Devletin fethi (1)

YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Kutuplaşmış, kamplara ayrılmış, birilerinin diğerlerinden ayrıcalıklı olduğu ve iktidarları üzerinden dayatmalarda bulunduğu bir toplumun devleti ola geldi Türkiye Cumhuriyeti. Kim diyebilir ki, bu devlet Kürtlerindir, mesela? Ya da kim iddia edebilir, 1990’lara kadar, kendilerini “Müslümanlar” olarak algılayan İslamcıların bu devletin makbul vatandaşları, gerçek sahipleri olarak görüldüğünü? Kim Aleviler, Türkiye’nin hep asli vatandaşlarıydı diyebilir? Marksist solun Türkiye’de kabul gördüğünü siz hiç gördünüz mü?

Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu tarihten itibaren hep tek tip bir homo respublicus (cumhuriyetin ideal vatandaşı) oluşturmaya çalıştı. Tıpkı Sovyetler Birliği’ndeki homo sovieticus gibi, yepyeni, sosyal manada öjenik bir insan tipolojisi yaratılmak istendi. Bu öjenik ideal cumhuriyet insanı, anadili Türkçe olan, Sünni Müslüman kökenli olmakla beraber dini salt kültürel olarak tanımlayan ve ona yaşamında mümkün olduğunca yer vermeyen, Atatürk ilke ve devrimlerini tabu olarak görüp onların Türkiye için en iyi politika seçenekleri olduğuna inanan, Atatürk’ün liderliğini adeta mitolojik ve tanrısal kabul eden, onun her düşüncesini ve siyasi tercihini zamanlar üstü (her dönemde uygulanması gereken olarak) gören, Avrupai giyim kuşamı benimsemiş, kendisi gibi olmayanların Cumhuriyet için tehlikeli olduğuna inanan bir prototiptir. Cumhuriyet, 1920’lerde başladığı macerasında, özellikle metropollerde homo respublicus vatandaşların başat olduğu bir demografi oluşturmayı başardı. Kırsal kesimde bu kültür devrimini daha düşük yoğunlukta ve salt belli coğrafyalarda gerçekleştirebildi.

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Homo respublicus, geleneksel değerlerle bağını mümkün olduğunca kopartmış, sekülerleştirilmiş, sosyal mühendislik eseri bir vatandaştı. Esasında bu vatandaşın tasarımı, Osmanlı aydınlanmasına kadar takip edilebilir. Osmanlı Batılılaşması, duraklama, gerileme ve çöküş dönemlerinde giderek modernize edilen kurumların bir ürünüydü. Fakat Osmanlı’da hiçbir zaman Cumhuriyet dönemindeki kadar geniş kapsamda bir devrim gerçekleşmediğinden, daha çok askeriye ve mülkiye sınıflarıyla sınırlı kalmıştı. Bu Osmanlı kadroları, Cumhuriyet’e oldukça ciddi rakamlarda bir yönetici elit sağladı. Mustafa Kemal Atatürk ve yakın kadrosu, elbette yine bu Batılılaşmanın ürünleriydi.

Osmanlı’dan itibaren bu Batılılaşma ivme kazandı ve Osmanlı toplum yapısında ciddi fay hatlarına yol açtı. Modern yapılarla geleneksel yapılar karşı karşıya geldiler. Bu esnada, Batılılaşan insanlarla geleneksel insanlar da kendilerini potansiyel ve düşük yoğunluklu bir çatışmanın içerisinde buldular. Cumhuriyet kurulunca, gelenekselci kesim yeni devletten dışlandı. Kurulan yeni devletin tüm temelleri Jakoben aydınlanmacı, Batılaştırıcı ve modernleştirici kadrolar tarafından atıldı. Bu kadrolar, Avrupa toplumlarının sosyolojik tarihlerindeki gibi, düz çizgisel bir tarih okuması yaparak, geleneksel “feodal” yapıları modern yapılar üzerinden reforme ermeye başladılar. Tıpkı Avrupa modernleşmesindeki gibi, dinin devletten tümüyle ayrılması, bu sürecin en merkezi stratejisiydi. Böylece devlet dinsiz, seküler, nötr olacaktı. Fakat Avrupa modernleşmesinin Reformasyon ayağı, devlet üzerinden gerçekleştirilmiş bir proje sosyal mühendislik eseri değildi. Oysa Türkiye toplumunda bir Reformasyon yaşanmamıştı. Böylece devlet, araçsallaştırıldı ve sadece seküler-nötr olmakla kalmadı, dini kendi istediği çizgiye getirecek bir nevi devlet Reformasyonu yapıldı.

Devlet diğer taraftan kendi öz ideolojisi Kemalizm dışındaki tüm ideolojileri reddetti. Altı ok Kemalizm doktrini basit, eklektik, Üçüncü Dünyacı, Batılılaştırmacı, eklektik bir ideolojiydi. Çoğu zaman kervan yolda düzülür yaklaşımının egemen olduğu bir modernleşme projesi halka dayatıldı. Bu dayatma, devletin zor kullanmasıyla, devlet üzerinden gerçekleştirildi. Bu nedenle, Kemalistler için devlet kaybedilmemesi gereken bir mevzi oldu. Diğer düşünce sistemlerinin ve politik değerlerin bu devlete “sızmaması” için, devlet kimi zaman sert, ama süreklilik arz eden önlemler aldı. Bu devletin kurucuları askerlerdi. Bu nedenle ordu Türkiye Cumhuriyeti’nin hep “esas sahibi” olarak görüldü. Subaylar, kendi yetiştikleri toplumun geleneksel değerlerine yabancılaştırıldı ve ayrıcalıklı ve imtiyazlı bir sınıf haline getirildi. Bu 1980’lere dek iyi kötü böyle devam etti. Aynı yaklaşım, biraz daha gevşek olmakla beraber, mülkiye ve hariciye, tıbbiye için de geçerliydi. Bu devletin İslamcılığa, Marksizm’e, özgürlükçü (politik liberalizme dair) değerlere, Kürtçülüğe, Aleviliğe, azınlıkların vatandaşlık haklarına vs. karşı çok büyük önyargıları ve dışlayıcı bir stratejisi ola geldi. Bu, Türkiye Cumhuriyeti’ni bir sekülerleştirilmiş Sünnici Türk devleti haline getirdi.

Homo respublicus olamayan veya olmak istemeyen gruplar, bu devlet dönüşmeden kendilerinin sahip oldukları kimliklerle bu devletin birinci sınıf vatandaşları olamayacaklarını biliyorlardı. Peki devlet nasıl dönüşecekti? 1920’lerden 1950’lere, Türk devleti dönüşmedi. Devletin dönüşmesi, devleti tanımakla, devlete yaklaşmakla, devlete girmekle ve sonucunda devlet olmakla gerçekleşmek zorundaydı. Sistemin içerden dönüştürülmesi, 1950’lerde Demokrat Parti (DP) ile başladı. Böylece örneğin dini cemaatler ve tarikatlar, muhafazakâr değerlere oynayan – çünkü başka şansı yoktu! – DP’nin geleneksel oy deposu oldular. Ve kademeli olarak, önce daha az öncelikli ve stratejik yerler olmak üzere, devlete girmeye başladılar. Aynı şekilde 1960’lardan itibaren, Marksist sol, Ecevit ile merkezin soluna konumlanan CHP üzerinden devlette kendilerine yer bulmaya başladı. DP’nin mütedeyyin muhafazakârları devlete almasına karşı devrimcilik diyen CHP’nin yanında, devlete solcuları alan CHP için de DP ve türevi merkez sağ partiler hep militanların devlete alınmasını eleştirdi. Devletin ele geçirilmesi süreci artık başlamış oluyordu.

Bu mücadele, 1970’lerde MNP-MSP ekolü ve MHP ekolü üzerinden çok daha karmaşıklaştı. Demirel Milliyetçi Cephe ile İslamcılık ve ırkçı Türkçülük ideolojilerine devleti açtı. Sol iktidarlar veya iktidar ortakları da ilerleyen yıllarda kendi taraftarlarına devlette kadro vermeye başladılar. Poliste, içişlerinde, istihbaratta, milli eğitimde ve diğer kilit bürokratik alanlarda bir kadrolaşma savaşı başladı. Sol, Kürtler, Aleviler, çeşitli Marksist gruplar ile denge kurarak kadroları dağıtırken, sağ ise farklı cemaatler ve tarikatlar üzerinden kadroları paylaştırdı. Merkez sol da merkez sağ da, bu şekilde gelecek seçimlerde daha yüksek oy almayı hedeflediler.

1990’lardan itibaren beklenmedik bir şey oldu. Devlet Kemalistlerin (sol ve sağ merkez partilerin) kontrolünden çıktı. Dünya Soğuk Savaş sonrasında yepyeni bir döneme girmişti. Türkiye AB’den dışlanmaktaydı. MHP’nin Türkçülüğü bir anda Kafkasya ve Orta Asya’da pratik bir karşılık bulmaya başlamış, bu Türkiye’deki Kemalist milliyetçiliği MHP’nin etnik-ırki çizgisine getirmişti. Balkanlar’dan Çin Seddi’ne bir Türk Dünyası, AB yöneliminden boşalan yeri doldurmaya adaydı. İslamcılar ise, İslam NATO’su, İslam Dinarı, İslam Ortak Pazarı gibi pan-İslamcı hayalleri tabanlarına ve merkez sağa pazarlamaktaydılar. Türkiye’nin ekonomik ve askeri zayıflığı, pan-Türkçü hayalleri karaya oturttu. Ayrıca MHP ve Ülkücüler sistemle daha barışıktılar. Oysa İslamcılar, ekonomik durumlarından ve statülerinden memnun olmayan İslamcı gruplara daha cazip geliyordu. Kırsal Türkiye, Erbakan ve ekolüne şans vermeye karar verdi. Merkez sağın 1980 darbesi sonrası meydana gelen ANAP-DYP arası bölünmüşlüğü, bunun yanı sıra merkez solda da aynı bölünmüşlüğün mevcudiyeti, Erbakan ve Milli Görüş’ün aradan sıyrılmasına ve iktidara gelmesine yol açtı. Her ne kadar bu balayı dönemi 28 Şubat darbesiyle son bulsa da, Milli Görüş kadroları artık merkezin en güçlü partisi haline gelecek AKP’yi kurmuşlardı.

Bu Türk siyasetinin kısa tarihinde hiç değişmeyen bir şey vardı. O da devletin fethinin devleti dönüştürmek için kaçınılmaz oluşuydu. Devleti dönüştürmek, kadrolaşmayla mümkündü. Bu nedenle kendi kadrolarını devlet bürokrasisine yerleştirmeliydiler. Öyle de yaptılar.

Tüm iktidarlar gibi, AKP de kendisine yakın gördüğü gruplara devlet kadrolarını açtı. Gülen Cemaati gibi onlarca cemaat mensubu veya sempatizanı, devlet kadrolarına yerleştirildi. Bu insanlar kendi kendilerine devlete “sızmadı”. Bu grupların kendilerine kadro açma tasarrufu yapacak olanakları yoktu. İktidarla kurdukları pragmatik ilişkilerle, oportünist biçimde devlete girdiler. Kaldı ki, 1950’lerden beri Türkiye bürokrasisi soldan ve sağdan devlete alınan yandaşlarla oluşmuştu. Yani gelenek 1990’larda veya 2000’lerde başlamamıştı. Son 70 yıldır olan bir durumdu. Evet, bu ideal bir durum değildi. Fakat Türk devletine Kemalist devrim sonrası biçilen rolle alakalı, anlaşılır bir reaksiyondu. Kemalistlerin 1930’larda ve 40’larda devleti “ötekilere” kapatmaları ne kadar yanlışsa, bu İslamcı kadrolaşma da o kadar yanlıştı. Fakat İslamcı kadrolaşma bir reaksiyondu. Oyunu başlatan, tek parti iktidarı ve sonrasındaki Kemalist kadroydu.

Ceberut devlete karşı kendini koruma refleksi, sağın da solun da devlete girmek istemesinin ana motivasyonuydu. Bir nevi Cumhuriyetin radikal jakobenizmi ve homo respublicus yaratma ülküsü, vatandaşını devleti fethe teşvik etmiş, hatta mecbur bırakmıştı. İlk düğme yanlış iliklenmişti.

(Devamı gelecek.)

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Özellikle iliğin yanlış düğmelenme kısmı çok doğru. Cemaatin normal şartlarda devlete girme çabası kendini koruma refleksinden kaynaklanıyor. Demokrasiyi yani yönetime katılmayı geçelim. Temel İnsan Haklarının yok sayıldığı, insanların fikirlerinden ve dininin gereklerini yerine getirme çabasının suç olarak algılanıp zindanlara atıldığı bir sistem var.

    Yazınızda da belirttiğiniz gibi, Cumhuriyet öyle bir tek tipleştirme çabası içerisinde ki, adeta vatandaşından mankurt olmasını bekliyor. Her şey her an suç olabilir, bugün olmasa 5 yıl sonra 10 yıl sonra. Hatta bugün olduğu gibi 20 yıl önceki öğrenci arkadaşlığından dolayı insanlar örgüt üyesi sayılıyor. Kim bilebilirdi ki, 20 yıl sonra ne olacağını?

  2. Hocam birçok çok yazınızı okuyorum ama bu yazınız beni çok etkiledi, yıllardır yurtdısındayım Avrupaya Türkiyenin bu durumunu anlatmaya çalışıp durmuşuzdur gayet derli toplu , gwyet net bir şekilde yazmısınız. Keşke bu konuda kitap yazsanız bu çok önemli ve güzel bir konu kitabın adıda hazır DEVLETI FETHETMEK. hocam saglık sıhhat afiyet diliyorum kaleminize sağlık iyiki varsınız.

  3. Evet bu ilk dugme metaforu cok dogru… Zannediyorum ABD yi , mureffeh buyuk guc yapan asil sey de bu ilk dugmenin dogru iliklenmesi… Cunku ABD sahip oldugu genis arazilere dogal kaynaklara ayni bollukta sahip olan Brezilya, Meksika Arjantin gibi ulkeler neden hep yerlerinde saymislar ve hala oyleler de ABD bu kadar fark atmis? oyle cok uzman olmamakla beraber, biraz Amerika nin ilk baskanlari ve kurulus yillarini okumus biri olarak bana sebep bu gibi geliyor yani dogru temele kurulmus bir devlet. Hocamizin bu konudaki fikrini merak ediyorum…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin