Dün Takrir-i Sükûn, Bugün OHAL [Dr. Serdar Efeoğlu]

Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından “Allah’ın bir lütfu” olarak değerlendirilen 15 Temmuz başarısız darbe teşebbüsünden sonra OHAL Kanunu ile Meclis devre dışı bırakıldı. Çok geniş yetkiler elde eden AKP Hükümeti, çıkardığı KHK’larla ülkeyi yeniden yapılandırma sürecine girdi. Kırk beş günde biteceği ifade edilen OHAL’den vazgeçilmeyerek iki defa uzatıldı. Hükümetin darbecilere yönelik tedbirler alması beklenirken her alanda düzenlemeler gerçekleşti. Ayrıca gazeteciler, akademisyenler, işadamları, hatta ev hanımları tutuklanarak toplumun bütün kesimlerini hedef alan uygulamalara hız verildi.

OHAL türü uygulamalar devletin bütün yapılarını şekillendirme ve toplum mühendisliği adına iktidarlara büyük fırsatlar sunmaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarında benzer uygulamalar yapılarak devlet tepeden tırnağa şekillendirilmişti. İlk aşamayı saltanatın ve halifeliğin kaldırılması ile yüzelliliklerin sınır dışı edilmesi oluşturmuş, ancak bunlar yeterli görülmediğinden muhalefetin tasfiye süreci devam etmişti.

İKİNCİ MECLİS: ‘DİKENSİZ GÜL BAHÇESİ’

1 Nisan 1923’de “vatan kurtaran” ilk TBMM’nin yenilenmesi kararı alınarak İkinci Meclisin “dikensiz bir gül bahçesi” olması amaçlandı. Buna rağmen Mecliste bir muhalefet partisi ortaya çıktı ve Kazım Karabekir önderliğinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) kuruldu. Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) ve TCF arasında ekonomi dışında temel yaklaşımlar yönüyle çok farklılık yoktu. Bu sırada İstanbul, muhalefet merkezi gibi hareket etmekte ve bazı gazeteler bu konuda öne çıkmaktaydı.

Cumhuriyetin kurucu kadrosu hızlı bir reform sürecine girerek yeni devleti ve toplumu bütün değerleriyle dönüştürmeyi amaçlamıştı. Bunun için muhalefetin susturulması gerekiyordu. Bu aşamada Hükümete 1925 Şubat’ından Haziran ayına kadar devam eden Şeyh Sait İsyanı tarihi bir fırsat verdi. İktidar partisi, bölgesel nitelik taşımasına rağmen isyanı büyük bir kalkışma olarak değerlendirdi. TCF’nin Anayasaya aykırı olduğuna dair itirazlarına rağmen 4 Mart 1925’de Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı.

Kanun; “Birinci Madde- İrticaa, isyana ve memleketin sosyal düzenini, huzur ve sükûnunu, emniyet ve asayişini bozmaya sebep olacak her türlü teşkilat ve tahrikâtı teşvik ve teşebbüs ve yayınları; Hükümet, Cumhurreisinin tasdikinden sonra re’sen ve idareten yasak etmeye mezundur. İşbu fiilleri işleyenleri Hükümet İstiklal Mahkemesine verebilir. İkinci Madde- İşbu kanun neşri tarihinden itibaren iki yıl müddetle yürürlükte kalacaktır…” şeklindeydi. Hükümet “irtica, isyan ve asayişi bozma” gibi gerekçelerle olağanüstü yetkilerle donatılıyor; muhalif bütün girişimleri ve basını yargı kararı olmaksızın susturma imkânı elde ediyordu. Muhaliflere gözdağı olarak önceki uygulamaları çok büyük eleştirilere neden olan İstiklal Mahkemeleri devreye giriyordu. Şark İstiklal Mahkemesi’nin verdiği idam kararları Anayasaya aykırı olarak Meclis yerine Bakanlar Kurulu onayı ile infaz edilecekti.

‘ARA SIRA KANUN ÜSTÜNE DE ÇIKARIZ’

İki yıl kadar çalışan Şark İstiklal Mahkemesi etrafa korku salarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu halkını, hatta gazetecileri sindirmeyi başardı. Kırşehir mebusu Lütfi Müfit tartışmalar sırasında “Bizim belli bir amacımız vardır. Ona varmak için ara sıra kanun üstüne de çıkarız” diyordu. Şark İstiklal Mahkemesi TCF’nin Urfa sorumlu sekreteri Emekli Yarbay Fethi Bey’i isyanda suçlu bularak beş yıl hapis cezasına çarptırdı ve muhalif fırkanın mahkemenin yetki alanına giren şubelerini kapattı.

Parti, programındaki “Fırka itikad-ı diniyeye hürmetkârdır” maddesiyle isyanı tahrik ettiği iddiasıyla Ankara İstiklal Mahkemesi’nin talebi üzerine Bakanlar Kurulu kararıyla kapatıldı. TCF’nin kapatılması ile Türkiye’deki ilk çok partili hayat denemesi başarısız oldu. Halk Fırkası’nın karşısında siyaset yapabilecek ve halkın sevdiği Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Rauf Bey ve Refet Paşa gibi Milli Mücadelenin liderleri siyasi hayattan tasfiye edilme ile karşı karşıya kaldılar.

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ AYAKLAR ALTINDA

Takrir-i Sükûn Kanunu, bir ülkenin yönetim şeklinin anlaşılmasında temel bir ölçü olan basın özgürlüğüne önemli bir darbe indirdi. İstanbul’da yayınlanan Tevhid-i Efkâr, İstiklal, Son Telgraf, Press de Soir, Aydınlık, Orak Çekiç, Sebilürreşad ve Vatan gazeteleri kapatıldı. Bu gazetelerin bir kısmı Ankara Hükümeti’ne mesafeli davrandıkları için, bazıları da dini ya da sosyalist düşünceleri savunduğundan yayın hayatlarına son verildi. İlginç olan gazetelerin yargılama olmaksızın Bakanlar Kurulu kararı ile kapatılmasıydı. Hükümet bununla yetinmeyerek birçok taşra gazetesini de aynı nedenlerle kapattı. Kapatma kararlarında kıstas “muhalif olma” idi. Örneğin yerel bir gazete olan “Keskin” gazetesi inkılâpların yanında olduğunu açıklamasına rağmen yolsuzluk, halka karşı yanlış davranış ve adam kayırmaları gündeme getirmeye devam ettiğinden kapatıldı.

Muhalif Tanin gazetesinin başyazarı Hüseyin Cahit siyasi konular yerine Malta hatıralarını yayınlayarak gazeteyi kapatılmaktan kurtarmaya çalıştı. Ancak gazete, “Terakkiperver Fırkası Şubelerine Baskın” başlığıyla çıkınca kapatıldı. Hatta Bulgaristan’da yayınlanan “Koca Balkan” ve Yunanistan’da çıkan “Politiki Erena” adlı gazetelerin ülkeye sokulması yasaklandığı gibi getirenlerin İstiklal Mahkemelerine sevk edilmesi kararlaştırıldı. İçişleri Bakanı Cemil Bey gazetelerin “komünistlik, dini siyasete alet etme ve yalan haberlerle kamuoyunu yanlış yönlendirmek ve yönetim şekline aykırı fikirleri savunmak” nedenleriyle kapatıldığını ifade ediyordu.

4 YIL YÜRÜRLÜKTE KALDI

Bu kanun, iki yıl için çıkarılmışsa da uzatılarak dört yıl yürürlükte kaldı (1925-1929). Atatürk sürenin uzatılmasında amacın istibdat değil, “milletin ve cumhuriyetin yüksek menfaatleri” olduğunu ifade etmekteydi. Kanunun Hükümete sağladığı olağanüstü yetkiler sayesinde devrimler çok rahat bir şekilde gerçekleştirildi. Tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı, tarikatlar yasaklanarak sosyal hayatın laik bir karakter kazanması sağlandı. Şapka devrimi ile Batı dünyasının kıyafetini almada önemli bir adım atıldı. Miladi takvim kabul edilerek Rumi ve Hicri takvimden vazgeçildi. İsviçre’den alınan Medeni Kanun ve İtalya’dan alınan Ceza Kanunu ile hukuk sistemi Batı normlarına göre düzenlendi. 1928’de Arap harflerinin yerine Latin harfleri kabul edildiği gibi İstanbul’da ilk Türkçe hutbe okundu ve “devletin dini İslamdır” maddesi Anayasadan çıkarıldı. Bu devrimler esnasında Mecliste muhalif ses duyulmadığı gibi basın tamamen Ankara’nın güdümüne girdiğinden kamuoyundan bir tepki gelmedi.

İsmet Paşa hatıralarında Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklal Mahkemeleri gibi vasıtalara başvurmadan Cumhuriyetin ve yeni rejimin korunmasının mümkün olmayacağını belirtiyordu. Kanun pek çok kişinin sürgün edilmesine de imkân hazırladı. Bediüzzaman Said Nursi 1926 Şubat’ında Van’dan alınarak kızaklarla önce Erzurum’a, daha sonra Trabzon’dan deniz yoluyla İstanbul’a, oradan Burdur’a götürüldü ve hayatının sonuna kadar devam edecek sürgün hayatı başladı.

EN RADİKAL DEĞİŞİKLİKLER YAPILDI

Takrir-i Sükûn Kanunu bölgesel bir isyan üzerine çıkarılsa da bütün ülkeyi ilgilendiren uygulamalar yapıldı. İdam kararları ile Kürt muhalefetine önemli bir darbe indirildi. TCF’nin kapatılmasıyla Atatürk-İsmet Paşa-Fevzi Paşa triumvirasına karşı çıkabilecek en önemli lider kadro tasfiye edildi. İstanbul basını bazı yazarların tutuklanmasıyla Ankara’nın çizgisine geldi ve taşra basını bile bu baskıdan kurtulamadı. Sol ve dini içerikli yayınların kapatılması ile bu iki kesime önemli bir mesaj verildi. Dört yıl süren uygulama boyunca oluşturulan korku ortamı ile en radikal devrimler kamuoyunda bir tepki olmaksızın gerçekleştirildi.

Günümüzde AKP iktidarı da OHAL sayesinde yıllardır eleştirdiği Tek Parti rejiminin uygulamalarını tekrarlamaktadır. 1925-1929 yılları arasında olduğu gibi Meclisin devre dışı kaldığı, muhalif siyasetin ve basının susturulduğu bir dönem yaşanmakta, OHAL uygulaması ile darbeyi yapanlarla mücadele etmesi gereken Hükümet eğitimden orduya, sağlıktan maliyeye çeşitli icraatlar yapmaktadır. Özellikle bir cadı avına dönüşen ve bütün muhalif kesimleri kapsayan ihraç ve tutuklamalar şu anda Tek Parti devrini aratacak durumdadır. Hükümete düşen bir an önce bu yanlışlıklardan vazgeçmesi ve otoriterleşme yerine demokrasi, hukuk ve insan haklarını temel prensip olarak benimseyerek gereklerini yerine getirmesidir.

Kaynaklar: H. Çakır, Takrir-i Sükûn Mağduru Bir Taşra Gazetesi”, İÜİFD, S. 14 (2002); S. Şen, Takrir-i Sükûn Kanunu’nun Kapattığı Gazetelerden Biri: İstiklal, MÜTAE Yüksek Lisans Tezi (2010); H. Kutlu, Şark İstiklal Mahkemesinde Takrir-i Sükûn Kanununun Uygulanması, İÜ SBE Yüksek Lisans Tezi (2007).

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Tıpa tıp aynı.
    O dönemle bu dönem hedeflenenler, yaşananlar, netice vb. başlıklarda daha detaylı incelenebilir. Geçmişte yaşananların sonucunda baskıcıların kısa-orta-uzun vadeli amaçlarına ne ölçüde ulaştıklarına bakılarak günümüzden geleceğe bir projeksiyon tutulabilir.
    Baskıcı islamcı zihniyet bin yıl mı sürecek yoksa yaşananlar bitişin başlangıcı mı…

  2. Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
    Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
    “Tarih”i “tekerrür” diye tarif ediyorlar;
    Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

    Diyor çokça örnek verdikleri Akif.
    Keşke örnek verdikleri kadar örnek de alabilselerdi..

  3. Yazıda yazar Takrir-i sükûn kanunu ile OHAL benzetmesini yapmış. Takrir-i sükûn kanunu zamanlarında yeni bir yönetim şekli tesis edilmiş ve yeni bir rejim kurulmuş. OHAL ile yapılmak istenen hep seslendirilen ‘yeni Türkiye ‘ yolunun kilometre taşları mı döşeniyor. Yazardan günümüze bakan yorumlar da bekleriz…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin