Bir aşk hikâyesi (3)

BABACANLAR | BEKİR SALİM | @bekirsalim

Meğer boyumu çok aşan bir soru sormuşum:

“Hocam, Efendiler Efendisine (SAV) nasıl âşık olacağız? Ömrümüz geldi geçti, hâlâ o duygulardan uzağız. (Ben bunu kendim için söyledim) Molla Cami, Diyarbakırlı Leylâ Hanım, Yaman (Yanan) Dede gibileri bu aşka nasıl vasıl olmuşlar?”

Erzurumlu demiş ya:

“-Boyuna bahmir (bakmıyor), Hasan Dede’ye oduna çıhir (çıkıyor)!”

Hadsizlik etmişim, hatta edepsizlik etmişim…  

(Ama benim gibi patavatsızlar da olmasa bu tür şeyleri soran olmuyor.)

Şimdi anlıyorum ki, cevabını beklediğim asıl soru şuymuş:

“Hocam, hiç çaba sarf etmeden, uykusuz, aç-bîilâç kalmadan, dağları delmeden, çöllerde kavrulmadan, kısa yoldan nasıl âşık oluruz?”

Dün, dar dairede yaptığı bir sohbetini dinledim Hocaefendi’nin… Yer yarılsaydı da içine girseydim…

**********

Bahsetmiştim ya, ortaokul son sınıfta çok sarsıcı, yakıcı bir aşka düşmüştüm.

Ne uykusu! Sabahlara kadar bağdaş kurup onu düşünüyordum. İbrahim Hakkı Hazretleri kulağıma yalnız olmadığımı fısıldıyor, az nefes aldırıyordu:

“Âşıklar uyumaz gece, hem sen uyuma kim;

Gönlün gözüne görüne Cânân gecelerde…”

“Yemek yerken çatal kaşık seslerinde bile” onu duyar gibi oluyordum. (*)

Bir hayâldi belki ama, hep başımın üstünde dolaşıyor ve yaptığım her şeyi denetliyordu…

Diploma aldığımız günün akşamı müsâmerede, babası protokolde en ön sırada, kendi öğrenciler arasında üçüncü sırada oturuyordu. Daha önce Zaman Gazetesi’ndeki köşemde yazmıştım, ama, yeri geldi bir daha paylaşayım; saz elimde, söz gönlümde, on üç yaşında bir çocuğun çocukça ifadeleri olsa da, kalbe dokunan bir ezgi ile doğaçlama olarak demiştim ki:

Ağlarım, yanarım, bakmazsın bana,

Kendini âlemin gülü mü sandın?

Kibirin yüzünden kıyarsın cana,

Bu canı babanın malı mı sandın?

 

Yaralarım derin, durmaz, kan akar.

Gözlerin ateşi ciğerim yakar.

Bilmem kim yüz verir, sana kim bakar;

Herkesi ben gibi deli mi sandın?

 

Gözünün önünde dursam görmezsin,

Hasta düştüm, hatırımı sormazsın,

Yandım susuzluktan, bir su vermezsin,

Erzurum’u Sahra Çöl’ü mü sandın?

 

Çamurun içinde cevher ararsın.

Toptan altın olsan neye yararsın!

Gönüller incitir, gurur kırarsın.

Beni de yüreksiz, ölü mü sandın?

 

SALİM der başıma çoraplar ördün,

Aşkın hançerini sineme vurdun.

Aylarca kapında beklettin, durdun.

Kapının köpeği, kulu mu sandın?

*********

Garip, bu kadar serzenişi hak edecek ne yaptı ki? Haberi bile yoktu!

Hikâyeyi biliyorsunuz, sırf onun yüzünden Bursa Işıklar Askerî Lisesi’ni kazandım, gittim. Aylar geçti, âteş-i aşk dayanılmaz bir seviyeye ulaştı…

Bir gün Agâh isimli arkadaşımla teneffüste çay içiyoruz:

“-Bekir, sana ne oldu yahu! İyi görünmüyorsun…”

Niyazî Mısrî’den ödünç alıp zârlandım:

“Bir devâsız derde düştüm ah ki lokman bîhaber…”

“-Derdini söylemeyen derman bulamaz. Anlat hele…”

Çok nefessiz kalmıştım; ucundan-köşesinden azıcık bahsettim. Dinlerken gözleri kızarmıştı. Vardı onda da bir şeyler…

Nihayet çayın son yudumunda aklıma çok ilginç bir fikir geldi. Niyeyse çay içince ufkum çok açılıyor. Dert sahibi bendim ama merhemi de kendim tertip ediyordum:

“-Agâh, bak, bir ay sonra mı olur iki ay sonra mı bilemem, şu an yaptığımız konuşmaları benim unutmuş olabileceğimi düşündüğün bir gün, otur bana bir mektup yaz. Yani, senin adınla yazma, “O”nun adıyla yaz! Zarfın sol üst köşesinde “O”nun adı-soyadı olsun. İçine de ne yazarsan yaz…”

O zamanlar internet yok, telefon yok, (var da sıra bekliyorsun, yazdırıyorsun üç saat sonra Alo! Alo! deyip hiçbir şey anlamadan kapatıyorsun) hele “akılsız telefon” sadece “Uzay Yolu” filminde… Mektup o kadar kıymetli bir şey ki, bunu anlatmak için orta boy bir kitap bile yazabilirim. Bir de, on dört yaşında ana kucağından, aile ocağından ayrılmış, askerî okulun disipliniyle yaşayan bir çocuğun mektup hasretini düşünün… Ben ki, fazladan san’atkârlık hassasiyetiyle mâlül… Hem de âşık… Mektuplar dolma kalemle yazılırdı; ben, fakir, mürekkebini de İstanbul’dan, “Sahaflar Çarşısı”ndan temin ederdim…

Gel zaman git zaman… Bir posta günü ve mektuplar dağıtılıyor… Pembe zarf içinde bir mektubum var. İlk kez öyle bir zarf görmüştüm. Aklımın ucundan geçmiyor… Sol üst köşeyi okuduğumda dizlerimin bağı çözüldü. Yere yığıldım dersem sakın mübalağa sanmayın… Kalbim o an durmadıysa “ecelim beni koruduğu” içindir… Önce birkaç dakika açamadım zarfı; gözlerimin önünden kırk tane uzun metrajlı film geçti… Nihayet açıp okumaya koyuldum; tam yarısına gelmiştim ki, bir şimşek yandı söndü… Bu Agâh’ın bana yazmasını istediğim mektuptu… Keyfimi hiç bozmadan okumaya devam ettim. Bir yandan da şöyle düşünüyordum:

“Yok canım! Agâh nasıl bu kadar ince ruhlu olabilir ki! Zarf pembe! Aklına bile gelmez hıyarın (özür dilerim, ama öyle düşünmüştüm)… Bu ifadeler ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir erkekten çıkamaz. Hem Erzurum kokuyor…”

Erzurum deyince hemen pulun üzerindeki damgaya bakmak geldi aklıma. Mektubun geldiği yeri oradan anlayabilirdim. Kıyamadım o güzel duygulara; bir hafta bakmadım pula… Bu arada her gün elli kere okuyordum mektubu… Ben Türkçe’nin ne kadar ihtişamlı bir dil olduğunu tâ o günlerde kavramıştım. Bir kelime, tonlamasına göre, söyleniş makamına göre onlarca mânâya gelebiliyordu. Bir cümleyi kırka bölüp kırk ayrı mânâda anlayabiliyordum. Sekiz tane nota ile sekiz milyar beste üretilmesi misâli ben bir mektuptan sayısız anlamlar çıkarabiliyordum. Yeni duyuşlar, farklı keşifler için ha bire tekrar be tekrar okuyordum:

“-Burada acaba şunu mu demek istedi, bunu mu demek istedi?”

Aradan kırk sene geçti; o mektubu hâlâ ezbere kırk ayrı makamda okuyabilirim…

(Amma çok kırk dedim, var bunda da bir hayır…)

Neden sonra pula baktım… Acı hakikat ortadaydı. Mektup Bursa’dan geliyordu. Agâh yazmıştı belli ki…

“Yahu! Yoksa maşuka Erzurum’dan Bursa’ya tatile gelmişti de mektubu buradan mı postaya vermişti?”

Olamaz mıydı yani? Bir müddet de böyle iki ihtimal arasından okumaya devam ettim. Nihayet Agâh’a sordum. O da tebessüm edip,

“-Daha yeni mi anladın?” deyince artık kabullenmek zorunda kalmıştım.

******

Şimdi kalkmış Allah aşkından bahsediyorum utanmadan…

Hocaefendi yıllardır “gece hayatı” diyor, “teheccüd” diyor… Bu ses kaydında da, “teheccüd namazı kılmayan bana böyle sorular sormasın” diyor.

Sahte olduğunu bildiğim bir mektubu binlerce kere her bir kelimesine onlarca anlam yükleyerek okuyup anlamaya çalışmışım. Muhatabının haberinin bile olmadığı, kendi kendime gelin-güveyi olduğum bir aşk için kaç gece sabahladığımı söylesem sizleri şahit tutmuş olurum. Gene bu ses kaydında Hocaefendi, “namaz kılarken okuduğunuz ayetlerin, duaların mânâsını bilmemek Kur’an’a karşı saygısızlıktır. Allah’a karşı, Peygamber’e karşı, ruhanilere karşı ayıptır” diyor.

Görün ki, ne büyük ayıplarla yaşıyoruz, ne kadar saygısız insanlarız… (Ben kendimi ırgalıyorum.)

Allah aşkı nerede sen neredesin be samimiyetsiz, tembel teneke…

Evet, umudunu kaybetme, ama o “ufuk senin ufkun değil.”

“Daha o gönül sarayının bahçe kapısının tokmağına dokunmaktan acizsin, harem dairesinden bahsediyorsun.”

“Ona âşık olabilmek için yürünmesi gereken o kadar yol var ki, hangi birini söyleyeyim.”

 

Ah Yunus!

 

“Bu yol uzaktır.

Menzili çoktur.

Geçidi yoktur;

Derin sular var…”

Ben en iyisi, O’nun (CC)  “Habibim” dediğine (SAV) âşık olanların hâllerine bir bakayım. Belki  mecâzi aşktan oraya varmak daha imkân dahilindedir…

Haftaya…

———————————————-

(*) Bu ifade Hocaefendi’ye ait… “Biliyor musunuz benim hiç sevdam olmadı. Sizin temsil ettiğiniz bu Hizmet’e sevdalandım ben… Ne olur onun kâkülüne toz kondurmayın. Her anınız Hizmet olsun; yatak odalarınızda bile sadece onu soluklayın; yemek yerken çatal kaşık seslerinde yalnız Hizmet’in sesini duyun…”

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin