Bir diplomasi yöntemi olarak ikiyüzlülük

Türkiye böylesini daha önce hiç görmedi. Üç beş kendini bilmez kenar mahalle kabadayısı yüzünden ülkenin itibarı yerin dibine geçti.

Karşısında adeta gel deyince gelen, kalk deyince kalkan, alkışla deyince alkışlayan, gül deyince gülüp istendikçe yuh çeken gariban muhtarlar varmışcasına birçok ülke liderine perde önünde racon kesilmesine, şantaj, tehdit ve hakaretlerle bezeli heyheylenmelere, nezakete dayanan diplomatik ilişkileri zücaciye dükkanına dalmış kızışmış bir fil gibi tarumar etmelere Türkiye hiç alışık değildi.

Perde gerisinde ise haysiyetsizce el ayak öpmelere, ezilmelere büzülmelere, üç gün önce olmadık hakaretler, tehditler yağdırılıp yüksek perdeden şantajlar yapılan ülke liderlerine üç gün sonra her çeşit yaltaklanıp daha dün ağız dolusu tükürdüklerini eşsiz bir yüzsüzlükle afiyetle yalamalara, şayet ulusal onur diye bir şey varsa işte onu iyice rezil rüsva eden sözlü, yazılı, şahsi ya da resmi, duygusal veya diplomatik türlü özürler dilemelere de Türkiye pek alışık değildi.

KENAR MAHALLE AĞZIYLA KESİLEN RACON

Hele hele hangi aile terbiyesinden geldiyse artık, hangi kültürel çevrede yetiştiyse, o edepsiz huyu hangi ahlak ortamında edindiyse iki dakika sonra yalanlanmayı göze alarak tek ayak üstünde kırk yalan söylemeyi meziyet sanan bir dışişleri bakanıyla Türkiye, hala aklı başında olanların utancından her an bir kez daha yerin dibine geçtiği bir ülke haline geldi.

Hassas dengeler üzerine dayalı diplomasi mi yapılıyor, ekonomiden savunmaya kadar ülkenin tüm menfaat alanlarını ilgilendirdiği için kılı kırk yarmayı gerektiren dış ilişkiler mi yönetiliyor, yoksa kendini bilmez üç beş serseri nasıl olduysa ellerine geçirdikleri kırık dökük bir iki falçatayı sallayarak bitirimlerin biteviye birbirlerine hava bastığı kirli pasaklı, duman altı bir varoş kahvehanesinde ahlaki gradosu düşük kenar mahalle ağzıyla racon mu kesiyor belli değil. Öyle bir rezilliktir, öyle bir yüzsüzlüktür, öyle bir utanmazlıktır, öyle bir edepsizlik ve şirretliktir ki almış başını gidiyor.

28 Şubat’ın dağdağalı baskı ortamı henüz tüllenmemişken 2002 Kasım’ında iktidara gelen AKP, aynen beklendiği gibi, bir anda kendisini varoluşsal bir mücadelenin içinde buluverdi. İç siyasette askeri ve bürokratik vesayetin müesses oligarşik düzenine karşı eli oldukça zayıftı. O şartlarda ayakta kalabilmek için sırtını dayayabileceği iki menfez, kullanabileceği iki manivela vardı. Bu iki manivelaya abanıp kullanarak etkinliğini artırmaktan başka çaresi yoktu.

Bunlardan biri seçim sisteminin azizliğinden dolayı sadece iki partinin girebildiği Meclis’te oyların üçte birini alarak elde ettiği sandalyelerin üçte ikisiydi. Seçimli sistemlerde her partinin yapması gerektiği gibi halk desteğini korumakla kalmayıp genişletmek çabasına giriştiler. Toplumun farklı kesimlerini yanlarına çekecek, en azından karşıt olmaktan çıkaracak yapıcı ve kuşatıcı bir söylem ve eylem süreciyle demokrasilerde meşruiyetin ana kaynağı olan halk desteğini genişletmeye çabaladılar.

Ama asıl hamleyi güvenlik ve ekonomiyi de yakından ilgilendiren dış politika alanında yaptılar. İçerideki kuşatmayı kırmak ve hayatta kalabilmelerini sağlayacak nefesi alabilmek için cumhuriyet tarihinin görmediği nitelikte başarılı bir dış politika yürüttüler. Ülke çıkarlarının, milletin onur ve izzetinin iyi bir diplomasi ile nasıl korunabileceğinin bir çok başarılı örneğini sergilediler.

EFENDİLİKLERİ ZAYIFLIKLARINDANMIŞ MEĞER

Kendilerini müthiş zayıf, hem ulusal hem de uluslararası düzlemde müesses nizam nezdindeki meşruiyetlerini alabildiğine sorunlu görüyorlar ve bu sorunu ciddiye alıp ona göre çareler üretiyorlardı. ABD’nin Irak işgalinde kuzeyden cephe açmasını öngören hükümet tezkeresinin (Nereden nereye? Bugün Erdoğan’ın çıkarın dediği bir yasayı çıkarmayacak bir Meclis bile kalmadı) 1 Mart 2003’te Meclis’te oylanarak reddedilmesinin Bush yönetimi ile oluşturduğu sorunları gidermek için panik içerisinde 20 Nisan’da ve tam tersi yönde atılan adımların Erdoğan ve AKP’nin o dönemdeki güçsüzlük ve ezikliğinin bir ifadesi olduğunu bilmem hatırlatmaya gerek var mı?

Sadece bir örnek vererek geçeyim. 1 Mart tezkeresinin yol açtığı gerilimin sıcaklığı henüz dinmemişken, 2004 yılı içerisinde Başbakan Erdoğan kriz sonrası Washington’a ilk ziyaretini gerçekleştirir. Daha sonraki bütün günahlarını, muhatapları karşısında zorda kaldığı bütün eylemlerinin sorumluluğunu Hizmet Hareketi’nin üzerine yıkacak kadar eşsiz omurgasızlıklarıyla teflon gibi kir tutmaz siyasi aktörler olarak tanıdığımız Erdoğan ve AKP, 1 Mart tezkeresinin geçmemesinin içerideki ve uluslararası arenadaki savaş karşıtı havadan kaynaklanan tüm meyvelerini toplarken, ABD ile sebep olduğu gerilimin kendisine fatura edilmesinin üstesinden gelmeyi de el altından bütün sorumluluğu Genelkurmay Başkanlığı’na ve MGK’nın asker üyelerine yıkmak yoluyla başarmıştı. Paul Wolfowitz’in merhum Mehmet Ali Birand’a verdiği söyleşide hükümetten ziyade orduya yüklenmesi boşuna değildi.

CEPTE İSTİFA MEKTUBU, DİLDE BAŞKA TERANE…

Ama yine de ABD yönetiminden bir kesim “siyasal İslamcı saplantıları” olduğundan şüphelendikleri Başbakan’ın dış politika başdanışmanı Ahmet Davutoğlu’nun rolünün de altını çiziyorlardı. Dedikodular almış başını giderken Erdoğan, gerilim sonrası ilk kritik Washington ziyaretinde hem yanına Davutoğlu’nu almayı hem de, çok güçlü bir rivayete göre yine Davutoğlu’nun önerisiyle, Washington’daki muhatapları karşısında sıkışması durumunda anında kullanılmak üzere Davutoğlu’nun istifa mektubunu cebine koymayı ihmal etmemişti.

ABD ve Batı karşısındaki eziklik ve mecburi alttan almacı tarzları bundan ibaret de değildi. İlkeli bir ekip tarafından yapılmış olsaydı bugün de alkışlayacağımız bir çok dış politika hamlesi ve demokratik reformun ne yazık ki sadece güç temerküzü için ihtiyaç duydukları zamanı kazandırmakta kullanıldığını bugün çok daha iyi anlıyoruz.

Kıbrıs’ta “hep bir adım önde” sloganıyla barış güvercinine dönüşen, Avrupa Birliği (AB) üyelik sürecinin gerektirdiği her türlü demokratik, özgürlükçü reformu gerçekleştirmek için canhıraş ter dökülen dönemden bahsediyorum. 2006-2007’lere gelindiğinde ekonomide işler nispeten yoluna girmiş dolayısıyla halktaki destek zemini genişlemişti. Daha ziyade yumuşak güç unsurlarını öne çıkaran çok boyutlu diplomatik hamlelerle dış politikada ülkenin ve AKP’nin itibarı artmıştı. Türkiye bugünkü itibarsız, tiksintiyle bakılan, yaka silkinen halinin aksine o günlerde imrenilen, örnek gösterilen bir ülke haline gelmişti. Hem Müslüman hem laik, Asya-Avrupa’nın arasında Ortadoğu’nun bitişiğinde AB değerlerini benimsemeye can atan demokrat bir ülke olarak pek çok bölgede artık rol model ya da ilham kaynağı olarak gösteriliyordu.

Dönemin ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, 2005 yılında New York’ta seçkin bir Amerikalı işadamı grubuna yaptığı konuşmada, kısa zamanda elde ettikleri bu büyük itibar ve başarının sırrını verdiği her sözü yerine getiren güvenilir bir hükümet ve iş ortağı olmalarına bağlıyordu. Söylediklerinde o gün için haksız değildi ve muhataplarında karşılık bulan her kelimesine büyük itibar ediliyordu.

O KÖPRÜLERİN ALTINDAN ÇOK SULAR AKTI

Tabii köprünün altından çok sular aktı. Meğer, AKP’nin ilk iki dönemine denk gelen o günlerde izlediği iç ve dış politika sırf kendisini güvende hissetmediği için toplumun farklı kesimlerini kucaklar gibi yapmaktan, dış politikada ise içerideki sıkışmışlığından dolayı barış ve istikrar ihraç ederek içerideki özellikle güvenlik eltinin gerçek ya da sanal tehditlerden beslenen güç ve nüfuzunu kırmak üzere uluslararası ve bölgesel meşru aktörlerle işbirliği zeminini genişletmeye mecbur kalmaktan ibaretmiş.

2011’de askeri vesayeti ve bürokratik oligarşiyi yeterince gerilettiğini düşünmeye başladığında yeni, daha doğrusu daha eski, bir yol haritasını raflardan indirmenin vakti gelmişti. Kendisini gerçeklik zemininde hiçbir karşılığı olmayan oranda güçlü hissedip aşırı özgüven patlaması yaşadığı bu döneme denk gelen Arap isyanları iştihalarını daha bir kabartmıştı. Karakteri oturmamış her sorunlu yapı gibi kolayca yoldan çıkmaları için zemin ve şartlar müsaitti. Öyle de oldu. Erdoğan ve yularını elinde tuttuğu AKP, AB üyelik hedeflerini terk edip siyasal İslamcı hedefler rotasına oturuverdi.

MÜTTEFİĞİNİ DÜŞMAN, ÖNGÖRÜLEMEZLİĞİ MEZİYET SANAN STRATEJİK DEHA

Davutoğlu, yıllar boyu ‘istemem ama yan cebime koy’ üslubuyla yaklaştığı dışişleri bakanlığı koltuğuna oturduğunda çevresine doğrusal bir hat üzerinde seyreden öngörülebilir dış politika devrinin artık kapandığını, kendilerinin Türkiye’nin menfaatlerinin gerektirdiği esneklikte zikzaklar içeren yeni ve esnek bir dış politika benimseyeceklerini söylüyordu. Tabii bunu bu kadar yalın ve sade söylemiyor, gerçeklikten ziyade efsanevi başarılardaki kişisel rolüyle süslüyordu. En ‘dahiyane’ stratejik teorilerini bile “… gecenin bilmem kaçında …. ile meşgulken tam o sırada falanca ülkeden meslektaşım …’dan bir telefon geldi ve anında devreye girip…” diye başlayarak uzayıp giden menkıbeler eşliğinde anlatıyordu.

Ne büyük bir strateji dehası olduğunu Türkiye’nin dış politikasını soktuğu çıkmazlardan kolayca anlayacağımız Davutoğlu’nun her meseleye adeta muhataplarıyla bir savaştaymışçasına stratejik veya taktik hamle mantığıyla yaklaşmasının dış politikadaki karşılığı tam da istediği gibi öngörülemezlik oldu. Ama, özellikle tarihi olarak müttefiklik ve iyi ilişkiler içerisinde bulunduğumuz ülkelerle münasebetlerde de bu saçmalıklar tekrarlandığında öngörülemezlik bir değer üretmektense Türkiye’nin müttefikleri nezdinde “güvenilmez ortak” olarak görülmesine yol açtı. Türkiye hızla AB ile karşılıklı şantaja dayalı bir ilişkiler zeminine kayarken, NATO’da güvenilmez bir müttefik ve hatta müttefik olup olmadığı bile sıklıkla tartışılır hale geldi.

Geçmişin gerçek başarılarının yerini artık şehir efsaneleri ve sürekli tekrarlanan yalanlarla ayakta tutulmaya çalışılan sanal kahramanlıklar ve başarılar aldı. Babacan’ın “söz veriyoruz ve verdiğimiz sözü yerine getiriyoruz” diyerek özetlediği günler çok geride kalmıştı. Erdoğan ve kendisine yaltakçılıktan başka özelliği olmayan kifayetsiz ekibinin iç politikaya yönelik popülizm için giriştikleri abuk sabuk işlerin ardı arkası kesilmedi. Üzerinde çok hassas durulması, bin ölçülüp bir biçilmesi gereken en hayati güvenlik ve dış politika meseleleri ucuz iç siyaset malzemelerine dönüştürüldü.

CHAVEZ, AHMEDİNEJAD VE KADDAFİ’NİN BİLE GERİSİNE DÜŞMEK

Erdoğan ve ekürisi demokrasi, hukuk ve evrensel hak ve özgürlük ilkelerinden uzaklaşıp, tüm bunlara düşman kesildiği oranda itibar ve saygınlığını yitirerek uluslararası platformlardan dışlandı. Uluslararası alanda dışlandıkça daha fazla içeri yönelen Erdoğan ve ekürisi dışarıda zemin kaybettikçe içeride kof hamasetle, çoğu zaman yalanlarla daha fazla tribünlere oynar hale geldi. Hoş BM gibi platformlarda da artık ancak Chavez, Ahmedinejad, Kaddafi ve benzerlerinin uyandırdığı saygı kadar saygı uyandırabilecek bir profile gelip oturmuştu. Belki de o yüzden Erdoğan, kenar mahalle bitirimleri üslup ve kıvamındaki dış politik söylemleri için, her nedense aralarında kendisini en rahat hissettiği ve o rahatlıkla sözün şehvetine kapılıp kendi kendisini gaza getirerek kolayca atıp tuttuğu sayısız muhtarlar toplantısını en önemli platform haline getirdi.

İtibarını tamamen sıfırlayıp Türkiye’yi gün be gün daha fazla rezil eden dış politikanın itici gücü artık şöyle bir formüle dayanıyordu: Dış politikadaki hezimetleri ve zemin kaybını gözlerden kaçırmak için hamasetin dibine vurup muhatap aldığın gariban kesimlere ver coşkuyu. Sonra da bir gerçeklik zeminine dayanıyormuş gibi pompaladığın o coşkunun etkisiyle gaza gelip bitirimlerin tünediği varoş kahvehanelerinde bile ağza alınmayacak bir üslupla durmaksızın sağa sola çemkirip yüksek perdeden racon kes.

‘İSTERSEM KAPINIZA DAYANIR, TÜRLÜ REZİLLİKLER ÇIKARIRIM’ ŞANTAJI

Türkiye’yi AB ülkelerinde vizesiz dolaştırma vaadiyle yola çıkıp kendileri Avrupa ülkelerine gidemez hale gelen Erdoğan ve yardakçı ekürisinin yaptığı tam da bu. Allah aşkına hangi aklı başında devlet adamı bir zulümhaneye çevirdiği ülkesi tüm dünyanın dilindeyken “özgürlük konusunda Avrupa ülkelerine göre çok ileride olduğu” gibi bir saçmalığı hiç yüzü kızarmadan söyleyip üstüne de şöyle zırvalayabilir:

“Ben Nazizmin, Almanya’da bittiğini zannediyordum. Meğerse hala devam ediyormuş. Hala devam ediyormuş açık ortada. Eğer demokrasiye inanıyorsan, benim Bakanım, hem Bakanınla görüşecek hem de orada bir salon toplantısı yapacak. Niye rahatsız oluyorsun? Bir başka Bakanım aynı şekilde. Şimdi baktık ki Hollanda da aynı şekilde bir açıklama yapmış. Vah zavallı vah. Bunlar kendi iradeleriyle hareket etmiyorlar. Kardeşlerim, şimdi zannediyorlar ki Tayyip Erdoğan Almanya’ya gelecekti. Ya ben istersem yarın gelirim. Gelirim ve kapıdan da sokmadığınız zaman veya konuşturtmadığınız zaman da ben dünyayı ayağa kaldırırım.” dedi.

‘İNSANI HAYRETE DÜŞÜREN İKİYÜZLÜLÜK’

Belki kendisini düşürdüğü yer fazlasıyla hak ettiği bir yer ama neticede bu adam ülkenin Cumhurbaşkanı koltuğunu işgal ediyor. İkiyüzlülükleri, yüzsüzlükleri, utanmazlıkları, şirretlikleriyle sadece kendisini rezil etse hiç üzülmeyeceğim. Ama ne yazık ki koskoca bir ülkeyi ve milleti de kendisiyle birlikte rezil kepaze ediyor. Ondan sonra dünyanın en etkili medya organlarında, New York Times’ın başyazısında olduğu gibi, bize de utanç içerisinde şöyle yazılar okumak düşüyor: “Bay Erdoğan’ın İnsanı Hayrete Düşüren İkiyüzlülüğü.”

Doğrusunu söylemek gerekirse, bunca yıldır yapıp ettiklerine rağmen Erdoğan’ın New York Times’taki meslektaşlarımızı hala hayrete düşürebiliyor olması da hakikaten hayrete şayan.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin