Bir dostluk öyküsü

YORUM | M.NEDİM HAZAR

Rakamlar her kadar tam tersini söylese de, Türk insanının televizyonda en çok belgesel izlediği söylenir. Özellikle doğal hayvan hayatı konusundaki belgeselleri seyretmeyi herkesin içi kaldırmıyor elbette.

Ancak sanırım bu biraz bizim bakış açımızla ilgili bir olay.

Bir karıncaya göre aslan ya da kaplan dünyanın en zararsız hayvanları arasındadır. Keza yine bir sineğe göre ise bir kurbağa dünyanın en tehlikeli yaratığıdır!

Bize son derece yırtıcı ve vahşi gelen şey hayvanların doğasında olan aslında. Yani bir aslanın zebraya saldırması yahut bir yılanın tavşanı kovalaması bizim açımızdan kabul edilir gibi görünmese de, tabiatın yaradılışına asla zıt bir şey değil. Ve bilim/teknoloji geliştikçe daha da iyi fark ediyoruz ki, aslında hepsinde bir hikmet ve yararlılık var.

Sıkıntı insan/hayvan arasındaki mesafelerin açılmasından daha büyük. İnsanın tabiat ve hayvandan gittikçe uzaklaşmasından kaynaklanıyor. Kendi kurduğumuz üretilmiş bir mekan/çevre ile kuşatılmayı medeniyet zannediyoruz maalesef.

Dolayısıyla bırakınız yırtıcı diye tanımladığımız hayvanları bilmeyi, anlamayı evcil ve tarih boyunca insanla beraber yaşayan hayvanlarla bile mesafeyi epey açmış durumdayız.

Yaklaşık on yıl önce yıl önce  Fransız sinemacı Jacques Perrin’in  Le Peuple Migrateur (Kanatlı Uygarlık) hayranlıkla izlerken sadece bir belgesel filmin değil, insan-hayvan yakınlaşmasının tarihteki ender yakınlaşmalarından birinin şahidi olmuştuk. Perrin, Kanatlı Uygarlık filminden önce de, yerin altındaki bambaşka bir alemi Microcosmos filmiyle perdeye yansıtmıştı ama göçmen kuşları anlatan son belgeseli bambaşkaydı: Kamera kuşların göç için kanat çırptığı ilk andan itibaren takibe başlıyor ve mevsim, iklim, coğrafya demeden neredeyse birkaç santim uzaklarında onlarla beraber yaptıkları seyahati kayıt altına alıyordu. Bu büyülü yolculuk yapımcılarla röportaj yapmak için yazıp, ‘Nasıl başardınız?’ diye sorduğumda gelen cevap, ‘Filmin çekim belgeselini bekle’ olmuştu. Ve yapım belgeselinde inanılmaz bir şey vardı. Belgeselciler kuşlar daha yumurtalarda iken onlarla beraber kafeslerine giriyor, doğum ve büyümelerinde hep yanlarında oluyorlardı. Kuşlar, belgeselcileri aileden biri saydıkları için bu vefa hissiyle 20 bin kilometre boyunca yanlarında uçmalarına ve film çekmelerine izin veriyordu!

Açıkçası büyüleyici bir denemeydi bu ama daha doğalı ve etkileyici olanı vardı.

2008 yılında sosyal paylaşım sitesi Youtube’da bir görüntü yayınlandı. İzleyeni hem şok eden hem de ağlatacak derecede etkileyen bu videoda iki insan ile bir aslanın sıra dışı vefa hikayesi vardı. Sonradan araştırınca öğrendim ki, vaktiyle (1971) yayınlanan bir kitabı da varmış bu görüntülerin: Christian isimli bir Aslan. Sonradan tekrar düzenlenerek da yayınlanan kitap son derece etkileyici bir insan/hayvan vefasına dair yaşanmış bir öykü anlatıyor.

1969 yılında Londra’da yaşayan John Rendall ve Anthony Bourke isimli iki Avustralyalı küçük bir aslan satın alıyorlar. Yavruyken evlerinde bakıp, beraber vakit geçiren bu iki kafadar, aslanın iyice büyümesiyle ne yapacaklarını şaşırır bir hale geliyorlar. Ve mecburen sevimli ev arkadaşlarını alıp Kenya’ya götürerek doğal hayata bırakıyorlar.

Aradan 6 yıla yakın bir zaman geçtikten sonra yolları yine Kenya’ya düşüyor ve dostlarını merak ediyor Rendall ve Bourke. Umutsuzca Kenya çölünde gezerken bir kayalıktan kendilerine doğru bakan kocaman bir aslan görüyorlar. Kısa bir tereddüt sonrası aslan üzerlerine öyle bir geliş geliyor ki inanılmaz! Ve kavuşma anı. Üç kadim dost, izleyeni gözyaşlarına boğacak şekilde sarılıyor, hasret gideriyorlar. Aradan geçen zaman içerisinde çoluk çocuğa kavuşmuş olan Christian, adeta bir bebek gibi onlarla şakalaşıyor, yerlere yatırıyor, öpüyor, kokluyor…

Meraklısı belgeseli izlemek isterse diye aşağıya ekliyorum:

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin