Düşmanlık hukuku

YORUM | YAVUZ ALTUN

Yakın zamanda Türkiye siyasetinde bana kalırsa en anlamlı jest, İYİ Parti lideri Meral Akşener’le hapisteki Kürt siyasetçi Selahattin Demirtaş arasında yaşandı.

Demirtaş, “Dışarıda olsaydım bir sabah Başak ile birlikte Meral Hanım’ın kapısını çalar ve ‘Kahvaltıya geldik’ derdim,” sözleriyle bir pas attı.

Akşener, şöyle karşılık verdi:

“Şimdi ben Güneydoğu’yu iyi bilirim. Güneydoğu’nun bir özelliği şudur. Kanlın olsa kan davalı birisi olsa kapısı çalındığı zaman o kapıdan içeri alınır. O evin annesi en yaşlısı korur, kollar. Son kapıdan dışarı çıktıktan sonra kan davası devam eder. Güneydoğu’nun böyle bir özelliği vardır.”

Malum İYİ Parti, Türk milliyetçisi bir siyaseti temsil ediyor. Aktörlerinin zihinlerindeki en belirgin meselelerden biri PKK ve etrafında gelişen Kürt hakları hareketine karşı takınacakları tavır. Ancak MHP’den de ayrı yerde durduklarını ifade ediyorlar. Bu ayrı yerde sık sık, “parlamenter sistem” vurgusu yapılıyor. Bununla, bir anlamda “uzlaşma siyaseti” güdeceklerinin mesajını veriyorlar.

Nitekim yol ayrımının 2015’te siyasetin Cumhurbaşkanı Erdoğan için tıkandığı bir noktadan başlaması manidar. Erdoğan, 7 Haziran 2015 seçimlerinde altından kayan halıyı fark etmiş, MHP’yi yanına çekmişti. 1970’lerin meşhur milliyetçi cephe hükümetlerine benzeyen bu yeni ittifak, Türkiye’yi çok partili sistemden “iki ittifaklı” bir modele neredeyse mecbur bırakan başkanlık sistemine götürdü.

O günden beridir Bahçeli ve Erdoğan, “Cumhur ittifakını” Türkiye’nin “doğal hükümeti” (natural government) kılmaya uğraş veriyor. Yani bir başka deyişle müesses nizam. Pratikte sistem bu şekilde işliyor gerçekten de, fakat teoride hâlen meşruiyetini tesis edebilmiş görünmüyor.

Öte yandan bu koalisyon için Demirtaş’ın özel bir anlamı var. Yüzde 10 seçim barajı sebebiyle Kürt partiler uzun süre bağımsız milletvekilleriyle Meclis’e girip içeride grup kurma stratejisi benimsemişti. Demirtaş, 7 Haziran 2015 seçimlerinde bu stratejiyi bir adım ileriye taşıdı.

Böylece hem 2007’den bu yana kilitlenmiş siyasî aritmetiği değiştirmiş oldu, hem de Türkiye muhalefetinde kendiliğinden bir ittifak yarattı.

Her ne kadar KONDA’nın raporuna göre, Demirtaş liderliğindeki HDP’nin barajı geçebilmesinde asıl etkenler AKP’den kopan ve daha önceki seçimlerde oy vermemiş ya da ilk kez o seçimde oy vermiş kitlelerden alınan oylar olarak görülse de, retorik düzeyde, HDP’ye “emanet oy” verilmesi ve her halükârda Meclis’e sokulmasının gerekliliğinin kamuoyunda benimsenmesi, HDP’yi doğal olarak muhalefet bloğunun ayrılmaz bir parçasına dönüştürdü.

Bu hamleye karşılık “milliyetçi cephe” Güneydoğu’da gerilimi arttırma, Demirtaş’ı sanki silahlı kanadın lideri gibi lanse etme ve HDP’li siyasetçilerin meşruiyetini sürekli tartışmaya açma yolunu seçti.

HDP’yi kapatmadan, onun altını oyma stratejisinin bir ayağı, muhalefet bloğunu HDP’den soğutmak için sürekli terör çıpasını kullanmaksa, diğer ayağı Güneydoğu’daki belediyelere kayyım atayarak partinin yerel networklerle ilişkisini kesmek. Böylece partiye verilecek desteği masraflı hâle getirmek.

Nitekim bu planın ikinci ayağı işliyor gibi görünüyor. HDP’nin 2014 yerel seçimlerinde aldığı belediye sayısıyla (102), 2019’da aldığı belediye sayısı (65) arasındaki fark, iktidarın iştahını arttırdı. 31 Mart seçimleri sona erer ermez, kayyım atamalarına başlandı. Bugün gelinen noktada, HDP’nin elinde sadece 6 belediye kaldı.

Yine de ama iktidar HDP’yi muhalefet bloğundan koparabilmiş değil. Bu kez ciddi ciddi HDP’yi kapatmayı, muhtemelen önemli sayıda siyasetçiye de siyaset yasağı getirmeyi planlıyor.

Cumhur ittifakı gücü paylaştığı için fikir ayrılıklarını sineye çekebilecek manevra alanına sahip. MHP, ufak tefek hamlelerle alanını genişletiyor, bugün olmazsa yarın istediklerini alabiliyor. Ayrıca destekçilerini bürokrasiye kanalize edebiliyor. Millet ittifakı ise bir hayalin peşinde koştuğundan, çabucak hayal kırıklığına dönme ve safların ayrışması tehlikesini ensesinde hissediyor.

Ancak Meral Akşener’in “Kan davalısı da olsa kapıyı çalan içeri alınır” sözünü alınganlık göstermeden kabullenen Demirtaş’ın tavrı, bu tabloda ümit verici ve bununla birlikte kanaatimce muhaliflere de bir yol gösteriyor.

Peki, nedir o yol?

Daha evvel muhalefetteki aktörlerin aralarındaki husumeti, tabiri caizse, savaş baltalarını gömmelerinin zorluğundan bahsetmiştim. Öyle birkaç kez bir araya gelmekle, oturup konuşmakla çözülemeyecek kadar derin meseleler var.

Ancak bu aktörler her şeye rağmen bir araya gelip bir “düşmanlık hukuku” üretebilir. Farklılıkları, anlaşmazlıkları hatta karşılıklı garezi yok saymak yerine, bunları kucaklayarak, bunlara rağmen nasıl konuşulacağını, nasıl ortak bir zemin bulunabileceğini topluma gösterebilirler.

Bunun yanında neden ittifak hâline olduklarını, bu ittifakın sınırlarını, anlaşmazlıklarını kamuya açabilir, böylece birbirine paralel topluluklar hâlinde yaşayan Türkiye halklarının önüne bir vizyon sermiş olurlar.

Bu neden önemli?

Öncelikle muhalefetin dağınık görüntüsünün giderilmesi gerekiyor. Şu an güçlü bir iktidara karşı metanetli bir direniş seddi gibi değil, seçime kadar zoraki yan yana gelmiş beş benzemez gibi davranıyorlar.

Bu da toplumda sıklıkla “Acaba gerçekten de muhalefetin bir stratejisi var mı?” sorusunun sorulmasına sebep oluyor.

Öte yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gündem belirleme paletinin zenginliği (dış politika), siyasetin temposunu belirleme imkânlarına (yargı) sahip olması, muhalefetteki dağınıklığı daha da görünür kılıyor.

Mesela MetroPOLL anket şirketine göre Eylül ayında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görev onayı 4.4 puan artış kaydetti. Ekonominin daha iyiye gitmediği, pandemiyle birlikte belirsizliklerin arttığı bir dönemde bunu neye yormak gerekir?

Muhalefet, dış politikayı ciddiye almamaya, “milli mesele” söylemiyle seçmene ben bu işte yokum demeye devam etsin ankette bu artışın “Doğu Akdeniz politikası” sebebiyle olduğu notu düşülmüş. Azerbaycan-Ermenistan çatışmasının, bir sonraki ay yine iktidarın hanesine artı yazacağını da beklemek gerekir.

Gündemi ekonomiden azıcık başka yöne çevirdiğinizde muhalefet tel tel dağılıyor. Ne diyeceğini bilemez hâle geliyor. Bunun en büyük sebebi, hem birbirleriyle hem de toplumla iletişim hâlinde olmamaları.

Dış politika konusunda CHP, İYİ Parti ve HDP’nin birbirinden farklı düşündüğü aşikâr. Ancak bu farklılığı, bir kamusal tartışmaya tahvil edebilmeniz gerekir. “Devletin itibarına gölge düşürmeyelim” dediğiniz noktada, o “devlet” sandığınız şey, TBMM’nin kapısına dev Erdoğan posterini koyarak sizi daha da köşeye sıkıştırır.

Bilakis, “halkın temsilcisi” olduğunu unutmayarak muhalif partiler, aralarında bu meseleleri tartışıp ortak tepki koymakla mükellefler.

İktidarı besleyen en önemli dinamiklerden biri bu tarz mütecaviz hamleler. Bunlara karşı itidalli olmak yolunu seçmiş olabilirsiniz ama yok saymak, güçsüzlük göstergesine dönüşür.

Osmanlı’nın yıkılışıyla iktidarın halka transferi imkânı doğmuş, erken dönem Cumhuriyet uygulamaları ve ardından gelen darbe dönemleri bu imkânı yok etmişti.

Şimdi yeniden böyle bir imkân doğmuşken, bunu iyi değerlendirmek gerekiyor. Bürokratik dayanaklarını kaybettiği düşünülen Kemalizm’in artık “sivil bir düşünce” olarak yeniden dirileceği analizini yapanların beklentisi buydu.

Ancak gelinen noktada, muhalefetin hâlen sırtını gerçekten de topluma yaslayacak bir siyaseti geliştiremediğini görmek gerekiyor.

Toplumu Erdoğan karşıtlığında birleştirmek kolay. Ekonomik darboğazın etkisiyle Cumhur ittifakının oy kaybedeceğini beklemek de öyle. Gelgelelim, ekonomi varyantının hemen yanına başka şeyler eklendiğinde, seçmen davranışının değişebildiği de tarihteki örnekleriyle sabit.

Demirtaş’ı farklı kılan böylesi sistemsel kilitlenme noktalarında yeni bir yol işaret edebilmesi yahut doğrudan inisiyatif alarak taze bir politik hamle üretebilmesiydi. Cezaevinde olduğu hâlde CHP ve İYİ Parti’de dillendirilen “güçlendirilmiş parlamenter sistem” tartışmasına katkı yapması bunun örneklerindendi.

Yine Akşener’le riskli bir diyalog kanalı açmasının amacı da bu.

Türkiye gibi paralel topluluklardan oluşan bir halkın kısa vadede “kardeşlik” eğilimi göstermesi imkânsız. Bunun yerine işte “düşmanlık hukuku” konulmalı. Muhalefet farklılıklarını yan yana gelip dillendirmeli. Cumhur İttifakı’nın herkesi “aynılaştıran” siyasetine, toplumdaki çok parçalılığı öne çıkaran ve bununla övünen bir siyaset konulabilir.

Ama bu da konuşarak olacak. Sembolik, sloganvari, gazete manşetlerine malzeme verecek konuşmalar yerine, samimi, gerekirse sosyal medya kanallarından insanlara tek tek ulaşarak, Whatsapp gruplarına sızarak, Instagram’da TikTok’ta toplumun karşısına çıkarak, “biz farklıyız ve bir arada yaşayabiliriz” diyerek iletişim kurulmalı.

Muhalefet gerçek bir umut olmak istiyorsa kravatı çıkarıp kolları sıvamalı. Ankara ağzıyla değil sokak ağzıyla konuşmalı. Zoraki müttefik olarak değil bilinçli biçimde birbirinden ayrışan aktörler olarak bir araya gelmeli.

Risk almalı. Konforlu ve güvenli yollar tıkandı.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin