Danilo Şef’ten 29 yıl önce

KENT YAZILARI | ALPER ENDER FIRAT

Danilo Şef’in Habertürk TV’de Fatih Altaylı’nın programında söylediklerini duyunca geçmişte yaşadığım bir yemek hikayesi geldi aklıma. Hatırlarsınız görüntüleri, sosyal medyada da viral olmuştu. Fatih Altaylı, Şef Danilo’ya, “P kadar yer gezdim diyorsun Türkiye’de en iyi yemek nerede, şurası şahane diyeceğin yer neresi?” diye soruyor. Danilo da bugüne kadar Türkiye’de en güzel yemeği Malatya Yeşilyurt’da yediğini söylüyor ve yemeğin hikayesini anlatıyordu: “Oraya (Malatya) giderken biz bir köyde durduk Yeşilyurt diye bir yer. Acıktık, aradık aradık yemek yiyeceğimiz bir lokanta yok. Bizi bir kasaba gönderdiler. ‘Bizim kasapta ne işimiz var. Biz yemek istiyoruz, eti pişiremeyeceğiz’ diye düşünürken, adam bize bir tepsi verdi, kesti kuzuyu, domates, biber, patlıcan… sonra bizi yandaki fırına gönderdiler. Patlıcan yemeği yedik abi, yok böyle bir lezzet. Fırın da bize pide verdi. Yemin ediyorum hayatımda böyle bir şey yemedim, göbek yaptık.”

Orada yediği patlıcanlı tava bugüne kadar Türkiye’de yediği en iyi yemekmiş.

İyi de ben bunu Şef Danilo’dan tam 29 sene önce keşfetmiş, aynı tepkilerle, aynı cümleleri kurmuştum.

Yıl 1993, üniversiteyi bitirdikten sonra eşimin okulu nedeniyle İstanbul merkezden İzmir’e geri dönmek zorunda kalmıştım. Zaman’ın İzmir Bürosunda muhabirlik yapıyordum, bununla birlikte fotoğrafçılıkla da yakından ilgileniyordum. O zamanlar gazete siyah-beyaz olduğu için gazete fotoğrafları için siyah beyaz film kullanılıyorduk.

Ben kendi arşivim ve ilgi alanım için dia film alır boş vakitlerimde, hafta sonlarında dia film çekerdim. Bu benim gibi biri için çok pahalı bir uğraştı çünkü dia film almak ve onu banyo yaptırmak hatırı sayılır bir para harcamayı gerektiriyordu. Filmin banyodan çıkmasını beklemek şimdiki gençlerin anlamayacağı bir ifade. Dijital çağın çocukları filmleri banyo etmeyi bilmedikleri gibi dia arşivi diye bir şeyin olduğunu da bilmezler. Şimdi dijital cep telefonları ve fotoğraf makinalarında binlerce on binlerce fotoğraf kolaylıkla çekilip saklanırken, o dönemlerde fotoğraf üretmek ve bunları saklamak için ciddi paralar harcamak gerekirdi. Banyodan çıkan filmleri lüple tek tek seçer, seçtiğimiz kareleri çerçeve içine alır öylece saklardık.

Okul yıllarımdan beri biriktirdiğim arşivimi İstanbul’da bir fotoğraf ajansında tutuyordum. Fotoğrafa ihtiyacı olan gelincik tarlası, gülen çocuk ya da denizin üzerinden batan güneş gibi bir görsele ihtiyaç duyan ajanslar, reklamcılar, dergiler vs. bunları fotoğraf ajansından satın alırdı. O zamanlar fotoğrafa ve görüntüye ulaşmak zor ve emek isteyen bir şeydi haliyle bir kare fotoğraf için ajanslar ortalama 100 dolar civarında para öderlerdi.

Fotoğraf satıldığında, her ay sonunda ajanstan arayıp satılan fotoğraflarla ilgili bilgi verirlerdi. 1993 yılı yazında tatil için İstanbul’a gitmiştik. İstanbul’a ulaştığımızın ertesi günü ajanstan beni oraya davet eden bir telefon geldi.

Ajansa gittiğimde o dönemin efsane Yurt Ansiklopedisi’nin yayıncısı İki Nokta Ajansın sahibi Yücel Yaman’ı beni beklerken buldum. Gencecik bir muhabirim ve beni davet eden o dönemin en ünlü yayıncılarından biri belki birincisi Yücel Yaman benimle görüşmek için orada. Türkiye’nin en önemli fotoğraf sanatçılarının hepsine iş veren ülkenin her tarafını karış karış fotoğraflatan bir adamın beni görüşmeye çağırmış olacağını rüyamda görsem inanmazdım.

Yücel Yaman’ın “Buraya bıraktığın fotoğraflarına baktım, seninle çalışmak istedim, bize Malatya’yı fotoğraflar mısın?” teklifini duyunca şaşkınlığım zirve yaptı. Malatya Belediyesi’ne büyük bir katalog hazırlayacaklarını fotoğrafları da bunun için kullanacaklarını söyledi. Malatya’da nerelerin ve nelerin fotoğrafını istediğini tek tek anlattı. Sonra da böyle bir iş için ne kadar para isteyeceğimi sordu.

İşler o kadar hızlı gelişiyordu ki ben daha olayın şokunu atlatamadan ülkenin en önemli yayıncısı benden fiyat vermemi bekliyordu. Aldığı maaşla bir ayı zor eden, eşini üniversitede okutan bir adam ne para ister ki? Birkaç dakika içinde “İsteyebileceğim en yüksek parayı isteyeyim vermese de vermesin kabul etmese de tatilim bölünmemiş olur,” diye düşündüm. Masraflar dahil iki maaşım kadar bir paraydı söylerken biraz sıkıldım. Yücel Bey güldü. “Ya benim ne istediğimi anlamadın ya da kötü fotoğrafçısın” diyerek masraflar dahil şu kadar paranın uygun olacağını söyledi. Söylediği rakam benim 20 kat maaşıma denk geliyordu. Hık mık kem küm ederek ertesi günü koştura koştura Malatya’ya gittik.

Bu kadar şeyi 90’lı yılların medya sektörünü farklı bir yönüyle anmak için anlattım. Bugün kolayca ulaşılan o fotoğraf ve videoları elde edebilmemiz için hayli emek ve masraf etmemiz gerekiyordu.

Neyse biz asıl konumuza Şef Danilo meselesine gelelim. Malatya’ya ulaşınca bütün şehri, şehrin insanlarını, çocuklarını, gençlerini, kentin cazibe merkezlerini günler süren bir uğraş ile çektim. Rüya gibi bir işti hem şehri dolaşıyor, hem fotoğraflıyor hem de para kazanıyordum. Ancak o zamanlar bir aracımız yoktu. Kah yürüyor, kah minibüse biniyor, kah motosikletle gidiyorduk. Çok uzak yerler için ise belediye araç sağlıyordu.

Bu günlerin birinde Yeşilyurt’ta çekim yapıyorduk. Yeşilyurt o dönem bir ilçe merkezi ama şehre sadece 7 km uzaklıkta. Şehrin bir mahallesi gibi ama ilçenin kendine ait farklı bir kimliği, farklı karakteri olduğunu Malatyalı olan herkes anlatıyordu. Beydağı eteklerinde bir çöküntü içine kurulmuş, adı gibi yemyeşil bir yerdi. İlçedeki dokuma tezgahlarından, sanayicisinden, tüccarından bahseden bir hayli hikaye dinledik.

O gün saatlerce fotoğraf çektik, yürüdük, tırmandık, bariyerlerden atladık sırtımda fotoğraf makinası ve objektifler, eşim de benimle beraber dolanıyor ikimizin de dili dışarıda hem çok yorulduk hem çok acıktık.

“Artık bir şeyler yiyelim” düşüncesiyle sağa sola bakıyoruz, yemek yiyecek hiç bir yer yok. En sonunda girip bir kasaba sordum. Kasap bana bakıp “Kaç kişisiniz” diye sordu. “Siz biraz oturun” deyince mecburen oturduk. Ne yemek istiyorsunuz diye bile sormadı. Hemen yandaki manavdan domates, biber, patlıcan vs. aldı. Dolaptan et çıkardı, malzemeleri tepsiye attı. Bir şeyler hazırladı ve yine hemen yandaki fırına verdi. Ne kadar bekledik hatırlamıyorum; elinde fırından çıkmış tepsi ve pideyle geldi ve karşıdaki parkı göstererek “Şu parkta yiyebilirsiniz” dedi. Burada Şef Danilo gibi diyeyim “Abiciğim yok böyle bir yemek. Evet açtık, yorgunduk ama bu lezzet sadece bu iki şeyle açıklanmayacak kadar iyiydi.”

Aradan tam 29 yıl geçmiş eşim hala bu yemeği yad ediyor. Ertesi gün yine gittik bu sefer kuzu pirzola ve lahmacun hazırlayıp yine fırında pişirdi. Şimdi pirzola falan lafları edince çok pahalı bir şey diye düşünebilirsiniz o zaman o kadar cüzi bir para vermiştik ki kasaba “Bir yanlışınız olmalı” diye birkaç kere o da ısrarla sorduğumu hatırlıyorum. Şimdi fiyatlar nasıldır bilemiyorum tabi aradan 29 yıl geçmiş.

Yıllarca arkadaşlarıma, yakınlarıma, çevreme anlattığım bir yemeği aynı repliklerle Danilo Şef’ten duymak beni bir hayli şaşırttı. Bu da gösteriyor ki Malatya’nın, Yeşilyurt’un patlıcanlı tavası hala aynı güzellikte yapılıyor.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin