Erbakan, herkesin mi hocasıydı? [Türk Sağı’nın hikâyesi-19]

YORUM | KEMAL AY

‘28 Şubat postmodern darbesi kimleri etkiledi?’ sorusu, ‘Refah Partisi’ni kimler destekliyor?’ sorusundan bir hayli farklı. Bu iki soruya verilecek cevaplar arasında bir eşitlik kurmak olanaksız. Refah Partisi, sadece bir tarikat-cemaat partisi miydi, peki? Ya da gerçekten de imam hatipler, Kur’an kursları ya da camiler, o dönem Erbakan’ın bir sözünden ilhamla çokça tartışıldığı gibi, ‘arka bahçe’ miydi? Türkiye’de dindar olduğunu savunanlar, gerçekten de siyasette tek adres olarak Refah Partisi’ni ve Necmettin Erbakan’ı mı görüyorlardı? Bu soruların cevabı büyük oranda ‘hayır’. Gelgelelim, 28 Şubat’ta MGK Devleti’nin yaptığı hamle, laik-dindar yarılmasını görünür hâle getirerek, Türk sağını ‘muhafazakâr-dindar’ çizgiye hapsedecekti.

SİYASAL İSLAMCILAR BİR BAYRAK ALTINDA

1950’lerde ve 60’larda merkez sağ partilerde siyaset yapmaya çalışan tarikat-cemaat kökenli dindar kesim, 1970’te Konya’dan bağımsız seçilecek kadar çevre edinebilmiş Necmettin Erbakan’ın liderliğinde Milli Nizam Partisi’ni (MNP) kurmuştu. Ekonomide faiz sistemine, dış politikada Avrupa Ekonomi Topluluğu’na (AET) karşıydı ve iç siyasette ‘öze dönüş’ hedefi vardı. Bu öz, Erbakan ve çevresinin gözünde ‘ahlak ve fazilet’ yoluydu ve dindarlaşmayı öngörüyordu. Siyasal İslamcı hareket, Arap dünyasındaki Müslüman Kardeşler pratiğinden etkileniyor, oradaki gibi ticarette ve eğitim, sağlık gibi hizmetlerde etkinleşmeyi, böylece halka ulaşabilmeyi hedefliyordu. Ancak Erbakan’cı çizginin ‘etki dairesi’ yıllar süren devamlılıkların da eseriydi: Cami cemaatinin kazanılması, haftalık ev sohbetlerinde gündemi siyasetin belirlemesi, konferanslar ve süreli yayınlar ile gençlerin etkilenmesi.

İKTİDARDA YER ALMAK

MNP, kısa süre içinde ‘laikliğe aykırı’ olduğu gerekçesiyle kapatılacaktı. 12 Mart muhtırasından bir hafta önce dava açılmış, 20 Mayıs’ta da kapatma kararı çıkmıştı. Bunun üzerine Necmettin Erbakan, bir süre İsviçre’de ikâmet etti. Ardından Milli Selamet Partisi (MSP) kurulacaktı. Erbakan’ın bir süre dışarıdan yönlendirdiği fakat daha sonra Türkiye’ye gelerek başına geçtiği parti 1973’teki seçimlerde yüzde 11 oy alarak, Meclis’e bile girdi. 1974’te Ecevit’in lideri olduğu CHP ile koalisyon kurdu ve bazı bakanlıkları aldı. Bu süreç, Erbakan hareketinin ‘toplumsallaşması’ adına önemliydi. Zira bir siyasî ya da fikrî hareket sadece insanlarla tanışma ve sempatilerini kazanma yolunda ise, bu yatay bir hareketliliktir. Eğer bu hareket, bu insanlara ‘imkân’ sunmaya başlamışsa, hareketlilik dikey bir eksen de kazanır. Türk siyasetinde ‘iktidar’ demek, kadro demektir. Erbakan, ‘imkânsız koalisyonlar’ kurarak, biraz da bunu sağlamaya çalışmıştır.

Nitekim 1970’lerin ikinci yarısında MSP, ‘Milli Cephe’ hükümetlerinde, sağ partilerle birlikte yer alacaktı (1990’ların başında Türkeş’le, ortalarında Çiller’le ve sonrasında Kürtlerle ittifak kuran veya yakınlaşan da Erbakan’ın siyasî aklıydı). Bu süreçte toplumsal hayatı etkilemede Ülkücüler daha ön plandaydı. Manevi değerler konusunda da Ülkücü camianın çalışmaları vardı. Erbakan’ın siyasal İslamcılığı, milliyetçi-mukaddesatçı sağ orta sınıf seçmen için biraz ‘radikal’ görünüyordu. 12 Eylül darbesinde Erbakan da diğer siyasetçilerle aynı kaderi paylaşınca, siyasal İslam bir kez daha rotasını ‘merkez sağ’ partilere kırdı. Daha sonra Erbakan’la ve hatta AKP ile yolları kesişecek isimler, Turgut Özal’ın ANAP’ında siyaset yapacaktı. Özal da, tarikat-cemaat kökenli dindar kesimi temsil edebilecek background’a sahipti. Biraz da bu sebeple 1987’de Erbakan’ın kurduğu Refah Partisi, yüzde 7 oy alabilmişti.

‘BİZE YÜZDE 6 DERLER’…

O günlerde partinin yayın organı Milli Gazete’de şair İsmet Özel’in meşhur, ‘Bize yüzde 6 derler’ (parti yüzde 7 oy almasına rağmen, İsmet Özel, yüzde 6 demişti) başlıklı bir yazısı yayınlandı. Özel’e göre bu yüzde 6, yüzde 98’i Müslüman olan bir ülkede, ‘bilinçli’ olan Müslümanları temsil ediyordu ve zamanla yüzde 98’e doğru genişleyecek bir iradenin habercisiydi: ‘Yüzde 6 dedikleri, bağımsız karar verme mevkine sahip ve tercihleri Türkiye’de İslamiyetin en belirleyici sosyal ve siyasi unsur olması gerektiğini inanan insanlardan oluşur.’ Yine İsmet Özel, yüzde 6’dan yola çıkarak yaklaşık 10 milyon insanın, Türkiye’de İslam’ı sosyal, siyasal ve iktisadî hayatlarının bir parçası hâline getirdiğini savunur.

Bu cümleler, siyasal İslam’ın toplum ve siyaset anlayışının da yansımasıdır aslında. Bu durum biraz, Marksizm’den Leninizm’e geçişe benzer. Marks’a göre işçi sınıfı, herhangi bir çabaya gerek duyulmadan, kendiliğinden oluşacak, bilinçlenecek ve içinde bulunduğu duruma isyan edecektir. Bunun örneklerini geçmişte bulmak mümkündür: Köleliğe başkaldırılmıştır, tarlada mecburî çalışmaya başkaldırılmıştır. Bu isyan, elbette, sanayileşmiş toplumlarda görülecektir. Haliyle Rusya gibi ağırlıklı olarak tarım toplumu denebilecek bir yerde işçi sınıfının kendiliğinden o bilince ulaşması beklenmemektedir. Lenin ve Bolşevikler, bu sebeple işçileri örgütleyecek, onları hızlı şekilde ‘bilinçlendirecek’ bir ‘profesyonel devrimciler’ grubu kurar. Bu kişiler, tarihin akışını hızlandıracak ‘kabiliyette’ kimselerdir. Yani aslında 1 milyon işçi varsa, bunların hepsi potansiyel olarak devrimcidir fakat farkında değildir. Eğer bunların arasında 100 tane ‘profesyonel devrimci’ olursa, 1 milyon işçi devrimciliğini hatırlayacaktır.

ŞUURLU MÜSLÜMAN TARTIŞMASI

1940’larda Arap dünyasındaki siyasal İslamcı hareketler de, sosyalizmle ilişkileri nispetinde buna benzer düşünceleri kendi eserlerine enjekte ettiler. İsmet Özel’in söyledikleri, sadece ona mahsus bir görüş değildi. İslamcılık, zaten ‘bilinçlenme’ hareketiydi. Bütün sorunların kaynağı, buradaydı. Müslümanlar bilinçlenip siyasal İslam’ın projesine destek olursa, her şey mümkündü. Nitekim Saadet Partisi yıllarında Necmettin Erbakan da, partisini bir ‘fabrikaya’ benzetecekti: “Müslüman’i alır şuurlu Müslüman yapar. Nasıl şuurlu Müslüman yapıyor? Alıyor Müslüman’ı başına üç tane çivi çakıyor. Bir tanesi cihat çivisi, ikincisi haftalık toplantı çivisi, üçüncüsü de Milli Gazete çivisi. Bir insanın başına cihat çivisi, haftalık toplantı çivisi, Milli Gazete çivisi çakılmışsa bu insan artık şuurlu Müslüman olmuştur.”

1994 BELEDİYE SEÇİMLERİ

Refah Partisi’nin ‘bilinçli Müslümanlar’ çemberini kırarak, toplumda yeni bir tabakaya daha açılması, yoksullara yönelik hamlelerle mümkün olacaktı. Erbakan’ın ‘adil düzen’ diyerek formüle ettiği ‘sosyal devlet’ yaklaşımı ve belediyecilikte geniş halk kesimlerine yönelik tavrı, partinin ve hareketin popülaritesini arttırdı. Millî Gazete dışında pek medya desteği olmayan, seküler çevreler tarafından şüpheyle yaklaşılan RP’nin 1994 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara’da belediye başkanlıklarını kazanması, beklenmedik bir gelişmeydi. Ankara’da daha önce belediye başkanlığı yapmış ve ANAP geçmişi olan Melih Gökçek vardı fakat İstanbul’da Recep Tayyip Erdoğan’ın seçilmesi, Refah Partisi’ne ciddi bir ivme kazandırdı. Nitekim 1995’te partinin genel seçimlerde birinci parti olmasının da önü açıldı. Merkez siyasetin seslerini duyamadığı, ekonomik çalkantıda en çok etkilenen orta-alt sınıf, Refah Partisi’nin bir umut olabileceğini düşünmüştü. Bunun yanı sıra RP, giderek tarikat-cemaat kökenli dindar kesimin sempatisini kazanıyordu. Siyasette dindarlığın ‘geçer akçe’ olması, Demirel’den Özal’a sağ partilerin şiarıydı, Erbakan bunu birkaç adım ileri taşımıştı.

MİLLİ GÖRÜŞ HAREKETİ YOL AYRIMINDA

28 Şubat’ta tırmandırılan başörtüsü krizi, sakallı erkeklerin orduevlerine alınmaması, devlet dairelerinde ‘temizlik’ yapılması, üniversitelerde karışıklıkların çıkması, bu arada Kürt meselesindeki gerilimin artması, toplumda bir çeşit ‘kırgınlık’ oluşturdu. Asker politikaya yine müdahale etmiş ve bu müdahaleden sonra yine ‘merkez siyaset’ hiçbir şey olmamış gibi iş başına geçmeye çalışmıştı. 1999’da Öcalan’ın yakalanması, o sırada başbakanlık yapan Bülent Ecevit’in ve milliyetçi parti MHP’nin oylarını yükseltti. İki ay sonra yapılan seçimlerde DSP ve MHP’nin yanı sıra ANAP ve DYP de Meclis’e girmiş, RP’nin devamı olan Fazilet Partisi de, yüzde 15’e yakın oy oranıyla Meclis’teki yerini almıştı. Erbakan, siyasî yasaklıydı fakat ‘babasız çocuklar’ olarak Meclis’te çalışan Fazilet Partili vekiller, ‘büyüyecekti’. Nazlı Ilıcak gibi isimler artık Milli Görüş hareketine destek veriyordu. Avrupa ve ABD’den de bu harekete ilgi büyüktü. Merve Kavakçı’nın Meclis’ten kovulması, bir kez daha merkez siyasetin kaybetmesine yol açtı.

Bu noktada, Erbakan’ın liderliğindeki siyasal İslam’ın iki seçeneği vardı: Ya önündeki ‘Batı ile koalisyon’ imkânını değerlendirecek ve daha geniş kitlelere açılarak tek başına iktidar kovalayacaktı. Ya da ‘çelik çekirdek’ olarak kalıp, koalisyonlar aracılığı ile Türkiye’de siyaseti etkilemeyi hedefleyecekti. Fazilet Partisi’nde Genel Başkan Recai Kutan’a bayrak açarak ‘yenilikçiler’ olarak ünlenen Bülent Arınç ve Abdullah Gül gibi isimlerin tercihi ilkinden yanaydı. Fakat bu sefer de, Erbakan’ın geçmişte zikrettiği demokrasi, Batılı değerler ve laiklik konusundaki sözlerine karşı bir redd-i miras gerekliydi.

SİYASETE ASKER DEĞİL EKONOMİ DARBESİ

Biraz iddialı olacak fakat eğer Türkiye, 17 Ağustos 1999 depremini ve 2001 ekonomik krizini yaşamasaydı, siyasal İslam’daki bölünme yüzde 20 civarındaki oy oranı içerisinde kalabilirdi. Bu iki büyük hadiseden sağ çıkamayan Meclis, toplumu ‘arayışlara’ itti. Yani aslında 28 Şubat’ın mağduriyetinin değil, bu arayışların neticesi olarak 2002 genel seçimlerinde AKP yüzde 34,5 oy oranına ulaşabildi. Meclis’in iki partili olması ve AKP’nin tek parti iktidarı kurabilmesi de, kaderin bir lütfuydu. Ancak 28 Şubat’ın laik-dindar gerilimini hortlatması, askerî müdahaleden sonra da medyada, siyasette ve ekonomide askerlerin bir şekilde ellerinin olması, 1990’larda akamete uğrayan ‘sivil toplum’ hareketlerini, 2000’lerde sistem dışındaki güçlerle ittifaka zorlayacaktı. AKP’yi iktidara taşıyan rüzgâr, Türk siyasetindeki bu tükenmişlikti. Bunda Türk sağı kadar, Türk solunun da etkisi vardı.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin