Diktatörlükten sonrası da diktatörlüğe gebe

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Diktatörler, diktatör olabilmek için, kendilerinin diktatör olmasına yardım eden ekiplere ve diktatörlüklerini meşru gören halklara ihtiyaç duyar. Diktatörler, kendilerine diktatör olmaları için yardımcı olan ekipleri ve kendilerini destekleyen halk kitleleri olsa da, her ortamda diktatör olamazlar. Dahası, diktatör gitse de diktatörlük devam edebilir. Demokratik düzen raydan çıktıktan sonra, düzeni yeniden anayasal raya oturtmak, bazen yepyeni bir düzen kurmaktan bile zor olabilir. Bunlar ciddi hastalıklardır. Tedavileri zordur. Siyasetin kronik hastalıkları diyelim bunlara. Kanser gibi.

Her sistem bu hastalıklarla uğraşmaz. Mesela kurumsallaşmış demokratik sistemler, diktatör heveslilerinin ihtiraslarını kursaklarında bırakacak mekanizmalarla donatılmıştır. Ayrıca demokratik sistemler, demokrasiyi ve hakları korumak adına, yeni yetişmekte olan nesilleri örgün eğitim kurumlarında, özellikle de ilk ve orta eğitimde, insan hakları ve demokratik değerler çerçevesinde eğitimden geçirir ve onları iyi vatandaş yapmaya çabalar. Sağlam bir değerler eğitimi alan toplum üyelerinin büyük bir bölümü bu nedenle diktatörlük heveslilerinin ve onların destekçilerinin söylemlerine ilgi göstermez.

Diktatörlük heveslilerinin oranı toplumdan topluma benzeşir mi, yoksa farklılık mı gösterir, bunu bilmiyorum. Bildiğim, her dönemde ve her ülkede zaman zaman diktatörlüğe heveslenen muhterislerin sisteme meydan okuduğudur. Bazı sistemler bu meydan okumalara karşı bağışıklık geliştirmiştir. Sarsılmazlar. Bazıları ise ufak sarsıntılardan sonra teslim olur. Diktatör kazanır.

Diktatörlük kazandı

Türkiye’de demokrasi ve hukuk kaybetti. Diktatörlük kazandı. Erdoğan, gücünü konsolide edebilmek için iktidarını korumasını sağlamaya destek ve yardımcı olan bir ekibe ihtiyaç duyuyordu. 2002’den 2011’lere dek, gücünü demokratik bir program çerçevesinde kendisine destek veren yardımcı kitlelere ve gruplara ihtiyaç duydu. Liberaller, Kürtler, Gülen Cemaati gibi ortaklar, çeşitli nedenlerle AKP ve Erdoğan hükümetlerine destek verdi. Dış faktörler ve dünya konjonktürü de Erdoğan’a yardımcı oldu. 1999’da başlayan AB tam üyeliği rotası, 2002’de iktidara gelen Erdoğan ve AKP’nin can simidi oldu. Niyet okuyuculuk yapmadan demokrat kesimler AB kriterlerini bir an evvel gerçekleştirmek amacıyla Erdoğan’a destek verdi. Ancak yolsuzlukların cazibesine kapılan kenar mahalle İslamcılığı, paranın, şanın ve şöhretin büyüsüyle yolsuzluklara batınca, gemi 17 Aralık’ta karaya oturdu. Onu tekrar yüzdürmek için belli safralardan kurtulmak gerekmekteydi. Öyle de oldu. Liberaller, Kürtler ve Cemaat bu safralardı. Gemiyi yeniden yüzdürmek için Ergenekoncularla işbirliğine gidildi. “Milli orduya kumpas” mottosuyla beraber, AB sürecine başından beri karşı olan, açık topluma düşman, üst kimlik ve demokratikleşme ekseninde Kürt sorununa siyasal çözümü bölücülük olarak algılayan, dini aidiyetleri ve kimlikleri olanların kamuda görev almalarını “devlete sızmak” olarak gören ultra milliyetçi ve devlete tapan gruplar, Erdoğan’ın imdadına yetişti. Cemaat’in “paralel devlet” ve akabinde de “FETÖ” ilan edilmesiyle, AKP’nin 2002-2011 döneminde gerçekleştirdiği tüm iyileştirmeler ve demokratikleştirme paketleri için bir günah keçisi bulunmuş oldu. Böylece Erdoğan tüm iktidarı boyunca yürüttüğü derin devleti yok etme ve Türkiye’yi dünyalı yapma çabalarından tövbe ederek, derin devlete biat etti. Böylece “milli şef” gibi bir “reis” statüsü üretilmiş oldu. Erdoğan ismiyle cismiyle aynı adamdı. Ama artık ajandası bambaşkaydı. Yola çıktığı noktadan çok başka bir yerlerdeydi. Daha önce vaat ettiklerini reddediyor, hatta onları “vatana ihanet” sayıyordu. Enteresandır, kitlesi de bu yeni Erdoğan’ı eskisinden daha çok sevdi. Erdoğan artık milliyetçi Türkiye siyasetinin pop starıydı.

Erdoğan, reis olabilmek için yardım almıştı. Ve bunun bedelini, geçmişini reddederek ödüyordu. Bir tür meşrulaştırma mekanizması olarak hizmet ediyordu. En akla gelmedik şeyleri bir konuşmayla anında meşrulaştırıveriyordu. Müttefikleri önden mıntıka temizliği yapıyor, onun yumuşak gücünü (kitleleri ikna edebilme yetisini) sert güçle destekliyordu. 15 Temmuz bu senaryonun en can alıcı parçasıydı. İtiraf etmeli, cidden çok ince hesap-kitap edilmiş bir satranç oyunuydu oynanan. Tıpkı satrançtaki şah figürü gibi, Erdoğan aslında belli limitler dâhilinde hareket etmekteydi. Etrafında vezirden piyona dek farklı işlevlerde olan yardımcılara ihtiyaç duymaktaydı. Diktatörlükler dışarıdan bakıldığında çok yeknesak görünür. Türkiye’de de durum aynıydı. Ancak detaya indikçe karşımıza çıkan güç koalisyonu, çok karmaşıktı. 15 Temmuz sonrası TSK’yı kontrolleri altına alan bir grup askerden CHP’deki ulusalcılara, MHP’den Öcalan’a, birbirinden şeklen çok farklı görünen birçok odak, bu güç koalisyonunda Erdoğan’a doğrudan ya da dolaylı destek vermekteydi. Bazıları karikatürize etse de ya da kolayına kaçarak Erdoğan’ı her şeyi kontrol etmeye kadir bir tür yeni Hitler gibi görse de, bilmedikleri, Hitler’in bile esasında birçok koalisyonla ayakta kalabildiğiydi. Erdoğan pragmatik bir oyuncuydu, her diktatör gibi iyi bir Makyavelistti. Fakat gücü koca bir cumhuriyetin tüm kurumlarını birbiri ardına işlevsiz kılacak kadar büyük değildi.

Bu toplumda devlet her şeydi

Ancak koca cumhuriyet oldukça hantaldı. Dahası, olgun yaşına ve öncülünün imparatorluk deneyimlerine karşın, her on yılda bir değiştirdiği anayasaları nedeniyle kurumsallaşma adına ciddi handikapları vardı. Dahası, dünya görüşlerine göre birbirlerinin ötekisi olan toplum kesimlerinin yapay bir birlikteliği görünümündeydi. Türkler-Kürtler, Sünniler-Aleviler, laikçiler-dinciler, modernler-gelenekçiler gibi binbir parçaya bölünmüştü. Her bir parça devleti ele geçirmeye, eğer güçleri yetmiyorsa devlette kısmen kendilerini garanti altına almaya gayret ediyordu. Çünkü bu toplumda devlet her şeydi. Devletin ezici etkisinden korunmanın yolu, devlete yerleşmekten geçiyordu. Kadrolaşma motivasyonunun birincil nedeni belki de buydu. Böylece cumhuriyet kurumsallaşamadı. Dahası, ortak değerler üretemedi. Asgari müştereklerde toplum kesimlerini bir araya getiremedi, barıştıramadı. Ortak bir yaşam olanağı sunamadı. Herkesin herkese düşman olduğu, işbirliklerinin gelip geçici ve stratejik temellere dayandığı bir tür pat durumu hâkimdi. Diktatör bu durumda gayet ehven bir şeydi. Sonuçta Perinçek’in de Feyzioğlu’nun da, Öcalan’ın da Diyanet’in de kendine göre yontabildiği bir makamdı reis. Atatürk’ten sonra her kesimin kendi Atatürkçülüğünü üretmesi gibi, Erdoğan da yeni bir dönemin yeni siyasi kıblesi gibi bir işlev üstlenmekteydi. Onun şahsında vücut bulan rejim diskuru, 15 Temmuz’un yeni bir Kurtuluş Savaşı destanı gibi ilmek-ilmek işlenmesiyle, yeni Türkiye eskisinden kopartılmıştı. Erdoğan’ın ve yakın çevresinin satıhtaki hali, tabanı büyük oranda yansıtıyordu. Katı güce sahip müttefikler, mesela TSK’daki ekip, perde gerisinden kendi istedikleri Türkiye’nin kuruluşundan memnun görünüyorlardı. Rejim, tehlikeli gördüğü yüz binlerce insanı terörist ilan ederek tasfiye etmiş, böylece eski Türkiye’yle irtibatı kopartmıştı. Siyaseten yok ettiği Kürtlere bile kendi dilini konuşturacak kadar mahir bu rejim, belki de İttihat ve Terakki’den sonra Türkiye siyasetindeki en ciddi ittifak havuzunu oluşturmuştu. Halkın da büyük bir çoğunluğunu diskur (ana söylem ve ana ideolojik çatı) bakımından kendisine sadık hale getirmişti. Anayasaya aykırı icraatlar, anayasanın fiilen rafa kaldırılmasıyla sonuçlanan süreci başlatmıştı. Bu arada basın-medya ve yargı gibi eski anayasal düzenin önemli emniyet ventilleri bertaraf edilmişti. Böylece Erdoğan rejimi gücünü konsolide etti. Ve Erdoğan rejimi, Erdoğan’dan fazlasıydı. Çünkü tek başına hiçbir diktatör diktatörlüğünü kuramaz.

Diktatörler ekibe ve halk desteğine ihtiyaç duyar. Erdoğan’ın ekibi ve halk desteği var. Erdoğan’a muhalif olduğunu iddia eden CHP bile aslında Erdoğan rejiminin bir oyuncusu. Erdoğan rejiminin mağdurlarından Kürt siyaseti bile, rejimin mahkemeleri önünde rejimin diliyle savunma yapmıyor mu? Erdoğan’ın siyasi gücü, siyasi ortaklıklarından geliyor. Siyasi ortaklıklarının nüvesi, Erdoğan veya İslamcılık sevdası da değil. Denklem çok pragmatik prensipler üzerine kurulu. Erdoğan şah. Piyonundan vezirine, herkes bu şahın mat olmasını engellemek için seferber olmuş durumda.

Satranç oyunu bittiğinde, yeni oyun yine satranç kurallarına göre oynanır. Yani sonra dama veya tavla oynanmayacak. Durum budur. Bu diktatörden sonra da diktatörlük paradigması devam edecek. Bu tür yapılar, kendi iç kanalları üzerinden değişime uğramaz. Yumuşak geçişten ziyade, kırılgan geçiş süreçleri yaşanır. Bugünkü koşullar değişmediği takdirde, yeni oyun yeni bir şah etrafında toplanan piyonlar, atlar, filler, kaleler ve vezirler üzerinden devam eder. Türkiye’nin beşeri bünyesi bu hastalığı üretti. Bu rejimden kurtulmak için aspirin tedavisi uygulamak boşa uğraş olur. Yaratılmış olan patolojik durum otoriter her grup için çok elverişli. Ve maalesef Türkiye’de temel hak ve özgürlüklerin destekçileri çok düşük bir oranda!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin