Elit olmak ya da olmamak

YORUM | YAVUZ ALTUN 

Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör ataması meselesi biraz da, “sosyal-provokatör” rolünde hayli başarılı bulduğum Hilal Kaplan’ın kışkırtmasıyla, elitist olmak ya da olmamak tartışmasına evrildi. Kaplan, yeni atanan rektör Melih Bulu’yu “milletin evladı” olarak mimlerken, Boğaziçi’ndeki statükoya da “elitler” diyerek, vazifesini başarıyla tamamladı.

Hemen akabinde yolu Boğaziçi’nden ya da ülkenin hatta dünyanın önemli üniversitelerinden geçmiş isimler, sosyal medyada ya da gazete köşelerinde nasıl da elit olmadıklarını anlatmaya koyuldu.

Onlardan en dikkate şayan olanı Prof. Murat Sevinç’in Diken’deki yazısıydı, okumanızı öneririm. Prof. Sevinç, köylü anne babasından ve zor şartlarda öğrendiği yabancı dilden, bitirdiği Mülkiye’den bahsetmiş, hem Mülkiye’de hocalık yaparken hem de Boğaziçi’nde ders verirken kimsenin “soyunu sopunu” araştırmadığından dem vurmuştu.

Haklı bir tepkiydi. Malum, Cumhurbaşkanı Erdoğan da ara ara çıkıp “Yalılarda viskisini yudumlayanlar” diyerek canını sıkan muhalefeti “elit ve toplumdan uzak bir zümre” olarak kodlamayı sever. Tepkilerin bir kısmı da, Erdoğan ve eteğine tutunanların bu dönemde ciddi oranda zenginleştiğine vurgu yaparak “asıl elit sizlersiniz” kısmına yoğunlaştı ki, bu da bir hayli haklı bir eleştiriydi.

Ancak elitizm, son yıllardaki pek çok muadili gibi, çok yüklü bir kelime. Bilhassa toplumu “elitler ve halk” şeklinde ikiye bölüp kendi politik maceralarında, sosyo-kültürel farklılıkları bir çeşit cephaneye dönüştüren siyasetçilerin elinde, iyiden iyiye ezildi büzüldü ve tabir-i caizse sunturlu bir küfre dönüştü.

Bu dönemde bir çoğumuzun da hoşuna giden “monşer” gibi kelimeler aradaki “farkı” belli etmek için kullanıldı. Karşısına ise “Anadolu evladı”, “halkın çocuğu” gibi ifadeler, sanki “gerçeklik” oymuş da, diğerleri “suni” birer karaktermiş gibi, konuldu. Bir cephede dayanışmayı arttırmanın en iyi yolu, karşı cephedeki dayanışmayı sıklıkla nazara vermektir. “Onlar birbirini hep kollar, biz de kollamalıyız!” hikâyesi. Yine aynı dönemde Şerif Mardin’in Türkiye politikasını anlamlandırmak üzere dünya literatürüne soktuğu “merkez çevre” kavramı da akademik çevrelerden çıkıp günlük matbuatta sıkça zikredilir olmuştu.

Buna göre Türkiye’de politik yapı sıkı bir Kemalist merkezden ve onun dışladığı kesimlerin oluşturduğu çevreden oluşuyordu ve siyaset bir bakıma çevreden merkeze yürüme çabasının adıydı. Nitekim 2002’de AKP’nin sandıktan tek başına iktidar çıkmasını da, Türkiye basını bu şekilde okumuştu. Sabah gazetesinin 4 Kasım 2002 günü başlığı “Anadolu ihtilali” idi mesela. Aynı gün Milliyet gazetesinde Fikret Bila’nın Erdoğan’la bir röportajı vardı ve Erdoğan şöyle diyordu: “Yeni merkez biziz. Her kesimden oy aldık.” Tabi bu başlıklar doğrudan Şerif Mardin’e referans değildi fakat merkez-çevre ikiliği, genel kabul görmüş bir olguydu uzunca süre.

Aslında bunda bir beis de yok. Nitekim Mardin o meşhur makalesine, Edward Shils’ten ödünç aldığı şu cümleyle başlar: “Her toplumun bir merkezi vardır.” Devamında da Shils şöyle der: “Ve merkezler çevreleri birbirine bağlar.” Gerçekten de toplumlar ya da daha küçük topluluklar, ister yönetenler ve yönetilenler deyin, ister önde gelenler ve geride kalanlar deyin, isterseniz elitler ve sıradan insanlar deyin, örgütlenme biçimi içinde bilerek veya bilmeyerek bir “merkez” inşa ederler. O merkez, o toplumun ya da daha küçük toplulukların, genel karakteristiğini ve gideceği yönü tayin eder.

Toplumun ekonomik, kültürel ve sosyal birikimi de o merkezde toplanır. Ancak Mardin’i eleştiren pek çok akademisyenin vurguladığı üzere merkez ve elitler, tek ve belirgin bir çevre olmak zorunda değildir. Büyük şehirler ya da yönetim merkezlerindeki elitlerin yanı sıra, taşranın da kendi merkezleri ve elitleri vardır. Özellikle de geniş coğrafyaya yayılmış toplumlarda. Bu noktada Shils’in cümlesinin ikinci kısmı daha çok önem kazanıyor: Merkez, aslında o taşraları birbirine bağlar ve toplum, bileşik kaplar gibi, kendi için ekonomik, sosyal ve kültürel sermayesinin dolaşımını böylece sağlar.

Burada merkezin sıkça gözardı edilen rolü, toplumsal birikimi kontrol etmek ve yönetmek dışında, toplumsal kesimler arası adil iletişimi/etkileşimi de mümkün kılmaktır. Tabi pratikte bu hiçbir zaman adamakıllı işlemez. Her daim toplum içerisinde “makbul” olanlar ve “istenmeyenler” olur. Her zaman için bazı kesimler çıkıp seslerini yeterince duyuramadığını söyler, merkez de buna olumlu ya da olumsuz bir tepki geliştirir.

Bu, işin sistemsel boyutu. Eğer o elitler arasındaysanız, zaten bir şekilde yapmakta olduğunuz şeyi yapmaya devam ediyorsunuz. İşin bir de “yönetilenler”, “halk” ya da “sıradan insanlar” boyutu var.

Modern toplumlar, çeşitli sosyo-ekonomik katmanlardan oluşur ve fakat bu katmanlar arası bir tırmanma imkânı tanımak için de merdivenler icat etmiştir. Boğaziçi Üniversitesi gibi üniversiteler, bu sistem içinde yürüyen merdiven ya da asansör vazifesi görür. Prof. Murat Sevinç’in yazısında bahsettiği gibi köyde doğup büyümüş bir çocuk, zamanla bambaşka bir zümre içinde yaşamaya başlayabilir.

Bu da, modern toplumun “elit yetiştirme” ihtiyacıyla ilişkili bir durum. Sadece bürokratik olarak değil özel sektörün de ihtiyaç duyacağı şekilde, karmaşık işler yapabilen, belirli bir ekonomik, sosyal ya da kültürel sermayeyi evirip çevirebilecek kabiliyetlere sahip insanlara ihtiyacınız var. Bu insanlar bilim üretebilir, kompleks teknik işler yapabilir, dünyadaki trendleri takip ederek yeni iş imkânları yaratabilir, gazeteci, yazar ya da sanatçı (sinemacı, televizyoncu, ressam vs.) olarak topluma çeşitli şekillerde ilham verebilir.

Bütün bu işler, toplumun uzun erimli yolculuğunda bir gelişim sağlayabilmesi, gelecek nesillerin daha müreffeh daha kültürlü bir hayat sürmesi için çok ciddi öneme sahiptir. Bir öğretmenin, bir çocuğun hayatındaki rolünü düşünün. Yahut gerçekten iyi ve işini ciddiye alan bir müzisyenin, mesela Sezen Aksu’nun, bir toplumun kişisel hafızasındaki yerini hayal edin. Ekonomik sermaye gibi, sosyal ve kültürel sermaye de, işletildikçe değerlenir, birikir ve nesilden nesile aktarılır.

Şimdi, eğer “akıllı” bir toplumsanız, merkezinizde yer alan aktörlerin kelimenin tam manasıyla elit, yani seçkin, kabiliyetli, kendini yetiştirmiş insanlar olmasını istersiniz. Dünyayı iyi tanısınlar, takip etsinler, birkaç dil bilsinler, insanlık tarihine vakıf olsunlar, hatta biraz da kendi kültürlerine eleştirel bakabilsinler ki, varsa eksiklerimizi gediklerimizi gidersinler, istersiniz. Aranızdan öyle elitler çıkması için çabalarsınız.

Onların size benzemesi, sizin için yerinizde saymak demektir. Teknik alanda ilerleme, mevcut teknik aksam üzerine kafa yorup onları beğenmeyip yeni çözümler aramakla mümkündür. Sosyal alanda ilerleme de öyledir; mevcut örf ve âdetlerin, gelenek ve göreneklerin toplumsal etkilerini objektif bir gözle değerlendirip yanlışları görüp yeni hâller üretmek de bu işe dâhildir.

Gelgelelim “elitist” kelimesini zehirleyen şey, bu eleştirel tavrın zaman zaman üstenci ve aşağılayıcı bir ifrata varması. Bunun diyalektiği olarak da, karşımıza “yerli ve milli” denen bela çıkıyor. “Bizden olsun da…” şeklindeki, kabiliyeti değil aidiyeti önceleyen, bu arada da işi ehline vermek konusunda sürekli borçlu çıkan bir anlayış yerleşiyor.

Bir orta yol bulalım demeyeceğim, açıkçası. Çünkü gerçekten akıllı toplumlar, 20. yüzyıl boyunca şeffaf bir merkez inşa etmeye, elitlerle sıradan insanlar arasındaki perdeyi aralamadan bir idare modeli geliştirmeye çabaladı. Kazalar yaşandı; anti-entelektüelizm zaman zaman hortladı, “halkçılık” ile “aydın despotizmi” arasında bir sarkaç gibi sallanıldığı da oldu. Fakat gelişmek isteyen her toplumun o elitlere, ekmek gibi su gibi ihtiyacı var; hem merkezde, hem de taşrada. Üstelik bu elitliğin, sosyal ve kültürel sermaye üretebilme becerisinin, nesilden nesile aktarılmasına, kuşaklar boyu iyi eğitimli, görmüş geçirmiş ailelere de ihtiyacımız var.

Bir köylü çocuğu bir gün Cumhurbaşkanı olabilmeli amenna ama bir toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel sermayesini biriktirecek, işletecek ve aktaracak “elitler” olmadan, tatlı suya hasret göllerin ekosistemi gibi acılaşıyor, kuruyor ve çoraklaşıyoruz. Sosyal ve kültürel sermayesini işletemeyen toplumlar, dünyada esen ekonomik rüzgârda salınan yaprak misali oradan oraya savruluyor maalesef.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin