‘Dini delik deşik etmeye hakkımız var mı?’

YORUM | AHMET KURUCAN

(Fıkıh-ahlak birlikteliği-6)

Fıkıh-ahlak birlikteliği seri yazılarımda sona doğru geldik. Başlangıçta hiç bu kadar uzun süreceğine ihtimal vermiyordum. Batı ülkelerinde sosyal yardım kesilmesin düşüncesiyle kanuna karşı hile diye adlandırabileceğim bir soruya cevap verme adına başladığımız seri okuyucu-yazar etkileşimi ve iletişimi ile çok farklı boyutlara taşındı. Olsun. Umarın faydadan hali olmamıştır.

En son yazımı “Hocaefendi’nin 1990 yılının 24 Kasım’ında Amerika’dan Türkiye’ye dönüşte uğradığı Hollanda’da yaptığı bir konuşmaya değineceğim,” diye bitirmiştim. Öncelikle onu tashih edeyim. Aşağıda kendisinden yapacağım iktibası orada dile getirdi diye aklımda kalmış. Halbuki söz konusu Avrupa seyahatinin anlatıldığı bir metinde 15 Aralık 2013’de yaptığı bir sohbetten iktibasta bulunulmuş. Fakat ele aldığımız konu ve muhteva açısından bir değişiklik söz konusu değil.

BU YAZIYI YOUTUBE’DA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

90’lı yıllar Avrupa’ya 60’lı yıllarda işçi olarak giden Anadolu insanının artık geri dönmemek üzere yaşadıkları ülkelere yerleşmeye başladığı yıllardı. Kendileri dönse bile orada doğup büyüyen çocuklarının ve torunlarının dönmeyeceği âşikardı ve göçmen aileler daha önceden idrakine vardıkları bu gerçekle yüzleşmeye başlamışlardı.

Malum dini ve kültürel kodlar adına Türkiye hamurunun hakimiyetini sürdürdüğü o yıllarda Diyanet başta olmak üzere İslami cemaatler birer ikişer varlığını o ülkelere de taşımıştı. Temel amaç Anadolu insanının dini kimliğini korumaya yardım etmekti ve tabii ki takdire şayandı. Ama bu durum beri tarafta rekabet ortamını da doğurdu. Klişe tabirle “dine hizmet edeceğim” diye Avrupa’ya taşınan bu cemaatler birbirlerini rakip olarak gördüler ve müthiş bir ayrışma yaşandı. Aslında olan şuydu: Türkiye zihniyeti ve atmosferi Avrupa’ya taşınmıştı.

Bu bir tarafa bundan daha önemlisi içinde yaşanılan yeni sosyal ortamın farkına varılamaması oldu. Hoş, Türkiye’de de varılmış değildi ama nüfusun büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkede bir yere kadar bu durum tolere edilebiliyordu ama Müslümanların azınlık olarak yaşadığı, dini, sosyal ve kültürel ortamın çok farklı olduğu bir zeminde bu zihniyet çok köhnemiş olarak şu yüzüne çıkıyor ve insanımızı yaşadığı zamanın ve mekanın dışına atıyor ya da gettolaşarak yaşamasına vesile oluyordu. İşin daha da garibi bunu insanımıza hizmet edeceğiz, dini kimliklerini muhafaza da yardımcı olacağız diye gelen Diyanet de dahil bütün cemaatler ve tarikatlar yapıyordu. 1990 yılında Ramazan’da din görevlisi olarak bir aylığına Almanya’ya giden ben bu durumu çok net olarak görmüş ve ürpermiştim.

Neden bahsediyorsun diyebilirsiniz? Bir iki örnek vereyim: Birçoklarına göre Almanya daru’l harpti ve daru’l harpte faiz almak caizdi. “Gavurun malı deniz yemeyen domuz” felsefesi ile hareket eden bir çok insanımız vardı ve nereden bakarsanız bakın değil İslam ile insanlıkla da alakası olmayan bu deyimle ticari ahlaksızlıklarına, haksız kazançlarına meşruiyet kazandırmaya çalışıyorlardı. Hep yaz aylarında Türkiye’ye izne gitmek için rüşvet vermek sevaptı. Önceden planlanmış trafik kazaları ile sigorta şirketlerini kandırarak yeni araba alacak kadar tazminatlar alma sıradan bir işti. O ülke vatandaşı olmanın Türkiye’ye ihanet olacağı inancı hakimdi. Ve daha neler. Herkes böyle miydi? Elbette hayır. Ama böylesi yaklaşımlarla hayatlarına yön veren insanların varlığı hiç de küçümsenecek sayıda değildi.

İşte tam o yıllarda Hocaefendi Avrupa’ya ikinci ziyaretini yapıyordu. 1970’li yılların ikinci yarısında başlayan Hizmet faaliyetlerini yerinde görüyor ve Hizmet insanı diye karşısına çıkan insanlarımızla hasbihalde bulunuyordu. Söylediği şeyler o güne kadar başka dini çevrelerde söylenenden farklıydı. “Başka cemaatlerle rekabete girmeyin” diyordu mesela. “Bir yerleşim yerinde mevcut cemaati istiab edecek cami varsa, o cami hangi dini cemaate ait olursa olsun gidin namazını orada eda edin ve başka bir cami açma çabasına girmeyin”  diyordu. Türkiye’ye dönme değil oralarda kalıcı olmalarını, tashihi niyette bulunmalarını, çocuklarını üniversitelerde okutmalarını ve vatandaş olup seçme ve seçilme hakların sahip olmalarını öneriyordu. Ve konumuzla alakalı olarak da daru’l harb diyerek, gavurun mali deniz diyerek meşrulaştırmaya çalıştıkları her türlü haksız kazanca hayır diyerek onların ellerindeki sözde delillerini teker teker alıyordu. Her zaman olduğu gibi doğruluktan, sadakatten kat’i surette vazgeçmemelerini, bunun Müslümanın en bariz vasfı olduğu üzerinde duruyordu. Aksi bir davranışın dine vereceği zarar ve onda açacağı kapatılamaz gedikten bahsediyordu.

İsterseniz aynı muhtevaya sahip olduğu için 15 Aralık 2013 tarihinde “Doğruluk, Sadâkat ve İş Hayatının Sadıkları” başlıklı Bamteli sohbetinden bir iktibasta bulunayım: “Birilerini aldatırsak, esasen farkına varmadan dinimizin sinesinde bir yara açmış oluruz. Biz şahsî hayatımız itibarıyla doğruluğu deldiğimiz takdirde hiç farkına varmadan karşı tarafın düşüncesinde, anlayışında, bakışında, dinde bir delik açmış oluruz; ‘Bu din de delik!.. Bunda da boşluklar var’ derler…”

Devamında da şunları söylüyor: “Allah’ın emrettiği gibi dosdoğru olursanız, sözde, tavırda, davranışta, konuşmada, telkin ettiğiniz şeylerin arkasında olmakta ve yaptığınız şeylerde istikameti korumada başkalarını imrendirirsiniz, kendinizi ütopya yaşanan bir dünyadan gelmiş gibi gösterirsiniz ve ‘Keşke biz de bu dünyaya akabilsek!’ dedirtirsiniz. Fakat -hafizanallah- bir tarafta bir boşluk, hakkaniyetsizlik, yalan olursa, milletin bakışı da ona göre olur, ‘Demek ki bunların din adına dayandıkları temel sistemlerde böyle boşluklar var’ der ve dinden nefret ederler. Kimsenin hakkı yoktur insanları dinden nefret ettirmeye. Bizim vazifemiz; Allah’ı, Peygamber’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur’an’ı ve dini sevdirmektir, bu da sizin bu mevzudaki istikametinize vabestedir. Aksi takdirde, Devr-i Risalet Penahi’den bu güne kadar gelen hakiki mü’minler, Allah’ın huzurunda, bu türlü insanlardan davacı olurlar, ‘Biz bu emaneti bizden sonrakilere arızasız, kusursuz, delik deşik etmeden verdik, ama onlar onu kalbur gibi delik deşik ettiler, her gayr-i meşruyu meşru saydılar, insanları dinden kaçırdılar, davacıyız Allah’ım,’ derler.”

2022’ye girmek üzereyiz. Aradan geçen 32 yıl içinde köprünün altından çok sular aktı ve şimdi işçi değil mülteci pozisyonuyla yine Avrupa ülkelerinde insanımız. Bu pozisyon düne nispetle çok daha fazla dikkati gerektiriyor. Öyle ki kanunu delmek için yapılan bir hilenin ya da göstere göstere yapılan bir sahtekarlığın hem kendisine hem yakın ve uzak çevresine hem ait olduğu ya da nispet edildiği topluluğa, topluma, millete ve dine zarar vereceği bir pozisyon. Öyleyse… Üç nokta koyup burada bitiriyorum.

Özetle ifade edecek olursam, dini inancı ne olursa olsun insan olan herkes milyonların hakkını velev ki bir kuruş bile olsa gasp etmemeli, haksız bir kazancı boğazından geçirmemeli, üzerine elbise olarak giymemeli ve cebine para olarak koymamalıdır. Hele bu insan bir Müslüman ise hassasiyetini zirveye taşımalıdır. Şahıslar böyle davrandığı gibi tüzel kişiliğe sahip kurumlar da böyle davranmalı ve haramın zerresi insanlığa hizmet diye yola çıkan bir kurumun kasasına girmemelidir. İdeal olan budur. Bunu realize edecek olanlar ise melekler değil aksine sen, ben, o, siz, biz, onlar yani insanlardır.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

12 YORUMLAR

  1. Bizzat kendinizi mihenge vurmadan yaptiginiz ve “ust perdeden” gelen degerlendirmeler,

    helal kazanmis, helalinden yemis, helalinden himmet etmis, helalini kazanamadigi icin ac kalmis bircok namuslu insani, haram yiyerek semirmis kimi namussuzlarla birlikte zan altinda birakiyor.

    Elbette, “insan olan herkes milyonların hakkını velev ki bir kuruş bile olsa gasp etmemeli, haksız bir kazancı boğazından geçirmemeli, üzerine elbise olarak giymemeli ve cebine para olarak koymamalıdır”. Amenna…

    Sizin konumunuzdaki biri boyle bir cumle kurdugunda, ve dahi bunu yazi dizisine cevirdiginde, ister istemez,

    “kanunu delmek için yapılan bir hileler” ya da “göstere göstere yapılan sahtekarlıklar” konusunda, hizmet hareketine nispet edilen insanlarin topyekun ya da cogunlugu itibariyle hassasiyetlerini kaybettikleri izlenimi olusur / olusuyor.

    O yuzden oncelikle kendi muhasebenizi paylasmalisiniz okurlarinizla. Ornegin, demelisiniz ki:

    “Bulundugum konumu, hayatim boyunca nakite donusturmedim.”

    “Hak etmedigim bir parayi, ya da maasi almadim.”

    “Konumum itibariyle bana amade olan insanlarin imkanlarini kullanarak mulk edinmedim.”

    Bunlari dediginiz / diyebildiginiz takdirde, soyledikleriniz daha tesirli olacaktir.

    • İlme ve vicdana dayanan değerlendirmeler neden üst perde olsun? Meseleyi şahsileştirmesi yazıyı daha basitleştirmez miydi? Daha insaflı eleştiri lütfen

      • Bizzat kendinizi mihenge vurmadan yaptiginiz ve [dolayisiyla da] “ust perdeden” gelen degerlendirmeler…

        Bilakis, boyle bir meselede kendi muhasebesini muhatap kitlesinin onune koyup, kendisinin, bahsettigi “suyu-u vukuundan beter” gayr-i ahlaki uygulamalardan beri oldugunu gostermesi, ilme ve vicdana dayaniyor gibi gorunen degerlendirmelerinin laf-i guzaf olmadigina isaret eder.

        Zor olmasa gerek…

  2. Cok sayin hocam,
    Dini delik desik etme konusundaki yaziniz cok önemli bir zümreyi es gecmiyor mu? Mesela bakin Avrupa gecmisimizde insanlari ahlaki anlamda yönlendirme konusunda Hizmet disindaki cemaatlere 1990 yilinda bi cirpida farkettiginiz ahlaksizliklar üzerinden vurmussunuz.

    Oysa HE´nin o 1970li yillarin ikinci yarisindaki mesaji üzerinden Hizmetin önde gelenlerine bir mesajiniz, degerlendirmeniz yok. Demek ki islerini dört dörtlük yapmislar. Ne diyeyim insallah mesajinizin muhatabi olan muhacirler o mesaji sahiplenirler de insanlar en azindan kiyas yaparak aradaki farki görürler.

    Cok sayin hocam su konulari da ahlaki yönden degerlendirmenizi istirham edicem:

    -“Baska cemaatlerle rekabete girmeyin’ sözünü istismar edip selamı-sabahı kesmek, ‘Kendi sofranıza oturun’ sözünü istismar edip kendi çalıp kendi oynamak, entegrasyonu kendi başına yapmak, bilimi kendi başına yapmak, eğitimi kendi başına yapmak, ticareti kendi başına yapmak ve böylelikle sadece Hizmet insanının işine yarayan iş kolları ve sektörler oluşturmak, dış dünyadan bihaber olmak, sadece ehli dünya denen kitle ile belli kalemler üzerinden irtibata geçmek ve onları bilgiden, birikimden, tecrübeden yoksun bir yapıya dahil etmeye çalışmak.

    -Hizmeti sürekli „Hizmet almak“ seklinde degerlendirip insanlarin sadece cebine odaklanarak sadece mütevelli olabilecek insanlara odaklanmak, yardıma muhtaç fertleri, gelecek vaat eden gençleri es geçmek, bunun yerine bütün hayır ve eğitim işlerini kendi okullarına, dersanelerine, Kimse Yok muya kilitlemek ve kendi tabanına iyiliği, yardımı yanlış öğretmek, çok yanlış bir karakteristiğe sahip, kendi yapıp ettikleri dışındaki her şeye duyarsız bir toplum üretmek.

    -Dini duygu sömürüsü yapıp yalan konuşmak. Herhangi bir eğitim projesi için gerekli olan afaki miktar haliyle toplanamadığında şu büyük abimizin vizesini vermiyorlar, şu kadar para lazım, yoksa Türkiye’ye gönderecekler diyerek o parayı ne pahasına olursa olsun toplamak.

    – ‘Benim gazetem’, ‘Benim dergim’ diyerek başında bulunduğu yayını gölgede bırakma ihtimalini gördüğü yeni yayınları türlü kulislerle, ABD’den geldiği iddia edilen türlü mesajlarla bitirmek.

    -Çalışanlarına işine gelince çalıştı veya çalışmadı veya part-time çalıştı şeklinde işlem yapmak,

    – Musluğun başına geçip agresif harcamalar yapmak, olmadık krediler çekmek, bitmedik inşaatlar yükseltmek, şaşaaya, debdebeye doymamak.

    – Sureti haktan görünüp Hizmet adına gençleri tamamen pragmatik bir zihniyetle kendi gününü kurtarma yolunda sarfedip geleceklerini telef etmek.

    – Bir doğruyu kendi insanı söyleyince kulakları tıkayıp, Şahin Alpay, Mehmet Altan söyleyince şak diye yapmak.
    -Aile uzmanı, biyoenerji uzmanı diye elinde tek bir diploması dahi olmayan insanları sahaya salmak

    Çok sayın hocam, şu an hakim olan zihniyetin dilinden konuşayım, Erdoğan bitip her şey düzeldiğinde bu devran böyle dönsün mü, ağzında her daim her bir durum için hadis, ayet, Bediüzzaman veya HE aforizması bulundurabilen, evet bu denli duygusuz bir şekilde yetiştirilip sohbetlerin, kurumların başına geçirilen insanlar kaldıkları yerden devam etsinler mi? Fıkıh-ahlak birlikteliğine burda ihtiyaç yok mu diyorsunuz?

    Çok sayın hocam siz hiç Hizmet içi eğitim diye bir şey duydunuz mu? Yok kampları kastetmiyorum. Örnek olmaktan bahsediyorum. Hani anne-baba yapıp ettikleriyle çocuklarını şekillendirir ya. Sizce abilerin şakirtleri şekillendirmesi diye bi şey yok mu? Üzüm üzüme baka baka kararmadı mı? Hizmette her şey yukarıdan aşağıya doğru geldiğine göre bu karakteristik özelliklerin de yukarıdan aşağıya gelmiş olması gerek miyor mu?

    • Yazarın dilindeki bazı ifadelerin yumuşatılması ve genellemelerden uzaklaştırılması elzem görünüyor. Ancak Gargamel mi Şirin mi ne olduğunu anlamadığım bu şahsın yorumları çok daha genellemeci ve haksız ithamlar içeriyor. Hizmet içinde de dışında da bahsedilen davranışlar kabul edilemez. Sanki yazar “bunları Hizmet içinde biri yaparsa makbuldur” demiş gibi esip yağmışsınız. Bu eleştiriler her zaman ve kişi için geçerli. Nokta.

  3. Şöyle kurumların başındaki ve abi denen insanlara baktığımda hizmetin neden bu halde olduğunu daha iyi anlıyorum. Abi denen insanların bir çoğu kendi menfeatini
    düşünüyor veya olabildiğince kibir içindeler. El birliğiyle Tr yi bitirdik sanırım Avrupa ve ABD deki hizmeti de bitiririz. Ben de karar verdim ben bunların yönettiği hizmetten değilmişim zaten. Bana müsade.

  4. Diğer taraftan hocamızın 1990 yılındaki Almanya tecrübesini bir ayla sınırlı olmasına rağmen abarttıgını düşünüyorum. Bir kere İslami cemaatlerin Avrupa ülkelerinde rekabet ortamı doğurduğu, hele hele insanları ayrıştırdığı çok doğru değil. Türkiye’de olması gereken oldu ve insanlar hangi düşünceye yakınsa oraya yöneldi.

    Bunun dışında Milli Görüşçü biri Süleymancı akrabasıyla selamı-sabahı kesmedi. Amman ayrışmasınlar diye Kenan Evrenin gönderdiği Diyanet de cemaatler arasındaki yerini aldı ve şartlar nispetinde bir şeyler yapmaya çalıştı.

    Efendim Türkiye’yi Avrupa’ya getirdiler, bulundukları sosyal ortamı kavrayamadılar falan fıstık. O zamanlarda başka türlüsü mümkün olamazdı. Yetişmiş eğitimli elemanınız olmadığı sürece Türkiye’yi Almanya’ya getirirsiniz, bu gayet tabii ve insanidir. Sosyal ortamı da dil yetersizliği sebebiyle yabancılayacağınız için gayet iyi kavrarsınız ve dil bilen eğitimli insanlar yetişene kadar da mesafe koyarsınız.

    Türkiye’nin bütün sorunlarını Avrupa’ya taşımada asıl tehlikeli sınır 17-25 Aralıkla başladı ve bu konuda bizim de cemaat olarak sorumluluklarımız var, kullandığımız o savaş dili hala hafızalardaki yerini koruyor.

    Bunun dışında ‘Burası darül harp, kopardığınızı alın’ önermesini yapan dini cemaatler çok azınlıktır. Hangi çoğu imam Almanya’da faiz almak caiz demiş, hangisi izne giderken rüşvet vermek sevap demiş? Evet bu imamlar devleti kazıklayanları seyretmiş, bu meseleyi büyütmemekle hata işlediler, sorumluluklarının farkına varmadılar. Fakat hangi çoğu imam ticari ahlaksızlığa olur vermiş. Bi kere Türkiye’den gelen imamın eti ne budu ne, bunu hocamız 1990 tecrübesiyle biliyor fakat bu gerçek tezine uygun düşmediği için es geçiyor.

    Bir kere hocamız şu sosyolojik gelişmeyi bile hesap etmeyi aklına getirmiyor. 1990’lı yıllar Refah Partisinin yükselişe geçtiği, Avrupa’da ciddi bir propadanda sahası bulduğu ve birçok insanı bir şekilde dini bir yaşamla tanıştırdığı yıllardı. Yani ortada tamamen seküler bir dünya görüşü olan insanlarla daha yeni yeni dinle tanışmış insanlar vardı.

    Bu köy kökenli kitle bir kere ‘Devletin malı deniz yemeyen domuz’ felsefesiyle de hareket etmiyordu. Tekerleğini döndürmeye çalışıyordu. Yer yer kötü hasletleri, cehaleti sebebiyle, yer yer de intikam duygularıyla Alman devletine gol atıyordu. Bu intikam hissini Gurbetçi Şaban filminde gayet net bir şekilde görebilirsiniz.

    Alman devleti, Almanlar, Türkleri ezmiş, hakkını sömürmüş ve Şaban da punduna getirdiğinde bunların hesabını sormuştur. Şimdi bu toplumsal gerçeğin cemaatlerle alakası nedir? Bence hocamız Hizmet hareketi Avrupa’daki Türk toplumun dini-ahlaki gelişimi için ne yapmıştır, ne yapamamıştır bunun üzerinde durması lazımdır ki, konu havada kalmasın, bir yaraya merhem olsun, bir ilerleme olsun. Ama lütfen bu analiz 1990 yılındaki bir aylık tecrübe üzerinden olduğu gibi olmasın, ayakları yere bassın.

    Yoksa efendim cemaatler vatandaşlığı vatana ihanet görüyordu diyerek 30 yıl sonrasından vizyon dersi vermenin kimseye faydası yok. Adama 2002 senesinde niye yetişmiş elemanlarını Erdoğanın emrine verdin, niye onları bütün dünyaya dağıtmadın diye sorarlar.

    • Almanya’ya ilk gelen gurbetçilere entegre olamadılar derken haksızlık yapıldığını, Alamancı olunca anladım. Çok zor bir dil. Dil bilmeden entegre olamazsınız. Kabuğunuza çekilirsiniz. Buraya gelmeden önce Almanca eğitimi almış olmama rağmen, İngilizce biliyor olmama rağmen, burada Alman devleti dil öğrenimi için her türlü imkanı vermiş olmasına rağmen, Almancayı tam anlamıyla çözemedim. Gençler için sorun yok ama 40 yaş üzerindeki kimsenin dil öğrenmesi çok zor. Bir de o zamanın çalışma ve eğitim şartlarını düşünün, gelenlerin eğitim seviyesini düşünün. Entegre olamadılar diye haksızlık etmeyelim.

      • Aslina bakarsaniz Almanyanin imkani paradan ibaret. Dil ögretme teknikleri cok yanlis, is sadece yasa bakmiyor, karakteriniz uyacak, dile yatkin olacaksiniz ki kendi basiniza inisiyatif alip neye gülüp neye kizdigini bilmediginiz bir halkin icine girip medeni cesaret gösterebilesiniz. Her seyden önce dil bir yetenek meselesidir. Kimseden entegral hesabini sular seller gibi bilmeyi bekleyemeyecegimiz gibi B2, C1 derecesinde Almanca bilmesini de bekleyemeyiz. Ben bile lise, üniversite okumus olmama ragmen 30 yili askin süredir Almancayi iyi söktügümü iddia edemem. Yasadiginiz sehirde kullanilan Almanca aksanin farkli olmasina, Almanlarin öyle kolay kolay arkadas kabul etmemesine, cok farkli bir yasam ritmine sahip olmalarina, gündelik problemlere cok farkli cözümler bulmalarina girmiyorum bile.

  5. “bir çoğu kendi menfeatini düşünüyor veya olabildiğince kibir içindeler”
    Bir çoğu böyle mi?
    HAYIR
    Eleştirilecek çok şey var ama ben böyle kişiler görmedim.
    Tam tersi. Benim gördüklerim kendi menfaatini düşünmeyen, mütevazi kişiler.
    Haksız ve insafsızca bir yorum ve bu cümle karşısında susarsam, hesabını veremem diye cevaplıyorum.

    • kendi menfaatini düsünmeye ve kibir icinde olmayanlar cok mübarek, o kadar ki, islerindeki ihlaslardan etraflarindaki kibir abidelerini görecek, itiraz edecek, isyan edecek durumlari yok veya öyle yetismisler. Onlarin yaptiklarini bi gün sonra biri yikiyor ve bunu görmüyorlar bile. Bu büyük bir problem. Bu isi cözebilecek olanlar da aslinda sadece onlar.

    • Üstteki yorumdan bile buraya ilk gelenlerden olduğun belli. Yani şuanda abi konumundasın. Ya sen safsın ya da etrafındakileri aklamak için çırpınıyorsun. Bu da senin de farkın olmadığını gösteriyor. Herkes bağırarak bunları söylerken sen susmayı bile denemiyorsun. Millet bunları sosyal medyada niye bu kadar sesli dile getiriyor.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin