihanlarla, sorumluluklarla dolu. Bir Kürt, Cerkes veya Alevi magdur oldugu sürece Türk degildir, fakat eger bir cürüm islemisse bu Türkün hanesine yazilir, Türk yapmis gibi olur. Türk kendini daha sorumlu ister, projesini hayati buldugu icin hayata gecirmek icin elinden geleni yapar ve hatalar da yapar. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yiyici hükümetler disinda kalan hükümetler, askeri yönetimler hep böyle oldu. Tepemizdeki insanlar birbirinin kurdu olmus ve bizleri de hizla asimile ediyorlar, birden bire irkci, fanatik, fasist olabiliyoruz. Oldugumuz gibi yönetilecegimize dair bir hadis var evet, fakat ben bu hadisin bize yüzde yüz karsilik geldiginden emin degilim. Koyun oldugumuz icin tepemizdekiler de böyle diyorsaniz evet meseleyi bu sekilde hadis isiginda görebiliriz, ama halk sürekli yukarilarda bi yerlerden doktrine ediliyor, asagidan yukariya giden bi sey yok. Hic kimse bi milletvekilini gitsin de fasistlik yapsin diye secmiyor. Demek ki Türk halkini helak olup duran Israilogullariyla da yüzde yüz bir tutamayiz.

  2. Yazari bu basliktan dolayi kiniyorum, velevki memleketteki turk olmayan iceri sizmis sahte kahramanlari belli etmeye turkluk kimligi altinda zulum yapanlari ortaya cikarmaya calissada. Yazarin basireti baglanmis , bediuzamanin su sozunu ona hatirlatiyorum, `bana zulmedenlerin ( gizli zindika komitecileri ) hic birisi hakiki turk degildi , hakiki turklerde zulmetme damari yoktur`. zulmetme damari olmayan bir toplulugun her ferdi nasil diktator dogabilir. Turklere her saldiriya savunma ile karsilik vermis hakkini teslim etmis, islamin kahraman ordusu olarak turkleri tanimlamis haklari odenmez boyle bir millete kilic cekilmez demis olan bediuzzaman dogruyu hakikati soyluyor. Yazar sonradan temizleyemecegi hatalardan kacinmali, en azindan kendi itibari icin. eger maksadi turklugu kullananarak islama zarar vermeye calisan sahte turkculeri kasdediyorsa bunun yolu bu degil.

  3. Zamana ve şartlara göre değişen olguları doğru değerlendirmek lazım aslında. “Her Türk asker doğar” bugün için ne kadar gerekli? Ama önceki devirlerde zaten sadece Türkler değil, bütün toplumlar bir yönüyle asker olmak zorundaydı. Bugün her Türk eğitimci doğsa keşke. Bilgi çağında dünyaya yön verebilecek kadar bilgili olabilse. İstişarenin ne olduğunu da tam olarak netleştirsek keşke.

  4. Istisaresizlige vurgu yapmak icin diktatorlugun kullanimina isaret etmek istiyor yazar ama , isin ironik yani istisarenin en cok ihtuyac duyuldugu ve dayanisma ile hareket edilmesi gereken sartlar askeri sartlardir, cunku en kucuk hatali karar ve uygulama olumcul sonuclar dogurur. Hatta denebilirki emir ve komuta ile hareket edilmesi istisare kararlarinin harfiyyen uygulanmasi demektir. Sanirim bu sebeple nur muellifi `bu dunya askeri bir misafirhanedir` diye dunya hayatini ozetlemis. Bu sebeple askerlik mesleginin gunumuz despot ve suistimalcileri tarafindan dessas bir sekilde kullanimindan ibaret olan diktatorluk sivil zamanlarda dikta olarak karsimiza cikiyor, milleti hassas tarafindan vuruyor. Yazar bence bunu iyi aciklamali millete tokat atmadan uyarmayi denemeli.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin