Folk, pop ve görsel kültür

YORUM | AHMET KURUCAN

(Gelecek Projeksiyonu Yazıları-15)

Son yazımda anne babaların çocukları ile aynı çatı altında yaşadıkları ama farklı dünyaların insanları olduğu, olacağı, olmaması gerektiği şeklinde özetlenebilecek düşüncelerimi metodoloji değişikliği kavramı etrafında kısaca anlatmış ve bir soru sormuştum: “Her anne baba böyle mi? Yaşadığı dünyanın gerçeklerinden habersiz mi?” bu sorunun ardından cevabımı “Hayır” diyerek vermiş, böylesi bir genellemenin yanlış olduğunu ima etmiş ama şunu da söylemiştim: Olan ile olması gereken arasında büyük bir uçurum var. Nedir bu uçurum?

X-Y-Z nesillerini anlattığım nesiller arasındaki farkın hayata yansıyan unsurlarında yazdığım şeylerden farklı değil aslında yazacağım şeyler. Şöyle ki konu ile alakalı uzmanların yaptığı akademik ve popüler çalışmalarda görüleceği üzere bu üç nesil arasındaki farkı ifade için kullandıkları başka terimler de var. Bunların başında folk, pop ve görsel kültür geliyor. Folk kültür, halk kültürü demek. Sözlü-şifahi anlatımın esas olduğu eski dönemler kasdedilir bu kavramla. Eski dediysem de çok çok eski değil. X nesli 1960-1980 veya 1980 öncesi yıllarda doğmuş olan insanlara deniliyor malum.

Pop kültürü ise popüler kültür demek. Popüler kültürün hakim özelliklerinden birisi yazılı olmasıdır. Diğer özelliği ise ne köylü ne de kentli, ne tarım toplumu, ne sanayi toplumu ikisi arasında sıkışmış kalmış, sanayileşmenin ve günümüze nispetle çok ağır hızla ilerlese de teknolojinin imkanlarından istifade düşüncesiyle ya da mecburiyeti ile köyden kente-şehre göç eden insanların sahip olduğu melez kültür. Halk kültüründe olduğu gibi kendi tükettiğini kendi üreten değil aksine kendisi için üretilmiş olan kültürü tüketmeye başlayan, yetiştiği dönemin kültürel kodlarından taviz vermek istememekle beraber özellikle ekonomik şartların etkisiyle yavaş yavaş değişime uğrayan bir kültür bu. Müzik sektöründe Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Müslüm Baba ve arabesk şarkılar diyeyim, gerisini siz anlayın.

Gelelim görsel kültüre. Kitlesel, küresel kültür adı da verilen bu görsel kültür döneminin hiç şüphesiz ve hiç tartışma götürmez iki başat özelliği seyretmek ve görünmektir. Descartes’in “Düşünüyorum öyleyse varım.” deyiminin “Seyrediyorum öyleyse varım.” Ya da bunun bir ileri versiyonu “Görünüyorum öyleyse varım.” deyimleri ile yer değiştirdiği bir dönem bu dönem. Şöyle özetleyebilirim: Dinleyen insan, okuyan insan ve seyreden-seyrettiren insan. Eskiden dinlemeden, okumadan duramıyorum diyen insanlara bedel seyretmeden ve kendi çekimlerini post yapmadan duramıyorum diyen insana. Aman Allah’ım!

Konumuzla alakası ne bunun? Alakası şu; önceki yazımda da ifade ettiğim gibi diyelim ki büyük çoğunluğu itibariyle biz anne baba ve yetişkinler olarak bu gerçeğin farkındayız. Değişen sosyo-kültürel ortamın ayırdındayız. Pekâlâ görsel-kitlesel-küresel kültür ortamının araçlarını etkin bir şekilde kullanabildik mi, kullanabiliyor muyuz ve kullanabilecek miyiz?

Benim üç ayrı zaman kipinde sorduğum bu sorulara cevabım şöyle: Mutaasıp ve muhafazakâr mahallenin X ve Y nesli olarak etkin bir biçimde kullanamadık. Teorik düzeyde bu farklılığı zorla da olsa, zamanla da olsa kabullendik, pratiğini de şartların dayatması sonucu yaşadık ama geleceği öngörüp bu sahada ona göre adımlar atmayı, yatırımlar yapmayı başaramadık. Dediğim gibi mevcuda ayak uydurmada dahi zorlandık. En basitinden iş adamları ticari gayelerle özel TV kanalları açarken biz hala evlerimize TV alalım almayalım tartışmaları yapıyorduk. Sonunda aldık, almak zorunda kaldık, hayatın tabii akışına ayak uydurduk ama bu arada atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmişti. Onlar TV’lerde gösterilecek filmlerle, yaptıkları dizilerle, konuşma programlarında ekrana çıkardığı kişilerle bizim düşünce dünyamızın içine girmişler, karakterimizi, kişiliğimizi ve geleceğimizi şekillendiriyorlardı. TV diyerek anlattığım şeyler şimdi sosyal medya platformları için geçerli. Başkaları kendi duygu, düşünce ve ideolojileri istikametinde içerikler üretip o platformlarda bunları bütün dünyaya yayarken bizden bazıları o sosyal medya uygulamalarını hala telefonuna indirmediği ile övünüyor. İş mi bu Allah aşkına!

Benim başta ifade ettiğim “Olan ile olması gereken arasında büyük bir uçurum” dediğim şey işte bu. Farkında olanlar zamanında yapılması gerekli olan şeyleri yapmadı, yapamadı. Diyelim ki sermaye gerekiyordu bu işler için. Sermaye sahiplerini bu işin gerekliliğine inandıramadı. İnanan sermaye sahipleri ise getiri ve götürüleri noktasında ikilem içinde kaldılar ve bildikleri, alıştıkları, velev ki zor bile olsa kolay olarak gördükleri alanlarda işlerini yürütmeyi tercih ettiler. Somut, taştan-duvardan, neticesi gözle görülebilen elle tutulabilen şeylere yatırım yapmaya yöneldiler. İnsana yatırım, geleceğin insanını yetiştirecek soyut altyapıya yatırım çağrıları cevapsız kaldı veya verilen cevaplar çok cılız bir şekilde hayatta karşılığını buldu. Bu arada tüzel kişilik olarak bunları yapmalıyız denildiğinde de herkes inandığı kadar destek verdi ama ne yazık ki bu destekler olan ile olması gereken arasındaki farkın oluşmasına veya oluşmuş olanın kapanmasına yetmedi.

Haksızlık etme, bu kadar da değil diyenleriniz olabilir bu cümleleri okuyanlarınız arasında. Amenna. Tabii ki haksızlık etmek istemem. Bu istikamette yapılan şeyler meydanda. Dünyanın gidişatı istikametinde dile getirilen öngörüleri, buna bağlı olarak yapılan yönlendirmeleri, sermaye sahiplerini ikna çalışmalarını, onların verdikleri desteklerle gerçektirilen şeyleri inkâr edemem. Tekrar söylüyorum, bütün bunlara amenna. Ama biz bunları yaparken dünya aldı başını gitti ve hala gidiyor. Söz konusu öngörüyü zamanında seslendiren insanlar bile şu an ilgili gündemi ve gelişmeleri takipte zorlanıyor hatta takip dahi edemiyor. Yeni şeyleri gündeme taşıyamıyor. Onlara hayat veremiyor. Hayat ise çok hızlı bir şekilde akıp gidiyor. Daha dün kucağımıza alıp isimlerini verdiğimiz çocuklarımız bugün bizim kucaklarımıza torunlarımızı veriyor.

Lütfen bu söylediklerimi ne şahıslara indirgeyin ne de Cemaat adına özel değerlendirmeler olarak görün. İslam dünyasına bakın. Müslüman ya da değil gelişmemiş dünya ülkelerine bakın. İster tek tek ülke bazında isterse bu ülke toplumlarında yer alan grupları ayrı ayrı değerlendirin. Elitist-aydın ve halk, zengin-fakir, aristokrat-bürokrat ve işçiler ayrımında bulunun ve bu gözle değerlendirmeye çalışın. Hemen her yerde aynı manzarayı ve aynı sonucu göreceksiniz.

Hasılı, ne yapacağız? Açık değil mi ne yapacağımız? Bu dünyanın içine girmek zorundayız. Görsel kültür malzemelerini çocuklarımıza vermeye çalıştığımız değerlerin anlatımında etkin bir şekilde kullanmalıyız. Kaynak ayırmalıyız bu işe. Sermaye sahiplerini ikna etmeliyiz. Elemanlar yetiştirmeliyiz. Söz gelimi bilgisayar oyunumuz olacak. Bunun için 50-60 yıllık dünya çapındaki kurumlarla rekabet etmenin manası yok. Oyunun senaryosunu kendi düşünce dünyamız ve vermek istediğimiz mesajlar doğrultusunda yazdırıp o şirketlerin yapmasını isteyebiliriz. Yoksa sıfırdan bunları yapacak bir şirket kurmaktan bahsetmiyorum. Çağrı filmini Hollywood imkanları ve tecrübesi yapmadı mı? Pratik olmak zorundayız. Zaten geç kaldık ama geç kaldığımız için de acele etmeden kitabına uygun, maksada muvafık ve başarıya ulaştıracak şekilde bu projeleri hayata geçirmeliyiz.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. Değerli Ahmet Hocam,

    “…iş adamları ticari gayelerle özel TV kanalları açarken biz hala evlerimize TV alalım almayalım tartışmaları yapıyorduk. Sonunda aldık, almak zorunda kaldık, hayatın tabii akışına ayak uydurduk ama bu arada atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmişti” demişsiniz.

    Örneklerinizde “geçmişe çakmasanız” daha doğru ve kabul edilebilir olabilir.

    En azından moral-motivasyon yönüyle desteğe önemli ölçüde ihtiyaç duyduğumuz konjonktürde bir de sizden tokat yemesek.

    Hem böylelikle anokronizme düştüğünüz iddiasından da -en azından bu yönüyle- kurtulabilirsiniz.

    Kastettiğiniz “…özel tv kanalları açarken” ifadesinden kasıt Türkiye ise.. Türkiye’de özel televizyonculuk 1990’da Star 1’in test yayınları ve Magicbox ile başladı. O dönemde “kaç kişiydiniz?”. Bırakın özel televizyonlarla sesinizi duyurmak, Samanpazarı’nda vaaz verirken sesinizi duyurabileceğiniz düzgün bir mikrofonunuz bile yoktu.

    Kırmızı kaplı kitapların üzerine ilmihal ya da başka kitap kaplarının geçirildiği o dönemlerde kiminiz vardı, ne kadar paranız vardı, kaç kişiyle ne yapacaktınız?

    Rahmetli Hekimoğlu Abi: “televizyonlu evden televizyonsuz eve geçmek hicrettir” diyordu. Üstadın bir talebesine bunu söylediğimde: “güzel söylemiş; televizyonlu odadan televizyonsuz odaya geçmek de hicrettir” demişti.

    “Başkaları kendi duygu, düşünce ve ideolojileri istikametinde içerikler üretip o platformlarda bunları bütün dünyaya yayarken bizden bazıları o sosyal medya uygulamalarını hala telefonuna indirmediği ile övünüyor. İş mi bu Allah aşkına!” demişsiniz.

    Bahsettiğiniz “o sosyal medya uygulamalarının” ne olduğunu bilemiyorum.

    Biri eğer günaha girerim endişesiyle, ya da “”Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünkü, aramızdaki dere pek derindir; doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz, veya dalâlete düşer, boğulursunuz” işaretinin ilkinci kısmından korkup telefonuna facebook, instagram, twitter, tiktok, snopchat, clup hause indirmemişse, 90’lı yıllarda, çoluk-çocuğum televizyondan faydadan çok zarar öğrenecek korkusuyla evine televizyon almadıysa “bu bir iş değil mi Allah aşkına!”

    Bakın bakalım, zamanını netflix, mubi, blutv, beinconnect, amazon prieme, puhu tv ve benzerleri başında geçirenlere ya da sayılan sosyal medya uygulamalarını indirip gününün önemli bir kısmını bu uygulamalarla geçiren mübareklerin dününe ve bugününe…

    2. dönem 1. dönemin tebciliyeti üzerinde kuruldu. Elbette ki yenilikler yapıldı ama “geçmişte bunlar bunlar neden yapılmadı?” denilmedi. 3. dönemin, “2. dönemde yapılan hatalar ve eksiklikler; yapılamanyanlar” şeklinde bir başlığı olması gerektiğini mi düşünüyorsunuz?

  2. Hep söylüyoruz fakat onca kitap yazmış ilahiyatçılarımıza bile anlatmakta güçlük çekiyoruz. Kitabınla övünüyorsun, peygamberinle övünüyorsun, üstadınla, Hocaefendinle övünüyorsun fakat Türkiye’deki düz müslümanı içine çekecek bir manyetik bir hayat tarzını piyasaya süremiyorsun. Orijinal bir sosyal ve kültürel hayat televizyona, internete, sosyal medyaya ihtiyaç duymaz, o kendi manyetizmiyle onları kendine çeker zaten.

    Sen o potansiyeli, derinliği yakalamadan televizyonu, interneti hayatına soktuğun zaman yine arada derede kalacaksın, televizyonda öyle oldu, gazetede öyle oldu, iki arada kaldın. Yaptığın şey bi şeye benzemedi. Kardeşim sen recep, şaban, ramazanına, ramazan ve kurban bayramına, kandil gecelerine, nikahına, düğününe, doğumuna, bağışına yeni bir ruh, yeni bir şekil vermedin, bunu vermediğin sürece sosyal medya napsın! Ramazan’ı çocuklar vaktiyle Karagöz olduğu için sevmedi. Karagöz yaşanan Ramazan’ı sevdi ve orada kendine bir yer buldu.

    Sen Hizmet hareketi olarak herkese sevdireceğin bir yaşam tarzını ortaya koymadığın sürece manyetik bir güç oluşturamaz ve onları da kullanamazsın. Kullanırsan da yüzüne-gözüne bulaştırırsın. Vaktiyle bunları biz kısmen yapmayı başardık. Kutlu Doğum Haftası belli bir manyetizmin eseri yerleşti ve Türkiyenin müslümanları onu sevdi. Türkçe Olimpiyatları eğitime verdiğimiz önemin bir sonucu olarak o ruhun cezbesine kapılarak bir yer edindi.

    Şimdi eğer sen televizyonu amaç haline getirirsen olacağı şudur: Az buçuk ağzı laf yapanı spiker, iki tıngırdatanı müzisyen, sağda-solda bir-iki tiyatroda görünmüş insanı da oyuncu, amatör yazı yazanları şair, entelektüel olarak lanse etmek zorunda kalırsın. ‘Teşekkür ederim Allahım’ diye ilahi olmaz mesela. Şükürler olsun Allahım diyeceksin, yoksa perişan edersin her şeyi, öldürürsün ruhunu. Türkiye’de internette ilk varlık gösteren gazete olmak bir övgü vesilesi değildir mesela.

    Bizim hayat tarzı ve hayat tarzını besleyen orijinal etkinlikleri öneren insanlara, yeni bir dil, yeni bir şive, yeni bir belağat inşa eden insanlara ihtiyacımız var. Bu insanlara sahip olmanız için cemaat veya camia formundan çıkıp derhal cemiyet haline dönüşmeniz gerekiyor. Bu, gelecek vaat eden insanları desteklemek, lanse etmek ve nasıl düşünürlerse düşünsünler, bir kamuoyu oluşturmalarına izin vermekten geçer. Kamuoyu, sunulan hayat tarzı önerileri arasından en beğendiğini benimser ve hayatına dahil eder. Öyle ki, bu etkinlikler ateistler dahil bütün diğer cemiyetlere de örnek veya ilham olabilir icabında.

    İş burada dönüp dolaşıp nereye çıkıyor? Şeffaf olmaya! Şeffaf olursan kendinden emin olursun, kendinden emin olursan koltuğuna yapışmazsın, koltuğuna yapışmazsan insanların önünü açarsın ve bir cemiyet haline gelirsin. Beğenmediğimiz İslamcılar bunu yapmayı başarmıştır.

    Öyle kendin hiçbir alanda varlık gösterememişken, Orhan Gencebay’ın müziğini küçümseyerek de hiçbir yere varamazsın. Türk müziğini, Endülüs müziğini, Yunan müziğini, Arap müziğini, Orta Asya müziğini bu derece iyi bilip Batı müziğinin farklı farklı çeşitleriyle bir araya getiren, deneysel müzikte dünya çapında çığır açan ve sadece bir bestesinde bir düzine makamdan makama zıplayabilen bir müzikal zekayı 200 sene bekleseniz bi daha bulamazsınız. Ama yok biz müzikte kendimizi zirvede sandığımız için veya adam Saraya gidip geliyor diye kafa bulabiliyoruz.

    Geçen Mevlüt Çavuşoğlu ile Baerbock’un basın toplantısını izledim de neyi fark ettim. Baerbock ki Almanya’da cahilliğiyle, sürçü lisanlarıyla dalga geçilen bir siyasetçi. Yunanistan’da da hiç gerekmediği halde bir demagoji yapmış. İki demagogun konuşmalarını dinledim de.. 41 yaşındaki çiçeği burnunda siyasetçi Baerbock hiç sekmeden kitap yazar gibi konuşurken, argümanları çok daha güçlü olan, yaşını başını almış yılların siyasetçisi Çavuşoğlu gak guk.

    Sadece Çavuşoğlu mu, hepimiz böyleyiz, daha dilimizi konuşamıyoruz. Gramerin kafasını gözünü kırıyoruz, konuşurken en uygun kelimeyi bulamıyoruz ve dilimizin artık o eski tonlaması, namesi, müzikalitesi yok. Kısacası biz Türkler, biz Hizmet mensupları, taşındığımız şehirlerde şehirli olamadık, ola ola kasabalı olduk, her anlamda köyün bi tık ötesinde bir hayat yaşadık ve yaşam alanımızı da ona göre şekillendirdik. Camilerdeki hocaların vaazlarına, tonlamalarına, retoriklerine bir bakın. Kasabalıyız!

    Elimizde buna son verecek risale gibi dehşet bir malzeme var. O mana, o dil, o retorikle orijinal bir şekilde şehirleşebilir ve kendimiz olabiliriz. Kendisi olan, tableti hayatımıza sokalım, şunu hayatımıza sokalım demez. Onu hayatına sokar ve sokarken tartışmasını da başlatır. Dijital medya yetkinliği der mesela, anne-babaları eğitmeye çalışır, bir çocuğun eline tabletin verilme yaşını tartışır, özel verilerin korunmasını tartışır, o tartışmaya katkıda bulunmaya çalışır veya kimsenin değinmediği yönlerini bulur, onları tartışır ve diğer cemiyetlere, milletlere ilham olur.

  3. Bağcıyı dövmeyi seven bir toplumuz. Öfkemizi üzerine boca edecek birini arıyoruz, gücümüz kime yeterse artık…

    Derviş, “gülün dikenlerine dikkat et, mümkünse sivri uçlarını azıcık törpüle” diyor. Eline diken batan ise öfkeyle “bütün güller de diken var” diye bağırıyor.

    Coğrafya kaderdir, için de dünyaya geldiğimiz toplumun kodlarını taşıyoruz.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin