Erdoğan diktatörlüğünün faturası masaya gelmeye başladı

Haber-Yorum | Bülent Keneş

Özellikle 2011’den beri davul zurna çala çala, göz göre göre gelen diktatörlüğü engellemek şöyle dursun iştiyakla tercih eden kitleler, tüm ülkeyle birlikte bedel ödemeye tahmin edilenden de önce başlayacak gibi. Çünkü, Erdoğan’ın İslamofaşist tek adam diktasını konsolide ettiği hız oranında dokunduğu her şeyi mundar etme potansiyeli artıyor.

Türkiye’de devletin zorlayıcı unsurlarını ve medyayı tekeline alıp istediği gibi at oynatmasına, ardı ardına sahte zaferler kazanmasına aldanmayın siz. Erdoğan’ın el atıp, burnunu sokup, adını karıştırıp da mundar etmediği tek bir konu yok artık. Öyle ki, kişisel, ikili, bölgesel ve küresel düzlemde Erdoğan artık sorun demek, kriz demek, baş ağrısı, baş belası demek. Rüşvetle, tehditle, şantajla, rehin alma, bela, hır ve rezillik çıkarma taktikleriyle gidebileceği yol ise belli.

Tüm bunların bir bedelinin, hem de çok ağır bir bedelinin olması ise kaçınılmaz. Bu bedelin ne olduğunu anlamak isteyenlere sivri sinek saz, istemeyenlere ya da hala anlamazlıktan gelenlere davul zurna az. Göz ucuyla sadece TL’nin dolar ve euro karşısında aşırı heyecan yaparak sürekli yaprak gibi titremesine bakmak bile durumun vehametini anlamaya yeterli aslında.

ERDOĞAN’IN EN BÜYÜK SERMAYESİ

Ama değil davul zurna çalmak, kulaklarının dibinde Ramazan topu patlatsan bile karşı karşıyan kalınan vehameti anlamazlıktan gelecek on milyonların ayması için, görünen o ki, daha çok uzun bir süre beklememiz gerekecek. Bıçağın boyunlarına, kemiklerine, iliklerine dayanacağı o ana kadar sabretmekten başka çare yok. Çünkü, tüm bu yaşananlar henüz idrak derecelerine temas etmediğinden hiçbir kıymet-i harbiyesi yok onlar için…

İşte bu kitleler harami despot Erdoğan’ın en büyük sermayesi. Saltanatının güç ve iktidar kaynağı. Yedikleri efsundan uyanmak istemeyen ya da uyanmamaları için akla gelebilecek ne varsa yapılan mankurtlaşmış bu kitleler var olmaya devam ettikçe Erdoğan diktası ve sebep olduğu ağır bedel de devam edecek. Sonları baştan belli bu kitlelere ise, başlarına gelecek her belada daha sımsıkı sarılacakları Erdoğan ve tayfasının başlarına saracağı her faturayı ödemek düşecek. Bazen mallarıyla, bazen huzurlarıyla, bazen canlarıyla… Nereden mi biliyoruz? Nereden bileceğiz, diktatörlüklerin bilimsellik derecesindeki şaşmaz kuralı budur da ordan biliyoruz…

Tüm uyarılara rağmen, harami diktatörle iş tutmayı kar sayıp meziyet bilenler, er ya da geç ama mutlaka ödeyecekleri ağır bedele de şimdiden hazır ve razı olmalılar. Aksi halde daha düne kadar Almanya’daki gurbetçilerin medar-ı iftiharı olmakla kalmayıp gurbetçi gençlerin entegrasyonu konusunda rol model olarak da gösterilen Mesut Özil’in, iş işten geçtikten sonra yaptığı gibi, ağlayıp sızlamak da hiçbir işe yaramaz.

KİMSE MESUT ÖZİL’E SEMPATİ DUYMAMI, EMPATİ YAPMAMI BEKLEMESİN

Uluslararası bir isim haline gelen Mesut Özil’in yıldızının gün be gün daha da parladığı bir dönemde Erdoğan’la aynı kareye girmesinin kendisine mal olduğu bedel herkese ders olmalı. Diktatörle bile bile iş tutmaktan menfaat umanlar, bu kirli ilişkinin kendileri ve çevreleri için yol açacağı her türlü bedeli de göze alıyorlar demektir. İş işten geçip de, o bedeli ödeme vakti geldiğinde ağlamanın sızlanmanın mala davara bir faydasının olmayacağını da bilmemeliler.

Kimse kusura bakmasın ve benden Özil’in durumuna sempati duymamı, onunla empati yapmamı beklemesin. Kendi düşen ağlamaz. Almanya’daki ırkçı çevrelerin Özil’e mal bulmuş mağribi gibi saldırması tabii ayrı bir mevzuu. Ama bunlar, Özil’in yüzbinlerce masum insanı perişan eden, bebekleri bile zindanlarda çürüten, ülkeyi kendilerine dar edip nehirlerde, denizlerde boğulup yitip gitmelerine neden olan adi bir diktatörle iş tutmasını mazur görmemize sebep olamaz. Mesut Özil, Türkiye’deki benzerleri gibi kritik bir dönemde bile isteye tercihini yaptı. Bebek katili adi bir diktatörle iş tutmanın medeni dünyadaki bedeli neyse şimdi onu ödüyor. Muhtemelen hayatı boyunca da ödeyecek.

Ortaya saçılmış tüm pisliklerine, tescillenmiş ulusal ve uluslararası insanlık suçlarına rağmen Erdoğan’ı hala baştacı edenler herkesin de hak ettikleri bedeli ödeyecekleri o günler gelecek. Maalesef kurunun yanında yaş da yanacak. Belki masumlar da o ahlaksız ve alçakça  zulümlerin mesulleri ile birlikte acı çekecek. Neticede ülke topyekün bedel ödeyecek. Zulmün umumileşmesinin bedeli de muhtemelen umumi olacak. İtibarsızlıkla, yoklukla, huzursuzlukla, belki savaş ve yıkımla o bedel ödenecek. Düne kadar bu yola girip girmemesi elinde olan millet, artık dönüşü olmayan bu yolda başına ne gelirse çekmek zorunda kalacak. Neticede, tüm uyarılara rağmen köprüden önceki son çıkışı kaçıralı epey zaman oluyor.

Erdoğan dikta yönetimi altında Türkiye, bir zamanlar kınayıp durduğumuz güya Şeriat’la yönetilen Suudi Arabistan gibi ahlaksız, omurgasız, adaletsiz, mürai ve mundar bir ülke olup çıktı. Herkesin gözleri önünde, çoklarının alkışlarıyla gerçekleşti bu. Erdoğan rejimi de tıpkı Suudiler gibi garibana aslan, güçlüye tavşan kesildi.

MÜRAİLİKLER VE MÜPTEZELLİKLER DİKTATÖRLÜKLERİN ŞANINDANDIR

Bugüne kadar herhangi bir suçtan idam cezası almış hiçbir Amerikalı, İngiliz, Avrupalı, Rus ve benzeri güçlü ülke vatandaşını infaz edememiş olan (etmeliydi anlamında demiyorum) Suudi Arabistan’ın aynı hükmü giymiş Filipinli, Bangladeşli, Afrikalı ya da Güney Asyalı garibanlar karşısındaki kıyıcılığı hep lanetle takip edildi. Şimdi aynısını İslamofaşist Erdoğan rejimi yapıyor. Ama olup bitenler karşısında hiç şaşırmıyoruz. Çünkü bu tür mürailikler ve müptezellikler tüm adi diktatörlüklerin şanındandır.

Erdoğan’ın şantaj aracı olarak rehin aldığı Alman, Fransız, Amerikan vs. vatandaşı gazetecileri, hapiste hala yüzlerce masum gazeteciyi eften püften suçlamalarla esir tutuyorken, gördüğü zor karşısında derhal serbest bırakmasının, Amerikalılara dokunamayan ama konu gariban ülkelerin vatandaşları olduğunda derhal kellelerini uçuran Suudilerin o mide bulandırıcı ikiyüzlü ahlaksızlıklarından ne farkı var?

Yanlış anlaşılmak istemem. Erdoğan zulmünden kurtulan, sevdiklerine kavuşan, özgürce nefes alıp veren herkesi kurtarılmış bir can olarak gördüğüm için serbest bırakılan her masuma elbette ki çok seviniyorum. Ama mevzumuz o değil. Mevzumuz, Erdoğan tarzı zalim diktatörlerin ikiyüzlülükleri, ahlaksızlıkları, zayıf karşısındaki zalimlikleri, güç karşısındaki haysiyetsizlikleri…

Alın size Amerikalı Papaz Andrew Brunson örneği. Brunson’un da, suçsuz yere zindanlarda çile dolduran onbinlerce masum gibi, masum olduğundan zerre şüphe durmuyorum. Rezil medya üzerinden adamcağıza yapılan ahlaksız linç kampanyalarından sanki bana yapılmışlarmış kadar rencide oluyorum. Ama Erdoğan’ın kendisi gibi müptezel havuz müsveddelerinde onlarca kez manşet yaptırdığı, ne PKK üyeliğini, ne CIA ajanlığını, ne “F..ö”cülüğünü bıraktığı Brunson’u Trump’tan ağır bir zılgıt yer yemez salıverip ev hapsine almasından benim kadar sizin de mideniz bulanmıyor mu? Suudilerin zayıfa karşı aslan kesilen, güçlüye karşı tavşana dönüşen o karaktersizliğinin aynısını Erdoğan’da da görmüyor musunuz?

ERDOĞAN KENDİ TERCİHİ OLAN KADERİ YAŞAMAYA MECBUR

Ama Erdoğan da kendi tercihi olan kaderini yaşamaya mecbur. Çünkü, diktatörlüğü göz göre göre tercih eden kitleler gibi, diktatörlerin kendileri de tercih ettikleri yöntemlerle aslında tek yönlü bir yola girerler. İşin kötüsü o yola kendileri ile birlikte peşine taktıkları ülkeyi de sürüklerler. Pek hayırhah olmayan o yol artık kendilerini nereye götürürse oraya gitmek zorundadırlar.

İşte İslamofaşist Erdoğan rejimi, suçsuz yere hapse tıktığı onbinlerce masum insan gibi, Brunson’u zindana atmak ve dile kolay tam iki yıl boyunca zindanda tutmak suretiyle kendi tercihiyle bir yola girdi. Girdiği bu yolun kendisini getirdiği nihai kavşakta artık ya Suudilerin sıklıkla tecrübe ettikleri gibi bir onursuzluğa rıza göstermek ya da kendisiyle birlikte ülkeyi bir yıkıma sürüklemek zorunda.

Diktatörlükler belki zalimdir, ahlaksızdır, alçaktır ama aptal değillerdir. Zalimlikleriyle, keyfilikleriyle, ilkesizlikleriyle ve ahlaksızlıklarıyla yarışan yaşamsal güdüleri vardır. Nereye kadar gideceklerini, nerede duracaklarını, nerede kükreyip, nerede dillerini münasip bir yerlerine sokacaklarını iyi bilirler. Kahramanlık taslayabilecekleri hamlelerini büyük gürültülerle yapar, göz boyarlar. Geri adımları ve hayati tavizleri ise kapı arkalarında, gizli saklı sessizce gerçekleştirirler.

Hatırlasanıza ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan etmesinden sonra çıkarılan o gürültü patırtıyı. Heyheylenmeleri, meydan okumaları. Türkiye’nin Washington Büyükelçisi’ni apar topar Ankara’ya çağırma şovlarını. Peki ne oldu o Büyükelçi? Hala Ankara’da mı? Geri çekilişi manşetlerle duyurulan büyükelçinin çok kısa bir süre sonra sessiz sedasız Washington’a döndüğünü kim biliyor? Peki, Erdoğan’ın kamu ihalelerini peşkeş çekerek havuzunu beslettiği yandaş işadamı kadrosundan birinin ABD’nin Kudüs Büyükelçiliği Binası’nın ihalesini üstlendiğini kaç kişi biliyor? Peki nasıl oluyor bunlar? ABD, Kudüs kararından geri adım mı attı? Tabii ki hayır. Öyleyse onca gürültü patırtı neydi ve niyeydi? Hemen söyleyelim: Tüm o gürültü patırtılar, tüm o olup bitenler, pek çok benzer konuda olduğu gibi, Erdoğan’ın işine geldiği kadar Kudüs meselesini istismarından ibaretti.

BRUNSON’U REHİN ALMANIN DAYATTIĞI BEDEL: YA ONURSUZLUK YA YIKIM

Şimdi aynı şey Diktatör Erdoğan tarafından resmen rehin tutulan Brunson için yapılıyor. ABD’li yetkililerin kapalı kapılar ardından verdikleri ültimatomun gereğini kısmen yaparak durumu idare edeceğini sanan Erdoğan’ın hesapları bu kez tutmadı ve son kertesine kadar şirretleşme yönteminden bu sefer umduğunu bulamadı. Daha birkaç gün önce yapılan son duruşmasında mahpusluk halinin devamına karar verilen Brunson’u apar topar tahliye ettirerek ev hapsine alması da ABD yönetimini tatmin etmedi.

ABD Başkanı Trump’ın “ABD, büyük bir Hristiyan, aile babası ve muhteşem bir insan olan Papaz Andrew Brunson’ın uzun süreli tutukluğu nedeniyle Türkiye’ye geniş yaptırımlar uygulayacak. Bu masum inanç adamı derhal serbest bırakılmalı!” şeklindeki Twitter mesajı Erdoğan’ı girdiği belalı yolda çıkmaza soktu.

Bu saatten sonra Erdoğan, peşine taktığı ahlaksız ekürisi ile birlikte, ya bugüne kadar ağız dolusu tükürdüklerini afiyetle yalayıp fazlasıyla hakettikleri büyük bir onursuzluğu daha yaşayacak ya da ülkenin başına yeni gaileler açması kuvvetle muhtemel yeni bir yola girmeyi tercih edecek. O yol ise Erdoğan dikta yönetimi ile birlikte ülkenin de kaderi olacak. Tescilli tüm pisliklerine rağmen Erdoğan diktasını tercih edenler de ya Erdoğan’ın düçar olacağı bu onursuzluktan ya da gireceği yolun sebep olacağı yıkımdan paylarını alacaklar.

Diktatörlük yoluna bir kez girdikten sonra maalesef bu yoldan ne çıkış ne de bu yolun sebep olacağı belalardan kaçış var. Üstelik diktatörlüklerin bedelini maalesef sadece diktatörler ödemiyor. Onu o hale getirenlerle birlikte tüm ülke ödemek zorunda kalıyor. Güle oynaya, alkış kıyamet girilen tek yönlü bu yolun ağır faturasını ödeme günleri gelip çattı işte… Tıpkı beklendiği ve endişe edildiği gibi…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. kullanmayin artik `İslamofaşist` kelimesini
    baska kelime mi bulamadiniz..
    Islamci terorist denince musluman terorist olmaz diyoruz. musluman fasist olabilir mi peki? madem olamaz o zaman Islam kelimesini niye kullaniyorsunuz?
    `Dinci-fasist` deyin, `Islami kullanan fasist deyin`,`musluman gorunen fasist` deyin.. ne derseniz deyin ama Islamofasist gibi farkli anlamlar cagristiran kelimeyi kullanmayin.
    bircogumuzu rencide ediyor, Islam kelimesinin bu sekilde kullanilmasi..
    bizi gecin ya Ruhani varliklari, Islami.. rencide ediyorsa..

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin