YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Keşke teknik sorunlarla boğuşmak zorunda olsaydı Türkiye sadece. Keşke matematiksel netlikte sonuçlar alabileceğimiz analizler yapabilseydik. Keşke her zorluk mekanik olsaydı. Ama öyle değil. Birçok toplumun aksine, Türkiye’de insanlar çok farklı doğası olan sorunlarla cebelleşiyor. Sosyal kuramcıların anomi dedikleri evrede Türkiye. Sosyal ve etik ölçütlerde karman çormanlık, ortak değerler üzerinde anlaşamamış olmak, geleceğe dair tasavvurların, tahayyüllerin, beklentilerin, özlemlerin, isteklerin toplumsal gruplar arasında birbirinden çok farklı olması gibi durumlar söz konusu.
Bunun yanı sıra, farklı grup aidiyetlerinin diğer grupları ötekileştirme üzerine kurulu olması, gruplar arası dinamik ve verimli bir ilişkiye olanak tanımıyor. Hangi grubun iyi veya doğru olduğunun fazla bir önemi yok. Tüm gruplar hayatı birbirlerine zindan etmek üzerine inşa ediyorlar stratejilerini. Hepsinin hedefinde devlete egemen olmak, onu kontrol etmek, onun üzerinden sosyal mühendislik yapmak var. Bu idealist olanları! İdealist olmayan gruplar, devlet üzerinden toplumsal tüm üretkenliğin ve artı değerlerin sömürülmesini hedefliyor. Bir hortumlama düzeni!
Daha farklı anlatmayı deneyeyim. Bir gemi düşünün. Tüm mürettebat ve yolcular, dümeni ele geçirmek amacında. Birbirleriyle kıyasıya bir kavganın ortasındalar. Dümende olan kaptan ve tayfasının ne olduğunu herkes biliyor. Gemi muhtelif yerlerinde iri yarıklardan mütemadiyen su alırken, kaptan ve ona yakın olan mürettebat ambara dadanmışlar, geminin hazinesini kontrollerine ve uhdelerine almışlar, gemide asayişi sağlama adına astığı astık, kestiği kestik bir istibdat kurmuşlar. Kaptan ve tayfası yeknesak bir durumda olmamasına karşın, elde ettikleri müthiş gücü korumak ve başkalarına kaptırmamak adına işbirliğine devam ediyorlar ve suç ortaklıklarının sağladığı uyumu yaşıyorlar. Onları bir arada tutan ilkeler, idealler, ortak amaçlar falan değil. Düpedüz gemiyi kontrol ederek kişisel menfaatlerini korumak derdindeler.
Onların yönetiminden memnun olmayan mürettebat ise kaptan ve mürettebatının yarattığı ortamın dışında bir varoluşu ya düşünemiyorlar, ya da o varoluşun sağlayacağı cazibenin büyüsüyle, “Keşke başta biz olsak!” diyorlar. Etik olarak kaptandan daha iyiler mi, tartışılır. Bu kaptan ve tayfası gitse gemi kurtulacak görüşü, bazı yolcular arasında oldukça yaygın. Belki de alternatifsizlik onları bu temelsiz umuda yöneltiyor.
Bu arada gemideki yolcular kan ağlıyor! Bir kısmı geminin dibinde kurulu olan zindanlarda her geçen gün yaşamlarından eksilen günleri sayıyor. Diğer taraftan güvertede dolaşan yolcular bir öğün sonrasının derdine düşmüş durumdalar. Yolcuların bir bölümü denize atlayıp kendilerini gemi dışında herhangi bir yere atmak peşinde. Diğer taraftan gemide olan sıradan herkes, her ne kadar birbirlerinden tümüyle farklı beklentiler içinde olsalar da, geminin sürekli su almakta olduğunu hissediyor. İrili ufaklı kayalara bindiren ve yeni gediklerden aldığı sularla yan yatan gemide, tüm olumsuzluklara ve aciliyete karşın insanlar bir türlü gerekli olan beraber hareket etme ve sorunların üstesinden gelme basiretini gösteremiyor. Kişisel ve grupsal farklılıklar, husumetler, önyargılar ve nefret, bir kanser gibi hızla kaçınılmaz sonu yaşlaştırıyor.
Sedat Peker’in anlattıkları, post 17 Aralık 2013 Türkiye’sinde belki çok şaşırtıcı değil. Ama çürümenin tarihini, derinliğini, yaygınlığını ve vahametini göstermesi bakımından çok önemli! Problemlerin halının altına süpürülmeye başlanmasının ardından köprünün altından çok sular akmış. Ülkeyi yöneten başbakandan şantajla para almak başlı başına bir büyük skandaldır. Ancak bu yapılırken cumhurbaşkanından savcılara, şaibeli işadamlarından bürokratlara, organize suç örgütlerinden medyaya kadar etki eden bir çürümeyi görmeyelim mi?
Liyakatsizliğin, ahlaksızlığın, ilkesizliğin, sahteciliğin, takıyyenin, kamuflajın, rüşvetin, hırsızlığın, hunharlığın ve acımasızlığın, işkencenin, hukuksuzluğun, eğitimsizliğin, ayrımcılık ve ırkçılığın, kifayetsizliğin ve başka birçok berbatlığın vıcık vıcık birbirine kenetlendiği rezil kokulu mide bulandırıcı bir kanalizasyonda, iyiler azalıyor. Susuyorlar, pusuyorlar, terk ediyorlar. Ya da ortama uyum sağlamak zorunda kalıp, iyi olma vasfını yitiriyorlar.
Bazıları bu ortamda savcıları göreve çağırıyor, muhalefet liderlerine çağrı yapıyor, sessiz kalmayacaklarını ilan ediyor. Anayasanın artık fiilen hiçbir değerinin ve bağlayıcılığının kalmadığı, güçler ayrılığının 2013’ten bu yana uygulanmadığı, yargının bağımsızlığının tümden ortadan kalktığı bir Türkiye’de, savcıları göreve çağıranlar da, çağrılarda bulunan muhalefet liderleri de, sessiz kalmayacaklarını ilan eden bir avuç insan da, eğer gerçekten iyi niyetliler ve samimilerse, boşa çırpınıyor. Eğer taktik gereği bu tutumlar içindelerse, mevcut sistemin devamına münafıkça hizmet ediyorlar.
Bakın bu böyle gitmez!
Tüm bu saydığım sorunların çözümü zaten çok zor. Ama bu bölünmüşlük, kamplaşma, kabileleşme, kutuplaşma, zaten zor olan çözümü imkânsızlaştırıyor. Oysa bunca karmaşıklığa karşın teknikleştirilen bir bakış açısının yarattığı mekanik, kolay, matematiksel bir etik rasyonaliteyle, akıntıya karşı durmaya başlamak olanaklı. Kantçı bir akılla, kendiniz için istemediğiniz bir şeyi başkaları için de istemeyeceksiniz. Kendiniz için istediğiniz her şeyi diğer insanlar için de talep edeceksiniz. Her şey bu sihirli etik temel üzerine oturacak. Aranızda olaylara çok farklı bakan insanlar olduğunu biliyorum. Size kötü bir haberim var. Hiçbir zaman olaylara tüm insanların aynı açıdan yaklaştığı bir toplum var edemeyeceksiniz. İnsanlar her zaman birbirlerine itiraz edecek, karşı fikirler ileri sürecek, sizin yaşamaya değer gördüğünüz bir yaşamın dışında yaşamak için sizin asla almayacağınız kararlar alacak. Bireysel farklılıkları kabul etmek zorundasınız. Çözümü zor sorunlara ancak bu esnek ve toleranslı yaklaşımla kolektif çözümler üretebilirsiniz. Kendiniz için istediğiniz her şeyi başkaları için de isteyebiliyor musunuz? Kendinize istemediğiniz bir şey başkalarının başına gelince, o tanımadığınız – hatta hazzetmediğiniz – insanların da haklarını savunabiliyor musunuz? Kant’ın on sekizinci yüzyılda ortaya koyduğu, ölümü değil yaşamı önceleyen matematiksel/mantıksal doğruluktaki etik ilkeleri neden yirmi birinci yüzyılda, ondan yaklaşık 300 yıl sonra hala uygulayamıyor Türkiye insanları?
Zamanın sürekli akışına meydan okuyan ve geçmişin denizine nefret, ayrışma, toleranssızlık, tahakküm, despotizm, dışlama, sosyal totalitarizm gibi inatçı çapalarla tutunan Türkiye’yi, ancak kolektif akılla, beraberce, kardeşçe o berbatlıktan çekip alabiliriz. Özgürlükte, bollukta, bilgide, mutlulukta karar kılabilirsiniz, hem de kendiniz kalarak!
Kendiniz değişmediğiniz sürece, kolektif patolojilerin yansıması olan devlet ve daha dar anlamda rejim de değişmeyecek. Sorunları çözecek bir sihirli değnek yok. Mesihi bir kurtarıcı gelmeyecek. Dışarıdan gelen iyi niyetli bir güç sizin için insani ve erdemli bir devlet inşa etmeyecek. Çürümenin merhemini boşa aramayın. Fakirliğin ve yokluğun nedeni birilerinin bedduası da değil. Ektiğini biçiyor Türkiye. Hiçbir şey kendiliğinden bozulmadığı gibi, kendiliğinden de düzelmez. Ancak tüm gemi, tayfasıyla ve yolcusuyla, hep birlikte çalışırlarsa var olabilirler. Yaşamı ciddiye alın, yaşamı önceleyin. Öykünün sonunda neler olacağına siz karar vereceksiniz. Çünkü hikâye sizin hikâyeniz.
İnsanlar süreci film seyreder gibi seyrettiler. Mesele sanki kendilerini bir film izlemek kadar ilgilendiriyormuş gibi. O filmi seyrederken insanlar şekilden şekle girdiler. Kendilerinde olup biteni görmek yerine film izlemeyi tercih ettiler. Meselenin bizzat yaşandığı gerçeği yerine bir film izliyormuş gibi değerlendirdiler. Gerçek ve film arasındaki fark birinde gerçekten bir insan ölüyor diğerinde yalandan. Gerçek bir insanın öldürülmesi karşısında oh olsun demek zordur ama filmde duygusal tepki daha rahat verilir. Kimse katil olduğunu yada katile destek verdiğini kabul etmek istemez. Ama içten içe cinayetlerden keyif almaktadır. Ama bu film sahnesi olduğu için ve insan film seyrederken kendi duygularına odaklanamadığı için mesele çok basite indirgenmiş olur. İnsan katil yönleri ile yüzleşmemiş olur. Bu yüzden de düzelme olmaz. Çünkü herkes bir düşman bulmuş ve iyi taraftadır. Kimse içindeki katil duygular ile yüzleşmez. Hep karşı tarafı sürekli suçlayıcı propaganda kişinin kendi içinde beslediği canavarca hislerin görünmesine engel olur. Kişi içindeki vahşilik ile yüzleşmekten bu sayede korunmuş olur. Bu berbat bir savunma mekanizmasıdır. Bir düşmanı kendi cani duygulara perde yapıyorsundur. Mesela savaşta bile hamile kadınlara, ihtiyarlara, çocuklara dokunulmaz. Ama amacın farklıysa o zaman savaşı amaçlarını gerçekleştirmek için sadece kullanmış oluyorsun. Mesela cemaat bir düşman ise ve bu tehdit ile savaşmaya karar verdiysen eğer amacın savaş olsaydı hamile kadınlara, hastalara, ihtiyarlara dokunmazdır. Tipik yunan yada ermeni davranışı görüyorum. Bu katliamcı davranışı yapanlar türkiyedeki insanlara dayanarak bunu yapıyor. O zaman özeleştiri yapmak zorundayız. Çünkü içimizde ermeni, rum çetelerin damarını taşıyoruz demektir. İçimizde bu duyguları barındırırken hem olup biteni film seyreder gibi seyredeceğiz hem de sorumluluktan kurtulacağız. Merak ediyorum bu temizlikten sonra azcık olsun bir rahatlama oldu mu insanlarda. İnsan elini yıkayınca bir temizlik hissi olur ya onun gibi. Yani temizlendik falan diye oh be diyebiliyormuyuz? Acaba neden insanlar oh be rahatladık diyemiyor? Çünkü insanın içi kirlenmiş. Yetmedi ayrıca insan sırf temizlik uğruna devletin, hukukundan, anayasasından, güçler ayrılığından, parlamentosundan oldu. Yetmedi açlık ve kuraklık kapıda. İnsanlar eğer bir melek olduklarını iddia etmeyip, sürekli düşmanla uğraşmayıp biraz kendileri ile ilgilenselerde belki kendisi bile kendisinden ürperecekti. Ama düşmanlığını gizlemek için masum insanlara iftira atmayı tercih ettiler. Bu sayede temizlendiklerini sandılar. Bu savunma mekanizmasını bırakmadıkları müddetçe insanlığın ilerlemesi imkansızdır. Düşmanca duyguları gizlemek için ‘devlet’ bu sefer onlara yeni hedefler, düşmanlar gösterecektir. Bu insanlar ve devlet arasında karşılıklı bir çıkar ilişkisidir. Bu ilişki kırılmadıkça insanlar huzurun formülünü bulamaz. İnsanlar ve devlet arasındaki bu çıkara dayalı bağımlı ilişki sonlandırılmalıdır. Bu çıkardan insanları vazgeçirmek çok zor. İnsanlar bu çıkar ilişkisinin bir kısır döngü olduğunu ve fayda getirmeyeceğini fark edene kadar insanlar düzelmez. İnsanlar daha onurlu ilişkiler talep etmelidir. Çıkarcılığın boş olduğunu ve insana yakışmadığını görmeliler. Eğer film seyreder gibi olup biteni seyretmeye devam ederlerse ve kendilerini sürece dahil etmezlerse düzelme belki bir milyon sene geçse de olmayacaktır.