‘Hayır’ çıkarsa planınız ne? [Kemal Ay, yazdı]

Doğduğum şehri pek sevemediğim için, eş dost genelde ayıplar beni. Malum, ‘yumurtadan çıkmış, kabuğunu beğenmemiş’ diye bir laf vardır halk arasında. Şimdilerde ise, ‘Acaba doğup büyüdüğüm ve artık insanlarının bana ihtiyacı olmadığını, benim topluma yapabileceğim katkıyı ellerinin tersiyle ittikleri’ bir ülkeyi seviyor muyum, diye soruyorum kendime.

15 Temmuz’dan sonra, toplumdaki ‘uzlaşma’ beni ürkütmüştü açıkçası. Bir toplumun bütün günahlarının ‘uzaydan inmiş’ muamelesi yapılan bir Cemaat’e yüklenmesi karşısında, hayret etmiştim. Nâsıralı Meryem’in kucağında bir bebekle, şehrinin insanları karşısında öylece durduğu ve muhtemelen ne diyeceğini bilememenin sıkıntısıyla, kucağındaki bebeği işaret etmekten başka bir şey yapamadığı hâli iliklerime kadar hissetmiştim.

Aklına, mantığına az çok güvendiğim insanlar bile ‘Bu darbe Cemaat’in organizasyonu’ diyerek işin içinden sıyrılıyor, savunma hakkı bile vermeden topyekûn bir topluluğa ‘suçlu’ muamelesi çekiyordu.

Bu ‘uzlaşma’ başlarda Avrupalıları da Cemaat’e karşı şüpheyle bakmaya itmişti. Şu an yaşadığım Avrupa ülkesinde bir gazeteciyle konuştuğumda, ‘Peki neden Türkiye’deki herkes darbeyi Cemaat’in yaptığını düşünüyor?’ diye sormuştu.

İnsanların ‘hızlıca’ pozisyon almak zorunda bırakıldığı bir dönemde yaşıyorduk çünkü. Sosyal medyada, geleneksel medyada, bir türlü arkası kesilmeyen seçimlerde, sokakta, kamusal alanda, devlet dairelerinde, komşulukta, akşam oturmalarında, okulda, kahvede, dolmuşta, iş dünyasında hemen bir ‘pozisyon’ almak ve o şekilde hayata devam etmek zorunluluğu vardı.

‘Yahu daha yeni darbe oldu, hele bir sanıklar yargılansın, onları da dinleyelim, çelişkiler var giderilsin, ardından bir hükme varırız’ deseydiniz, muhtemelen sizin de ‘onlardan’ olduğunuz düşünülecekti.

***

Yazar Junot Diaz, Dominik Cumhuriyeti’ndeki 30 yıl süren diktatörlüğü anlattığı harika romanında, Abelard isimli bir doktorun hikâyesini paylaşır. Yurt dışında okumuş, iyi eğitimli, üst tabakadan çok sayıda tanıdığı olan ve diktatör Rafael Trujillo’yla da ara sıra davetlerde karşılaşan biridir Abelard. Yıllarca yaşanan zulümleri görmezden gelerek evini, ailesini, çok sevdiği kitaplarını Trujillo’nun gazabından sakınabileceğini düşünür.

Ancak Trujillo, kadınlara düşkündür ve eğer bir kadına göz koymuşsa, mutlaka onu elde eder. (Junot Diaz, her diktatörün yaşadığı kültürü yansıttığı detayını ekler bunu anlatırken.) Doktor Abelard’ın ise çok güzel iki kızı vardır ve özellikle büyük olanı Trujillo’nun radarındadır. Bu sebeple Abelard, karısı için ‘deli’ dedikodusu çıkarttırır ve Trujillo’nun da katıldığı davetlere hep tek başına gider.

Gene de kurtulamayacaktır. Bir gece kendisine sataşan gençler, onu Trujillo’ya hakaret ettiği gerekçesiyle ihbar eder. En yakın komşusu da, bu ihbarı destekleyecek şeyler söyleyecektir. Ailesi bir şekilde kaçıp kurtulur ama Abelard, bütün saygınlığı yok edilerek, bir böcek gibi hücreye tıkılır.

Gardiyan, onu hücresine götürürken diğer mahkumlara Abelard’ın ‘eşcinsel ve komünist’ olduğunu söyler. Abelard itiraz eder, iftira attığını belirtir. Junot Diaz, toplumsal linç mekanizmasının nasıl çalıştığını bir cümleyle özetler: ‘Ama komünist bir eşcinsele kim inanırdı ki?’

***

‘Toplumsal hafıza’ diye bir şey var. Aşamadığınız ve muhtemelen asla aşamayacağınız bir duvar. Yeterince baskı uygularsanız, insanlar o duvarı çabucak örüp hayatlarına devam etmek istiyor.

Bunu aşmanın tek yolu, alternatif hikâyeleri güçlendirmek. Resmi tarihe karşı alternatif tarih üretmenin böyle bir amacı var mesela. Devlet merkezli propagandayı aşıp insanların hafızalarına işlemek ve toplumdaki algıyı değiştirmek hayli zor olsa da, bir yerlerden başlamak gerekiyor.

Ama şunu unutmadan: Resmi söylem, tamamen boş bir söylem değil, insanlarda karşılığı olan yanları var, haliyle karşısına çıkaracağınız argümanı buna göre çok iyi ayarlamalısınız.

Mesela 1915’teki Ermeni Soykırımı’nın karşısında devletin argümanı, Ermeni milliyetçisi militanların yıllarca sürdürdüğü terör eylemleriydi. Özetle, ‘Ermeniler rahat durmadı, biz de kovduk!’ diyordu devlet. ‘Ermeniler’ diye kocaman bir özne olabilir miydi? Bir grup terörist, Ermenilerin tamamını temsil edebilir miydi? O terör eylemleri bahane edilerek bütün Ermenilere gadredilebilir miydi? Elbette hayır. Ama ‘toplumsal hafıza’ bütün bunları ‘mümkün’ kılmıştı. ‘Ermeni’ kelimesinin hâlâ ‘hakaret’ olarak kullanıldığını unutmayın.

Gelgelelim, argümanınızın çok iyi olması da yetmeyebilir. O zaman işte, ‘alternatif hikâyeyi güçlendirmek’ başkalarının da vazifesi hâline gelir.

Amerika’daki Müslümanlarla dayanışma gösterilerini izlediniz değil mi? 11 Eylül 2001’de kendisini ‘Müslüman’ olarak niteleyen ve yaptığı şeyi ‘cihat’ olarak tanımlayan Usame bin Ladin’in saldırdığı bir ülke orası. Dahası, dünyada Müslümanların yaşadığı ülkelerin neredeyse tamamında Amerika ‘büyük şeytan’ olarak görülüyor. Halihazırda radikal İslamcı teröristlerin Amerika’da eylem yapmak için sürekli fırsat kolladığı düşünülüyor.

Buna rağmen, sokağa dökülen milyonlarca Amerikalı, ‘Eğer ülkedeki Müslümanlara, sırf Müslüman oldukları için zulmedilecekse, önce bizi ezip geçmeleri lazım’ diyerek belki de büyük bir fırtınanın önüne set çekti.

Avrupa’da kimle konuşsanız göçmenlerle ilgili size onlarca negatif hikâye anlatabilir. Eğer İstanbul ‘çok kültürlü’ bir şehir diye düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz üstelik. Buralardaki şehirlerde neredeyse 72 milletten insan bir arada yaşıyor. Batı’nın kültürüne uyum sağlayamadığı için sürekli ‘problem’ üreten çok sayıda göçmenden de bahsedebilirsiniz.

Ancak burada vicdanlı insanlar, ‘ama’ demeden göçmenlere sahip çıkıyor. Olumsuzlukları, onları linç etmek için kullanılan argümanları değil, olumlu hikâyeleri, alternatif söylemleri öne çıkarıyor.

***

İktidara karşı çıktığı için hapse atılan Ali Bulaç, dershane krizinin ortasında Dolmabahçe’de dönemin Başbakanı Erdoğan’la yaptıkları toplantıyı anlatırken şöyle demişti:

“Beni dehşete düşüren şey birtakım gazeteci ve köşe yazarlarının Sayın Başbakan’ı bir tür tahrik etmeleri, şahin bir dil kullanmaları, cemaati ‘Gladio’ olarak tanımlamaları, Başbakan’ın operasyonlar konusunda geç kaldığını söylemeleri, hatta Uludere’de 34 masum insanın öldürülmesinden söz konusu ‘paralel yapılanma’yı sorumlu tutmaları” (5 Ocak 2014, Zaman)

Bu linç ve tahrik kültüründen, 16 Nisan’da ‘Hayır’ çıkarsa kurtulabilecek miyiz, dersiniz?

(Cumhuriyet gazetesinin yazarları da ‘F..Ö’den tutuklanmışken, dün görülen gazeteci davasını ‘F..Ö’nün medya yapılanması davası şeklinde haber yapması, sizi de umutsuzluğa sevk etmiyor mu?)

Doğup büyüdüğüm şehri sevmiyor değilim aslında. Ama üzülüyorum hâline. İnsanların, harikalara dönüşebilecek potansiyellerini harcamalarına, dar ve küçük dünyalarının ‘hâkimi’ olmayı geniş ufuklara açılmaya tercih etmelerine, geniş gönüllü olmak yerine küçük fırsatçılar gibi davranmalarına üzülüyorum… İslam gibi sonsuz bir hazinenin üzerinde oturdukları hâlde, alabildiğine yoksunluk içinde olmalarına üzülüyorum… Kabuğu kırıp içine bakamadıkları için üzülüyorum…

Üzüldüğüm ve değişme ihtimallerini ufukta pek göremediğim için belki sevmek de gelmiyor içimden. Bu da benim eksikliğim belki de.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin