Bir dolar

YORUM | PROF. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN 

Merkez bankasının rezervleri eksi 44 milyar dolar deniliyor. Ne demek eksi 44 milyar dolar? Yani merkez bankasında para yok, bilakis 44 milyar dolar borçlanılmış demek. Sözcü gazetesinden Murat Muratoğlu, dünkü yazısında bu durumdan Erdoğan’ın bilgilendirilmediğini iddia ediyor. Merkez bankasının elinde bulunan 128 milyar dolarlık rezervlere ne olduğu bilinmiyor. Ana muhalefet partisi CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu geçen gün ısrarla konuyu gündeme getirince, Erdoğan açıklama yapmak durumunda kaldı. Bu meblağın önemli bir bölümünün Kovid-19 ile bağlantılı durum nedeniyle kullanıldığını söyledi. Oysa herkes biliyor ki dünyadaki birçok devletin aksine Türkiye devleti ve kurumsal ne de bireysel olarak herhangi bir Kovid yardımında bulunmuş değil.

Murat Muratoğlu yazısında “Şu anda cebinde “1 doları” olan birinin bile rezervi Merkez Bankası’ndan fazla” diyor. İnsanın aklına ister istemez cebinden bir dolar çıktı diye yıllarca hapis yatan insanlar geliyor.

Genç kuşak bilmeyebilir. Oysa bizim çocukluğumuzda siyaset literatüründe “memleketi 70 sente muhtaç etmek” diye bir deyim vardı. 1970’li yıllarda Süleyman Demirel tarafından rakibi Ecevit’in başbakanlığı dönemindeki döviz darboğazına atıfta bulunan bu deyim, devletin ekonomik çöküşünü ve aczini ifade ederdi. Bugün gelinen durum, kamu ve özel sektör borç miktarı dikkate alındığında kuşkusuz çok daha kötüdür. Dahası bugün, 1970’lerin aksine, ekonomiyi denetleyebilecek bir parlamenter denetleme mekanizması da yok. Bir tek adam yönetiminde, Erdoğan’ın ağzından çıkacak bir sözle tüm kariyerinin sıfırlanabileceği gerçeğini bilen, dahası “FETÖ’cü” veya ocu-bucu ilan edilerek özgürlüğü dâhil her şeyini kaybedebileceğini hesaplayan bürokratlar ve memurlar, reis efendiye var olan problemin fecaatini bile anlatmaktan acizler. Yaşamla rasyonel ilişkilerini büyük oranda kaybetmiş, olan bitenlerin farkında olmayan, buna karşılık bütün yetkileri kendinde toplamış bir otokrat tarafından yönetiliyor ülke.

İnsanlar birbirine takılıyor artık: “Aman bir dolar deme, cezası 8 yıldan başlıyor.”

Türkiye’nin bugünkü korkunç ekonomik sorunları, politik nedenlerden dolayı yaşanıyor. Çünkü ekonomi yönetimi adı üstünde yönetsel bir konudur ve politik kurumsallaşma ile ilgilidir. Bir devlette ekonomi alanında alınan kararlar ne kadar şeffafsa ve denetlenebilmeye açıksa, ekonomi politikaları o kadar başarılı olur. Bir başka ifadeyle, ekonomik başarı ile politik sistem arasında önemli bir korelasyon bulunmakta. Şöyle açıklamaya çalışayım. Bugün dünyada ekonomik olarak güçlü ve istikrarlı olan ülkelerin çok büyük bir çoğunluğu, demokratik hukuk devletleridir. Bir ülke ne kadar demokratikse, o kadar müreffeh. Çünkü demokratik hukuk devletlerinde, ekonomi veya diğer alanlarda alınan kararlar ve bunların sonuçları, denetime açıktır. Değer bir ifadeyle, şeffaflık ve hesap verebilirlik yerleşmiştir. Türkiye gibi ülkelerde ise, rejimlerinin doğası gereği, güç – yetkiler – sınırlı sayıda kişide toplanmıştır. Dahası, bu kişiler kamu denetimine açık değildir. Şunu demek istiyorum. Şu anda Türkiye’de Erdoğan’ı denetleyebilecek bir merci var mı?

Zaten bugünkü sistemin ortaya çıkması, şeffaflıktan kaçmak amacıyla gerçekleşti. Hatırlayalım, 17 Aralık 2013’te iktidarın yolsuzluk ilişkileri, patlayan bir kanalizasyondan fışkıran dışkı gibi etrafa saçılmıştı. İran’ın gizli nükleer enerji programında kullanılmak üzere, uluslararası yaptırımları delerek İran parası aklanırken, aradan komisyon alan Türk siyasetçiler ve bürokratlar, suçüstü yakalanmışlardı. Bu kirli ilişkileri, İran’da Babek Zencani, Türkiye’de ise İranlı Reza Zarrab yönetmekteydi. Reza, nice bakanları ve bürokratları rüşvet zinciriyle kendine – ve İran’a – bağlamıştı. İşin ucu en tepelere kadar ulaşmaktaydı. Erdoğan Bayraktar ne demişti, hatırlıyor musunuz? “Ne yaptıysam başbakanın – Erdoğan’ın – onayı ile yaptım!”

Böylece, o gün var olan, hatalarıyla da olsa işlemekte olan bir sistem, yukarıdan gelen baskılarla işlemez hale getirildi. O soruşturmaları yürüten savcılar ve polisler, var olmayan bir şeyi araştırmıyordu. İnternete düşen tapelerde, o gün birçok siyasetçinin oğluyla-kızıyla yaptıkları telefon konuşmalarındaki panik hallerini hatırlayın. Ne yaptıklarını biliyorlardı ve bunu gizleme derdindeydiler. Bunu yapabilmek için, devletteki diğer erkleri, özellikle de yargı gücünü kendi kontrolleri altına almaları gerekiyordu. Böylece bir daha kimse onları rahatsız edemeyecekti.

O dönem içişleri bakanı olan Efkan Ala adlı şahsı hatırlıyor musunuz? Hani sonradan onu harcadılar ve yerine SS’i getirdiler. İşte bu tür adamlarla yargıçları, savcıları ve polisleri önce sürdüler, sonra görevden aldılar. Bugün ekonomik denetim mekanizmalarının işlememeye programlanması, işte 17 Aralık 2013’te yapılan bu sivil darbe sonucunda gerçekleşti. Bir diğer ifadeyle, sivil darbeyi “Paralel Devlet” değil kendileri yaptı. Bir tür Ali Baba ve Kırk Haramiler ilişkisi kuruldu. Derin devlet vesayetçileri ve İslamcı yolsuzlar arasındaki bağ, bu “duygusal sebeplere” dayanıyor. Akçalı işlere gelince gayet güzel üleşen ve anlaşan bir tortu ile karşı karşıya Türkiye. Beraber ortalığı bulandırıp, işlerine baktılar. Reis bu sayede kendisine sadık bir havuz oluşturdu ve “halkın öğreneceği ‘gerçekleri’” denetimi altına aldı. Herkesi mutlu eden bir saadet zinciri oluşturdular.

Devlet Denetleme Kurulu’nun adını hiç duydunuz mu? Ya Sayıştay’ın? Bunlar anayasal kurumlardır. AKP hukukla ilişkisini koparınca, bu kurumları derhal ele geçirdi ve içini boşalttı. Aynı şekilde, yeni Başkanlık Sistemi modeliyle, parlamento (TBMM) sorununu da kolayca aştılar. Dedim ya, üleşirken iyi anlaşıyorlar, aralarında ideolojik fark falan gözetmiyorlar. Önemli olan saadet zincirinden gelen akışın devamı! Sistemi ayakta tutan tek “manevi değerleri” bu! Hatta tabanlarını rahatlatmak için İslamcılar yolsuzlukları İslami kılıfa büründüren fetvacı Hayrettin gibi adamları da devreye soktular. Dünyevi cennetlerini kaybetmemek korkusu, en büyük motivasyon kaynaklarıydı. Bakın dikkat edin, Egemen Bağış gibi “Bakara makara!” diyen bir adamı bile, sıkı dostlar operasyonu ile Çek Cumhuriyeti’ne büyükelçi olarak atadılar. Sistemlerinin üleştirme kapasitesi kadar, geride adam bırakmama zorunluluğu da önemli bir unsurdu.

Böyle sistemler, mutlak sadakat yaratır. Rusya da, Venezüella da, İran da, Kuzey Kore de, nereye giderseniz gidin, ideolojileri veya politik sistemleri görüntüde birbirlerinden farklı da olsa, hepsinin ortak özelliği, devlete palazlanmış bir iktidar elitini “memnun etmeleridir”. Sovyetler Birliği’nde de aynı sistem vardı. Sözde tüm vatandaşlar aynı iğrenç betonarme kibrit kutusu apartmanlarda yaşıyordu ve bunu sosyalizmin eşitlikçiliği ile meşrulaştırıyorlardı. Ne var ki, o dairelerin içine girdiğinizde durum değişiyordu. Bugünün İslamcı nomenklaturası, o Sovyet parti elitlerinden daha aşağılık. Çünkü en azından Sovyetler’de herhangi bir kutsal yoktu, rasyonel insan aklı “aldanmıştı”. Türkiye’de ise, kutsalları olan İslam, dalaverelerine erkete edilmişti.

Bir doların hikâyesi özünde böyle başladı. Bu sisteme halk razı oldu, hala da önemli bir bölüm buna razı. O zaman bunlara hala onay veren halka şunu demeyelim mi? “Fakirlikten veya yokluktan, açlıktan veya sefaletten, aşısızlıktan veya işsizlikten şikâyet etmeyeceksin! Tercih ettiğin ‘değerin’ sana verdikleriyle yetineceksin. Giderek fakirleşirken, neden Rabia işareti yapmıyorsun?”

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. “İnsanın aklına ister istemez cebinden bir dolar çıktı diye yıllarca hapis yatan insanlar geliyor.” Her zulüm kendi cinsinden döner zalime ve zülme rıza gösterene.
    Keşke insanlar acı sona varmadan geri dönebilseler. Keşke, Ninova halkına nasip olan bu topluma da nasip olsa. Ama kendi rızasıyla zarara girene ne yapabiliriz ki, uyarmak dışında. Dogrusu, bence böyle insanlar marhameti de haketmiyor. Ancak ekonomik kriz, salgın, kıtlık gibi felaketler iyi kötü ayırmıyor.

  2. Genel olarak güzel bir yazı, elinize, dimağınıza sağlık; teşekkür ederim.
    Yalnız iki noktada açıklamanıza ihtiyaç duyuyorum. Sonraki yazılarınızda aynı konulara yer verecekseniz, biraz daha net yazabilir misiniz?

    Önce, “Erdoğan, bütün gücü elinde toplayan bir otokrat, diktatör, tiran. Onun emri, onayı, bilgisi olmadan hiçbir şey yapılamıyor; kuş uçurmak mümkün değil” diyoruz; hemen sonra da: “Erdoğan’ın, 128 milyar doların uçurulmasından haberi bile yok/yoktu” diyoruz. Bu bir çelişki değil mi?

    İkincisi: AKP’nin, hukuksuzluklarını, çalıp-çırpmalarını “fetvacı Hayrettin” dediğiniz, Prof.Dr. Hayrettin Karaman’ın fetvalarına uygun yaptığını ya da onun fetvalarıyla meşruiyet kazandırdığını söylüyorsunuz. “Medeniye galebe ikna iledir; icbar ile değildir” şeklinde bir ölçü var. 1934 doğumlu, yani 87 yaşındaki bu ihtiyar adam hala gazete yazarı; yazıları da ortada. Hangi yazısı hangi zimmet, ihtilas, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanmak, dolanlı iflâs gibi yüz karartıcı suçlardan birine veya mut’aya ya da katle ruhsat vermiş?

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin