Hayır kurumları üzerinden yolsuzluk (1)

YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU

İnsanların belirli bir siyasi örgütlenme etrafında bir araya geldikleri hemen her toplumda küçük büyük bir kısım yolsuzluklar olmuştur, olmaktadır. Zira insanoğlu tabiatı itibarıyla bencil, hırslı ve tamahkardır. Allah Resûlü’nün (s.a.s) ifadeleriyle, kendisine bir vadi dolusu altın verilse, o gözünü ikinci vadiye diker. Topraktan başka onun gözünü hiçbir şey doldurmaz. Bu sebeple çoğu zaman kendi çıkar ve menfaatleri uğruna başkalarının haklarını hiçe sayabilir. Özellikle ahlakî ve manevî değerlerin yozlaştığı, hukukun üstünlüğü ilkesinin yeterince oturmadığı devletlerde bir kısım suiistimallerin yaşanması kaçınılmazdır. 

Yolsuzluk, hemen hemen dünyadaki bütün devletlerin en başta gelen sorunlarından biridir. Günümüzde rüşvet ve yolsuzluğu meşru kabul eden hiçbir devlet yoktur. Bütün devletlerin rüşvet ve yolsuzluk çeşitleriyle ilgili suçları belirlediği ve bunlara uygun cezalar takdir ettiği kanunları vardır. Sadece devletler de değil, yolsuzluk son yıllarda pek çok uluslararası sözleşmelere konu olmuş, yolsuzlukla mücadeleye yönelik uluslararası birçok örgüt kurulmuştur.

Bütün siyasiler, göstermelik de olsa vatandaşlara yolsuzluklarla mücadele etme sözü verir. Kendileri yolsuzluklara bulaşsalar da, bunları halktan gizleme adına oldukça dikkatli davranırlar. Buna rağmen siyasilerin yaptıkları yolsuzluklarla ilgili haberler, skandallar, davalar, cezalar hiç eksik olmaz. Özellikle demokrasinin ve yasaların uygulamada olduğu ülkelerde, yolsuzluklara dair dile getirilen iddialar dahi pek çok siyasiyi görevini terk etmek zorunda bırakıyor.

Türkiye’de de bugüne pek çok siyasinin ismi, hayali ihracat, banka hortumlama, kara para aklama, ihaleye fesat karıştırma, rant kollama gibi birçok yolsuzluk vakasına karışmıştır. Siyasetin nasıl finanse edildiğiyle ilgili spekülasyonlar hiç eksik olmamıştır. İktidarın kendi zenginlerini oluşturması ve kamusal kaynakları yandaşlarına aktarması gibi meseleler sürekli tartışma konusu olmuştur. Yolsuzluk, kayırma ve rüşvet iddialarıyla ilgili çok sayıda meclis araştırma önergesi verilmiş, raporlar hazırlanmış, meclis soruşturmaları yapılmış ve hatta birçok bakan yüce divana gönderilmiştir.

Belki AKP döneminde yapılan yolsuzluklar da öncekilerin bir devamı olarak görülebilir; siyasetin tabiatı ve beşerî realiteler açısından bir yere kadar normal karşılanabilir. Nitekim halkın, yolsuzluk haberleri karşısında “Çalmayan mı var!” şeklindeki tepkileri de bunu gösterir. Ne var ki son dönemdeki yolsuzluklar hem yoğunluk ve büyüklüğü hem de meşrulaştırma çabaları açısından önceki dönemlerden oldukça farklıdır.

Erdoğan’ın, daha İstanbul büyük şehir belediye başkanıyken, verdiği iş ve ihaleler karşılığında işadamlarından aldığı rüşvet ve komisyonlarla kurduğu havuz, iktidara geldikten sonra göle dönüştü. 17-25 Aralık’ta yapılan operasyonlarda bu açıkça görüldü. Nitekim daha kısa bir süre önce CHP başkanı da yolsuzluk ve rüşvet tapelerinin gerçek olduğunu dile getirdi. Fakat AKP’nin yapmış olduğu yolsuzlukların araştırılması ve tespit edilmesi işini hukukçulara ve gazetecilere bırakıp, biz asıl rüşvet ve yolsuzluklarla ilgili verilen fetvalar üzerinde durmak istiyoruz.

Yolsuzluklara dair kaleme aldığımız ilk iki yazımızda onun “humus” adı altında meşrulaştırılmasına, sonraki iki yazımızda ise hırsızlıktan ayrı tutularak yumuşatılmasına itiraz etmiş ve yolsuzluğun İslâm’da nereye oturduğunu ele almaya çalışmıştık. Bu yazıda ise Hayrettin Karaman’ın hayır kurumları üzerinden yolsuzluğa nasıl dinî bir kılıf bulmaya çalıştığını görecek ve onun bu fetvasını dinî açısından tahlil etmeye çalışacağız.

Hayrettin Karaman’ın Fetvaları

Hayrettin Karaman 27 Aralık 2013 tarihinde Yeni Şafak gazetesinde “Rüşvet ve yolsuzluğa fetva verilmez.” başlığıyla bir köşe yazısı kaleme aldı. Bu yazıda öncelikle rüşvete fetva verdiği ve yolsuzlukların üzerini örttüğü şeklindeki söylentilere sert bir üslupla karşı çıktı. Bu tür sözleri “iftira”, “karalama” ve “itibar katli” olarak isimlendirdi. “Zalim” ve “ahlaksız” olarak tanımladığı iddia sahiplerine de ahiret sorumluluğunu hatırlattı.

Daha sonra kendisine gelen bir çok kişinin, “Devletten veya belediyelerden haklı ve meşru olarak ihale alıp istifade ve kâr eden kimseleri, yardımda bulunsunlar diye hayır kurumlarına yönlendirsek bunda bir sakınca var mıdır?” şeklinde bir soru sorduklarını belirtti ve bu tür sorulara verdiği cevabı da şu ifadelerle nakletti: “Hayır işlesin diye teşvik ve sevk ettiğiniz kimseler Müslüman iseler ve siz istemeseniz bu yardımı yapmayacak idiyseler ve/veya bir daha iş ve ihale alamam diye bu yardımı yaparlarsa bundan ecir (sevap) alamazlar. Ama kayıtlı ve şeffaf olmaları şartıyla hayır kurumları bundan istifade edebilirler; çünkü onların bir zorlamaları ve baskıları söz konusu değildir, verenin de baskı altında verdiği bilgisine sahip değillerdir.”

Yukarıdaki yazısından iki gün sonra, “İslam’a hizmet kuruluşlarına bağışlar” başlıklı yazısında şunları dile getiriyordu: “Müslümanların daha hür, daha rahat oldukları bir zamanda hayır kurumlarına ve din hizmetine ait yapılara yapılan yardımların mesele yapılması, bunlara ayrılmış olduğunu ilgililerin onayladıkları ve tanıklık ettikleri meblağlara, ‘mal bulmuş mağribî gibi’ el koymaları, verenleri ve aracılık edenleri sahtekarlık ve hırsızlıkla suçlamaları düşündürücüdür. Toplamada, bir yerde korumada, aktarmada, kayıtta usulsüzlükler olabilir, kimse ‘bunlar oluversin’ demez, ama usul hatası başkadır, hayır ve hizmet sahiplerini bin pişman hale getirecek kötü muamele başkadır. İlgililer bu paraları geri versinler vermesinler, dindar ve hamiyetli halkımız yine de hem Balkan Üniversitesi’nin, hem Osmancık İmam Hatip Okulu’nun, hem de diğer hayır ve din hizmeti yapılarının ihtiyaçlarını ibadet hazzı içinde karşılayacaklar ve bu kervan yürümeye devam edecektir.”

Hayrettin Karaman’ın yukarıdaki sözleri yolsuzluk ve rüşvete fetva verdiği şeklinde yorumlanıp sert eleştirilere muhatap olunca, 17 Ocak 2014’de “Rüşvete fetva verilmez” başlıklı yeni bir yazı daha kaleme aldı ve şunları söyledi: “Devlet ile belediyelerle işi olan kimseler, İslami hassasiyetleri olan yöneticilerin bilgisi dahilinde vakıflara bağışlarda bulunup sonra ‘iş ve ihale almak’ gibi hususlarda bundan yararlanma amacı taşıyabilirler. Bu amaç bilinmedikçe yöneticiyi ve vakfı hatalı görmek doğru olmaz. Niyeti bozuk olan kimselerin durumları anlaşılınca hüküm değişir ve artık onlardan bağış kabul etmemek gerekir. Ama yine de yaptıkları yardıma ıstılahi ve fıkhi manada rüşvet denemez. Servet sahiplerini hayra teşvik etmek ve yönlendirmek de ayıp ve günah değildir, yeter ki bu ilişki kötüye kullanılmasın ve kullanılmaya izin verilmesin.”

Tartışmaların devam etmesi üzerine 9 Şubat 2014’te “Yolsuzluk Üzerine” başlığıyla kaleme aldığı köşe yazısında da şunları söyledi: “İş olmuş bitmiş, işi alan kâr etmiş, işi veren de ona -şahsi menfaati ile hiçbir ilgisi bulunmayan- bir vakfın, derneğin, hayır kurumunun adını vererek oraya yardımda bulunmasını rica etmiş, o şahıs da ya Allah rızası için veya ileride yine iş alma niyetiyle istenen yardımı yapmış. Ricada bulunanın, o kişi layık olmadığı halde ona tekrar -bu yardım sebebiyle- iş verme niyeti de yok. Ben tekrar ediyor ve diyorum ki: Bu yardım rüşvet tarif ve hükmüne girmez. Bunun yolsuzlukla da bir ilgisi yoktur.” 

Karaman, bütün bu yazılarıyla daha önce verdiği fetvanın ardında durmuş oldu ve ısrarlı bir şekilde iş adamlarının, kamu çalışanları tarafından vakıf ve derneklere yönlendirilmesinde dini açıdan bir mahzur bulunmadığını belirtti.

İtiraz ve Tepkiler

Hayrettin Karaman’ın yukarıdaki fetvası uzun süre medyayı meşgul etti. Hakkında pek çok haber yapıldı. Hem İslamcı hem de seküler ve laik çevrelerden birçok isim yazdıkları köşe yazılarıyla Karaman’a tepkilerini dile getirdiler. Fakat bunlar içerisinde özellikle Mümtazer Türköne ve Ali Bulaç’ın eleştirileri önemliydi.

Ali Bulaç’a, göre yukarıdaki fetvada iki sorun vardı: Birincisi tevcih edilen sorunun tamamen şekil ve teknik düzeyde ele alınıp ilgili diğer bağlamların göz ardı edilmesi. İkincisi ise dinin maksatlarına uygun sonuç verip vermediğinin kontrol edilmemesi.

Bulaç, şu ifadeleriyle yukarıdaki fetvanın sebep olabileceği zararlara dikkat çekiyordu: “Belirtmek gerekir ki cari adette işveren durumundaki kamu otoritesinin birilerine bağış telkini yapması ile sıradan insanların -mesela imamların, vaizlerin, hocaların- telkini arasında dağlar kadar fark var. Devlet başkanı, başbakan, bakan, belediye başkanı vs. kamunun itibarını, imkânlarını, avantajını, iş verme cazibesini, gücünü, kaynak dağıtma mekanizmasını temsil eder. İhale peşinde koşan işadamları bilir ki ‘kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez’. Sonuçları itibarıyla kamu görevlisinin yönlendirdiği, hatta yönettiği ‘bağış’ kamunun zararınadır. Bir bağış yapan bunun onlarca katını çıkarır, bu da ülkede yaşayan herkesin cebinden çıkar. Dahası havuz sistemi ile partiler kurulur, haksız rekabet yapılır, sivil cemaat ve dernekler kamuya bağlanır.” (“Havuzun Suyu”, Zaman, 2/12/2014)

Ali Bulaç başka bir yazısında bu tür bağışlara şu dört açıdan karşı çıkmıştır: 

1- Yüzde 10 bağış yapan bir müteahhit bunun birkaç katını çıkarmak ister. Ya malzeme üzerinden maliyeti düşürür veya işi pahalıya satar ki bunun zararı eninde sonunda kamuya çıkar. 

2- Dinî hareketlerin enerjisi Allah rızasına dönük ihlaslı faaliyetleridir. Cemaat, tarikat ve derneklerin dolaylı yollardan da olsa “kamu kaynakları”na bağlanmaları a) Dinamizmlerini sona erdirir, b) Onları farkında olmaksızın kamuya bağlı-bağımlı hale getirir. Bu da bugüne kadar tamamen devletin dışında kendi kendilerine var olan kişilik profillerini “STK (Sivil Toplum Kuruluşu)” olmaktan çıkarır, “SDK (Sivil Devlet Kuruluşu)” yapar.

3) Cemaatlerin sınırlı düzeylerde “kamu”ya bağlanmaları “devlet”in arzu ettiği bir şeydir. Böylelikle bu toplumsal oluşumlar “hükümet dışı, özerk ve gönüllü” vasıfları sona erdiğinden “sarı sendikalar” misali “görüntüleri özerk”  tüzel kişilikleri “yarı resmi hüviyet” kazanmış olurlar.

4) Daha önemlisi devlet suç işletir. Kamudan iş almak bizzarrure “usulsüzlük” yapmayı gerektirir. Zira tayin ve tespit edilen usule harfi harfine riayet edip ihale alıp bitirmek neredeyse imkânsızdır. Devlet bunu kasti yapar. Çünkü suç işleyenin dosyası olur, rafta tutulur, zamanı gelince indirilir. Kamu üzerinden olan “yolsuzluklar”ın çoğu “usulsüzlük” üzerinden olur. Dolayısıyla “Canım, bunda ne var, aptalca hazırlanmış mevzuatın bir miktar dışına çıkıp işimize bakalım” dediğiniz anda “yolsuzluk” yapmış, tuzağa düşmüş olur; dosyanıza zamanı gelince kullanılmak üzere bilgi-belge koydurmuş olursunuz.

Sonunda da şu tespitleri yapıyordu: “1994-2014 derken aradan 20 sene geçti. “Büyük ve hayırlı faaliyetler için büyük malî kaynaklara ihtiyacımız var” fetvasınca kamuya bağlanan cemaatler, dernekler vakıflar ve örgütler, safiyetlerini kaybedip kirlendiler, dinamizmlerini kaybettiler, usulsüzlüklere bulaştılar. Bu arada helal-haram kaynak demeden çeşitli imkânlara sahip oldular, onlara araziler, binalar tahsis edildi, ihaleler verildi; ama STK olmaktan çıktılar SDK oldular. Neticede cemaatlerin, dernek ve vakıfların ne beşerî-sosyal dinamizmleri kaldı, ne entelektüel bir hamle yapabildiler. Sadece büyüdüler, büyüdüler, hormonal olarak şiştiler, obez oldular. İktidar narkozuyla uyuştular.” (“Kamudan cemaatlere bağış”, Zaman, 1/27/2014)

Mümtazer Türköne de 14 ve 16 Ocak 2014 tarihlerinde kaleme aldığı köşe yazılarında, Hayrettin Karaman’ın vermiş olduğu fetvayla ilgili oldukça önemli tahliller yaptı. Bu fetvanın ne anlama geldiğine, etkisinin nerelere kadar uzanacağına ve ne tür sonuçlar doğuracağına dikkat çekti.

Türköne ilk olarak “sevk ve teşvik” gibi görülen hareketin gerçekte bir zorlama olduğunu, Karamana ait olan, “Siz istemeseydiniz bu yardımı yapmayacak idiyseler” ifadesinin de zorlamaya açık bir cevaz verdiğini belirtiyor, sonrasında da şu ifadeleriyle meselenin neticesine dikkat çekiyor: “Bu işin kurumlaştığını düşünün: Karşınıza koskoca bir havuz çıkmaz mı? Söz konusu olan bir rant. Kamu otoritesi ekonomik faaliyetleri ile bir rant alanı oluşturuyor ve siz sevabına bu rantı hayır kuruluşlarına kanalize ediyorsunuz.”

Türköne’nin şu tespitleri ise Karaman’ın fetvasının kapsam alanına işaret ediyor: “Kamunun rant oluşturma kapasitesi çok büyüktür. Sadece kent rantı bile dudak uçuklatan bir meblağa ulaşıyor. Verilen izinler, lisanslar ve yine -kara para aklama gibi- kamu erki kullanılarak oluşturulan kaynaklar politik iktisatta “rant kollama” adı verilen devlet-siyaset eksenli kazanç elde etme çabalarının faaliyet alanını oluşturur. Müteahhitler başta olmak üzere, önemli bir sermaye kesimi sadece bu alandan geçiniyor. Dolayısıyla Hayrettin Karaman Hocamızın fetvası, çok büyük servetlerin el değiştirdiği, uğruna iktidar savaşlarının verildiği devletin bütün alanlarını kapsıyor.”

“Hayrettin Hoca’nın açtığı kapıdan girince karşımıza devletin ekonomik iktidarının hüküm sürdüğü çok geniş bir alan çıkıyor.” diyen Türköne, bir fıkıh aliminin, bu alanı tanımadan muhakeme ve mukayese yürütmemesi gerektiğini hatırlatıyor.

Zahirde iş adamının herhangi bir vakfa bağışı gibi görünen böyle bir işin ucunun Beytülmal’e dokunduğunu ise şöyle açıklıyor: “Kent rantını vergiye bağlayacak bir kanunu çıkartmazsanız, devlet hazinesine girecek parayı yani milletin parasını keyfinizce kullanmış olursunuz. İhaleden alınacak komisyon da, o yatırımın maliyetine eklenir. Bir de muhafaza ettiğiniz bu alan, başkalarına rüşvet ve yolsuzluk imkânı sunuyorsa?”

Türköne’nin şu sözleri ise meselenin sadece rüşvet kavramı etrafında ele alınmasının ne kadar basit ve sığ bir yaklaşım olduğunu gösteriyor: “Kamu gücünü istismar ederek çıkar sağlamak sadece rüşvetten ibaret değil. İltimas, irtikap, zimmet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, dolanlı iflas, resmî ihale ve alımlara fesat karıştırma, vergi kaçakçılığı, hayalî ihracat, gümrük kaçakçılığı gibi suçlar, tıpkı rüşvet gibi devlete ait bir yetkiyi suistimal ederek işlenebilir. Amacınız hayır işlemek olunca, suçun niteliği değişir mi? Doğrudan devlet rantının ülke ekonomisinin hemen hemen yarısını kaplayan geniş alanına adım atmış oluyoruz. Devlet rant yaratıyor ve birileri siyaset üzerinden bu ranta kestirme yollar arıyor. Hoca’nın fetvası tam burada her kapıyı açan bir maymuncuğa dönüşüyor. Devlet rantından bağış yapılabilir mi?”

Türköne’nin rant kollama hakkındaki şu açıklamaları ise Karaman’ın fetvasının yol açabileceği adaletsizlik ve eşitsizliklere dikkat çekiyor: “Devlet iktidarını kullanarak, devlet marifetiyle oluşan bir ekonomik değer üzerinden para kazanma çabasına  “rant kollama” adı verilir. Cep telefonu ve elektrik üretim lisanslarından, barajlarda toplanan suyun bize satılmasına kadar çok geniş bir alandır bu. “Rant kollama”nın aşamaları vardır. Ruhsatlar, izinler, teşvikler, gümrük kotaları ile devlet doğrudan bir ekonomik değer yaratır. Yaratılan bu değerler sonra birilerinin cebine gider. Adil ve eşit rekabet yok ise, iktidara yakın olanlar büyük gelirler elde ederler. Birileri düzenli olarak siyasî ilişkiler üzerinden bu rantları ele geçirir. Siyasetçi bu gücü yozlaştırarak, iktidarını perçinleme yolları bulabilir.”

Türköne yazısının sonunda şu neticeye ulaşıyor: “Doğru olan, kamunun yarattığı rantı vergilendirip hazineye dahil etmek veya eşit rekabet koşulları ile ekonomiye kazandırmaktır. Kısaca bağış için her türlü devlet rantından alınan para, milletin cebine girmesi gereken bir paradır. İhaleyi alan müteahhit de zaten bu bağışı maliyetine eklemektedir. Ucu Beytülmal’e dokunduğuna göre bağış parası “rüşvet” faslına girmektedir.”

Fetvanın Sahadaki Yansımaları

Başbakan, el-Cezire Türk’e yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı: “Yolsuzluk dendiğinde şunu anlarım; devletin kasası soyuluyor mu, soyulmuyor mu? Ayakkabı kutusu içerisinde söylenen olaylar, Halk Bankası’ndan alınan para değildir.” Demek ki Erdoğan’a göre ihale verilen işadamlarından komisyon alınmasında veya onların bağış için vakıf ve derneklere yönlendirilmesinde bir mahzur yoktu. Muhtemelen Reza Zerrab’ı hayırsever iş adamı olarak görmesinin sebebi de buydu. 

Erdoğan, yolsuzluğu sadece “doğrudan devlet kasasından alınan paralara” hasrettiğine göre, demek ki o, kanunlarda suç sayılan birçok yolsuzluk çeşidinde bir mahzur görmüyordu. Devlet kasasından çıkan bir para olmadığı sürece, şahısların ceplerinden çıkan parayla yolsuzluk gerçekleşmeyecekti. Bu paranın usulsüz bir şekilde alınmasının, alınan para karşılığında belirli imtiyazlar sağlanmasının, tavizler verilmesinin de bir önemi yoktu. Aynı şekilde Erdoğan, özel kişilerden alınan bağışların, komisyonların veya rüşvetlerin, netice itibarıyla kamu maliyesine zarar vereceğiyle de ilgilenmiyordu.

Karaman, gerek yolsuzluğun hırsızlıktan farklı olduğunu ifade ederken, gerekse devletten ihale alan işadamlarının hayır kurumlarına yönlendirilmesine fetva verirken oldukça dikkatli ifadeler kullanmaya çalışıyor. Cevaz hükmünü, bir kısım şartlarla, kayıtlarla sınırlıyor. Caiz olan ve olmayan uygulamaların arasını ayırmaya dikkat ediyor. Biz kimsenin niyetini bilemeyiz. Karaman’ın samimiyetini sorgulayacak halimiz de yok. Ne var ki onun, bu fetvasıyla -bilerek veya bilmeyerek- çok büyük rüşvet ve yolsuzluklara kapı araladığında şüphe yok. Bu kapıdan girmek isteyen kimseler, onun dile getirdiği kayıt ve şartlara da dikkat etmeyecektir.

Bugüne kadar rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluk gibi haram yollarla servetlerine servet katan siyasilerin birçoğu, fetvaya ihtiyaç duymamıştır. Rüşvet ve gasp yoluyla elde ettikleri paraların helal olduğunu iddia etmemiştir. Kanunsuz fiillerini “yasal” gösterme adına bir kısım girişimlerde bulunmuş olsalar da, bunlara dinî bir kılıf bulmaya çalışmamışlardır. Buna ihtiyaç da duymamışlardır. Muhtemelen onlar, yapmış oldukları bu tür kanunsuz muamelelerin dinen de caiz olmadığının farkındadırlar. 

Ne var ki sırtını Müslümanlara dayayan, siyasal İslâm’ın mümessili olan, İslâm’ın koruyuculuğuna soyunan ve muhafazakar kimliğiyle bilinen bir parti söz konusu olunca, ortaya konulan politika ve icraatların dinle ilişkilendirilmesi, dine aykırı olan bir kısım muamelelerin de zorlama bazı fetvalarla meşrulaştırılması kaçınılmaz hâle gelmektedir. Aksi takdirde, ne vicdanlarını rahatlatabilirler, ne beraber yürüdükleri yol arkadaşlarını ikna edebilirler, ne de gözlerinin içine bakan tabanlarını arkalarından sürükleyebilirler.

İşte tam bu noktada Hayrettin Karaman gibi isimlerin vermiş oldukları fetvalar, Türköne’nin ifadesiyle yolsuzluk ve rüşvetlerine dinî bir kılıf arayan siyasilerin önüne geniş bir meşruiyet alanı açıyor. Yaptıkları onca yolsuzluğa Diyanet camiası ve ilahiyatçılar tarafından ciddi bir eleştiri getirilmemesi bir yana, yolsuzlukların önünü açan fetvalar verilmesi, onları iyice cesaretlendiriyor.

Bütün bunlara, “din düşmanlarına karşı mücadele verme”, “bugüne kadar ezilen Müslümanların haklarını koruma”, “ne yapıp edip ülkenin başına geçmiş en dindar partiyi ayakta tutma” gibi gerekçeler de eklenince, bir anda dinin muamelata ait bütün hükümleri askıya alınıveriyor. Haramlığında hiç şüphe bulunmayan nice yolsuzluklar, caiz ve mubah olma da bir yana, bir anda “hayır işleme” ve “cihat yapma” vasıtasına dönüşüveriyor. 

Fakat bu öylesine tehlikeli bir düşünce ve öylesine riskli bir yol ki, sadece yolsuzlukları artırmakla kalmıyor, bir süre sonra ortaya yepyeni bir din yorumu da çıkarıveriyor. İslâm, sadece itikat ve ibadetlere indirgeniyor ve her tür harama fetva alınabilen ilkesiz bir din hâline çevriliyor. Müslümanlar da hedeflerine ulaşmak için her yolu meşru gören birer makyavelist, kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen birer oportünist ve söylemleriyle eylemleri birbirine uymayan birer takıyyeci olarak görülüyor. 

Öte yandan aldıkları rüşvet ve komisyonlarla inanılmaz servetler elde eden yöneticiler, bir süre sonra tabiat deformasyonuna uğruyor, güç zehirlenmesi yaşıyorlar. Siyasi güçlerinin artmasına mukabil ekonomik olarak da güçlenmeleri onları daha da zorba ve despot yapıyor. Bir anda yaşayışları değişiyor. Saray beğenmez oluyorlar. Villalar, yatlar, zırhlı arabalar ve özel uçaklarda itibar aramaya başlıyorlar. Her yanlarından şatafat ve gösteriş akıyor. Lüks ve israf onları esir alıyor. Kısaca bu servetlerini “hayır işleme” ve “cihat yapmada” değil; yandaş kazanmada, iktidarlarını tahkim etmede ve lüks hayat yaşamada kullanıyorlar.

Bir sonraki yazımızda Karaman’ın fetvasındaki boşlukları ele almaya ve konuyu dinî açıdan tahlil etmeye devam edeceğiz.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin