Bir nesli nasıl mahvediyoruz?

Türk Yüksek Öğretimi Üzerine Mühalazalar-3

YORUM | Prof. Dr. SALİH HOŞOĞLU

Yazının başlığı size tanıdık gelmiş olabilir. Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti’nin hacmi küçük ama muhtevası çok çarpıcı kitabının adı “Bir Nesli Nasıl Mahvettiler?” idi. Serdengeçti o kitabında Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan bir kısım yanlış uygulamalarla gençlerin nasıl dinden uzaklaştırıldığını dramatik bir şekilde anlatmaktadır. Bir milletin sahip olduğu en büyük değer, müstakim, kendine, topluma ve insanlığa katkı sağlayan fertleridir. Bütün diğer kaynaklar bir şekilde temin edilebilir ya da eksiklikleri giderilebilir ama insan varlığı en kıymetli olanı ve zor temin edilenidir. Nitekim dünya da yer altı ve yer üstü kaynakları kıt bazı ülkeler çok müreffeh iken çok zengin kaynaklara sahip bazı ülkeler fakirlik içinde binbir problemle boğuşmaktadırlar.

Türkiye, yetişmiş insan varlığını yok etmede dünya tarihinde örneği az bulunacak bir performans gösterdi ve halen de gösteriyor. Ülkenin en iyi beyinlerini işinden atmak, hapsetmek ve ülkeden ayrılmaya zorlamak suretiyle devre dışı bıraktı. Bununla da yetinmeyip şu anda ülkeye katkıda bulunabilecek gençleri de “yüksek öğretim” adı altında uzun zaman atıl bırakmakta ve bu gençlerin çoğuna yaşları 25’i geçtiğinde sadece işlevsiz bir diploma vermektedir.

Özetle ülke nüfusunun yaklaşık %10’una tekabül eden bir kısmını, hem de en enerjik zamanlarında üniversitelerde heba ediyoruz kanaatindeyim. Bu heba olma bütün üniversiteliler için geçerli değil tabii ki. Ancak ülkenin ihtiyaçlarına göre belirlenmemiş ve neye göre belirlendiğini kimsenin bilmediği bir program dahilinde ya da programsızlıkta üniversitelerde gün geçiren bu gençlere “Nasıl bir gelecek sunacağız?” sorusunun cevabı maalesef yok.

Bu gençlerin meslek öğrenme ve bu mesleğe adapte olmaları gereken 16 ile 25 yaşları arasındaki yıllarını, yetersiz altyapısı olan, büyük ölçüde teorik olarak icra edilen zayıf üniversite programlarında heba etmiyor muyuz? Yaşı 25 olan bir gence, çok defa hiç işine yaramayacak bir diploma vermek ülkeye ne katkı yapacaktır? Dünyada bu kadar uygulama dışı eğitim programı olan ve bu şekilde gelişen bir ülke var mıdır?

Bu serinin ilk yazısında üniversitelerimizde resmi rakamlara göre 7.740.502 öğrenci olduğunu söylemiştik. Bu rakamın Avrupa’daki birçok devletin bazı komşu ülkelerin nüfusundan kat kat fazla olduğunu görüyoruz. Türkiye’de üniversite ve üniversite öğrenci sayısının son yıllarda patlama yaptığı ve gittikçe artan bir trend izlediği de gene resmi rakamlardan görülüyor.

Yüksek öğretimdeki öğrenci sayıları
Öğretim Yılı Öğrenci Sayısı
2014-2015

2015-2016

2016-2017

2017-2018

2018-2019

6.062.886

6.689.185

7.198.987

7.560.371

7.740.502

 

2019-2020 Öğretim Yılı daha önce alışık olunmadığı şekilde Cumhurbaşkanlığı Külliyesinde yapılan bir törenle açıldı ve bu törende YÖK Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç bir konuşma yaptı. Burada benim dikkatimi çeken YÖK Başkanının hamaset de içeren değerlendirmeleri oldu. Bir taraftan “Bağdat’tan Şam’a, Konya’dan Edirne’ye bu coğrafyadaki yüzlerce yıllık bilim merkezlerinin mirasının bize emanet olduğunu biliyoruz. Diğer bir ifade ile görünmez kılınan akademik mirasımızı görünür kılmak ve geliştirmek ve bize yakışır bir noktaya getirmek için çalışıyoruz” derken, diğer taraftan “Yola çıktığımızda yükseköğretimde kalite kavramının en önemli önceliğimiz olduğunu ifade etmiştik. YÖK’ün yetki devri sürecinde YÖK’ün başlatmış olduğu girişim ile idari ve mali açıdan özerk bir Kalite Kurulu kurulmuştur. Yükseköğretim Kalite Kurulu tarafından değerlendirme sürecinden geçen üniversite sayısı 2016’da 20 iken bu sayı bugün itibariyle 160’a ulaştı. Ulusal ve uluslararası 15 akreditasyon kuruluşu tarafından akredite olan lisans programı sayısı üç yılda %50 artışla 671’e ulaşmış ve akredite program oranı %10’a yükselmiştir” demekte.

Evet programların sayısı arttı, çok sayıda akreditasyon kuruluşuna üyeyiz ama gerçekte neredeyiz? Bunu kimsenin söyleyemediği bir ülkede çok sayıda insana üniversite diploması versek ne olur?

Geçenlerde Prof. Dr. Kemal Gözler’in bir internet sitesinde kaleme aldığı “Akademinin Değersizleşmesi Üzerine” başlıklı yazısı çok tartışıldı. Sayın Gözler’in yazısından iki hafta önce ben de aynı konuya, bu serinin ilk yazısında değinmiştim. Ancak Sayın Gözler daha detaylı olarak konuyu işliyor ve benim sadece başlık olarak bahsettiğim her üniversitenin en az bir adet İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi (İİBF) açmasını kendi memleketi Biga’ya açılan İİBF üzerinden irdeliyor.

Türkiye’de iyi bir planlama yapılsaydı yaklaşık beş milyon gencin üniversite yerine bir mesleğe yönlendirilmiş olması ve hatta şu anda çoğunun çalışma hayatının içinde olması gerekirdi. Bu insanların atıl bırakılmaması ve kaynak israfının önlenmesi açısından hayati öneme sahip. Ancak yetersiz altyapıyla İİBF ya da benzeri beşeri bilimler alanında açılan programlardan sağlık alanında açılan programlar gelecek adına daha fazla risk oluşturmaktadır. Çünkü yapılan yanlış burada kalmayacak, yetersiz alt yapı ile açılan üniversite/fakülte ve programlardan yetişen sağlıkçılar ya da teknik elemanlar gelecekte başka problemlere yol açabileceklerdir.

YÖK verilerine göre, 2019 yılında üniversite kontenjanları tıp programında 15 bin 50, diş hekimliğinde 6 bin 680, eczacılıkta 3 bin 524 kişi olarak belirlenmiştir. Gene YÖK verilerinden ulaşabildiğim kadarıyla 2019 yılında Türkiye’de 27’si devlet, 9’u vakıf 4’ü KKTC’de olmak üzere 42 Eczacılık Fakültesi bulunmaktadır. Uzun zaman sadece yedi (rakamla 7) adet Eczacılık Fakültesi bulunan ve Eczacı eksikliği olduğuna dair hiç bir zaman bir gündemi olmayan bir ülkede bunun altı katı sayıda fakülte ve on katı kontenjan açmak nasıl bir yaklaşımla izah edilebilir? Bildiğimiz kadarıyla Türkiye’de Eczacılar bir üretim yapmamaktadırlar, sadece ilaç sanayisinin ürettiği ilaçları halka ulaştırmakta ve bu ilaçların kullanımıyla ilgili danışmanlık hizmetleri vermektedirler.

Ancak daha vahim bir durum Tıp Fakültelerinde var. YÖK’ün verdiği bilgilere göre toplamda (sayabildiğim kadarıyla) 75’i devlet, 26’sı vakıf, üçü KKTC ve biri de Azerbaycan’da olmak üzere toplamda 105 tıp fakültesi ülkemize doktor yetiştiriyor. Yurtdışında bitirdikten sonra Türkiye’ye gelip çalışma izni alanlar konunun dışındadır. Tıp eğitiminin bütün diğer eğitimlerden farklı kılan hususlardan biri belli bir nüfusa hizmet veren bir hastaneye ihtiyacı olmasıdır. Başka birçok alanda kolaylıkla uygulanabilen uzaktan eğitim, online eğitim, paket program gibi uygulamalar tıp eğitiminde sınırlı kullanılabilirler. Bir öğrencinin gerçek hayatta belli sayıda farklı çeşitlilikte hasta görebilmesi için bir tıp fakültesinin hizmet verdiği nüfusun en az yarım milyon olması beklenir. Ancak Türkiye bu eşiği o kadar aştı ki nüfusu yarım milyon bile olmayan KKTC’de üç adet tıp fakültesi açıldı. Ancak vakıf üniversitelerinde durum daha da vahim görünüyor, bazı vakıf üniversitelerinde hastaya öğrencinin hatta asistanın dokunması pek olası görülmemektedir. Tıp Fakültesi yatırımı ciddi pahalı bir yatırımdır ve bu yatırımı üç gün sonra geri çekemezsiniz, değişik bir alana kaydıramazsınız. Bugün gelişmiş ülkelerde küçük küçük tıp fakülteleri yerine daha büyük (eskiden Türkiye’de olduğu gibi) fakültelerde çok sayıda öğrenciye eğitim veriyorlar. Ayrıca yılda onbeşbin doktor mezun ettiğimizi ve bunun yirmi yıl boyunca bu şekilde devam ettiğini düşünelim. Nüfus artışımız hemen hemen durduğuna göre yirmi yıl sonra bugünküne ek olarak üçyüz bin doktorumuz daha olacak.

Yukarıda cevabını vereceğim bir soru sormuştum. Dünya da on bin kişiye düşen hekim sayısını gösteren istatistiklere bakılırsa bu rakam Türkiye için (2014 yılında) 17,6, Kazakistan için 35,5, Türkmenistan için 22,3, Azerbaycan için 34,5, ABD için 26,0, Gürcistan için 51 olarak bildiriliyor. Son beş yılda çok daha fazla mezun vererek Türkiye de bu rakamı 19’a yaklaştırdı. Ancak görüldüğü üzere dünya da en iyi sağlık hizmetleri Gürcistan’da ya da Türkmenistan’da verilmiyor, görece daha düşük rakamlara sahip olan Batı ülkelerinde daha iyi sağlık hizmeti verildiği tartışmasızdır. Gerçi Türkmenistan’da herkes dünyanın en iyi sağlık sistemine sahip olduklarından emin olabilir ama gerçekleri değiştirmez. Türkiye bu yüksek öğretim politikası ile Eski Sovyet Ülkelerinin düştüğü duruma adım adım gidiyor. Sınırlı olan maddi kaynaklarımızı ve insan varlığımızı populist politikalarla heba edersek 20-30 sene sonra çok daha kötü durumlarla karşılaşmamız kaçınılmazdır. Benden söylemesi.

***

Türk yüksek öğretimi üzerine mülahazalar-1

Türk Yüksek Öğretimi Üzerine Mülahazalar-2

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin