Baskıcı yönetimlerin “fıkhi temeli”

Ali Bulaç, kendisine ait blogda, Baskıcı yönetimlerin “fıkhi temeli” başlıklı bir makale kaleme aldı. İşte o yazı:

Geleneksel fıkhımızın tarih içinde teşekkül eden hamulesiyle bugünkü sosyo-ekonomik sorunlarımızı çözemeyeceğimiz gibi, esasında uzun yüzyıllardan beri herhangi bir gelişme gösteremeyen kelam’la da bugünkü entelektüel sorunlarımıza cevap bulamayız. Bunun sebeplerinden biri geleneksel fıkıh ve kelamın teşekkülünde nassların yanlış kullanımının oynadığı rol kadar, daha fazlası, tarih görüşümüz ve içtihatların teşekkül ettiği zamanın sosyo-politik şartların belirleyici konumda rol oynamasıdır.

Fıkıh usulünün belirli kurallarından biri, içtihadi bir meselenin mutlaka kaynağını nasstan almasıdır. Bu doğrudur, fakat hukukun kaynakları arasında Sünnet sayıldığında sahih olanı ile olmayanı dikkatlice birbirinden ayrılmadığında ve özellikle sahabelerin içtihat ve tatbikatları “nass seviyesi”nde kullanıldığında önemli problemler doğmaktadır. Kur’an ve Sahih Sünnet seviyesinde olmayan her metin “nass” değil, ancak “dogma” hükmündedir. Yazık ki fıkıh külliyatımız “nasslar” yanında çok sayıda “dogma”yı da bağlayıcı kaynaklar arasında saymış ve içtihatlarda kullanmıştır.

Bugün İslam dünyasının neredeyse tamamında baskı rejimleri, yolsuzluklar, gelir bölüşümünde adaletsizlikler, sosyal çürüme, ahlaki yozlaşma vb. sorunlar hükmünü icra ediyorsa bunun sebeplerinden birisi budur. Bu sebep bugüne devralıp ısrarla korumaya çalıştığımız öylesine kuvvetli bir mirastan beslenmektedir ki, siyasetten sosyal hayatın hemen hemen her alanına nüfuz etmiş bulunuyor.

Bugünden geçmişe baktığımızda Muaviye’nin bir ihtilal ile yönetimi ele geçirdiğinden beri yönetimlerin meşru bir temele dayanmadığını, politika üretir ve tatbik ederken İslam’ın belirgin hükümlerine riayet etmediğini hepimiz söylüyoruz, ama kaynakları üzerinde yeterince kritik yapmaya yanaşmıyoruz. Fıkıh kitaplarımızda yöneticilerin meşruiyeti ele alınırken baş vurulan deliller bu konuda hayli açıklayıcıdır.

Bu yazıda bir örnek vereceğim. Vereceğim örnek doğrudan yönetim ve  siyaset felsefesiyle ilgilidir. Geleneksel fakihlere göre  devlet başkanlığı dört yolla sübut bulur:

1) Fıkıh bilenlerin, başka bir deyişle ulemanın oluşturduğu Ehlü’l hal ve’l akd’in seçtiği kişi. Fakihler bunun şer’i dayanağını Hz. Peygamber (s.a.)’in irtihalinden sonra Hz. Ebu Bekir’i halife seçen heyette bulmaktadırlar.

2) Bir önceki halifenin kendisinden sonra bir kişiyi devlet başkanlığına işaret etmesi. Bunun dayanağı Hz. Ebu Bekir’in kendisinden sonra Hz. Ömer’i tavsiyesi etmesidir. Hatta bu bir “tavsiye” veya bir “temenni”den çok, bağlayıcı bir “vasiyet” hükmünü taşır. Bir bakıma “ta’yin”dir. Bazı fakihler bu modelden hareketle devlet başkanının kendi çocuğunu veliaht tayin edebileceğini söylemişlerdir; örnek olarak Muaviye’nin kendinden sonra Yezid’i veliaht olarak tayin etmesini delil göstermişlerdir (Bkz. Abdülkadir Udeh, “Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk” Çev. Ali Şafak, 1991-Ankara IV, 328.) Sanki sorun siyasi ve idari sistemi yapısal bir çürümeye uğratacak kötü sıfatlara sahip Yezid değil, Muaviye’nin yasal ve mülk üzerinde hak sahibi bir yetkili olarak oğlunu veliaht ilan etmesiyle çözülmüştür.

3) Üçüncü modele göre halife, kendisinden sonra iş başına gelecek olan kişiyi belirleme işini belli bir topluluğa bırakabilir. Hz. Osman, kendisinden sonra halife olacak kişiyi altı kişilik bir heyetin kararına bırakmıştı.

4) En dikkat çekici olanı halifenin silah/güç kullanarak başa gelmesini “meşru” gören modeldir. Silah zoruyla -yani darbe veya ihtilal yaparak- iş başına gelen teb’ayı kendine itaat etmeye zorlar, halk ona itaat etmeyi kabullenir. Böylece güç kullanarak iş başına gelenin halifeliği sübut bulmuş olur. Müslümanların zorbalıkla yönetimi ele geçiren ve istibdatla yöneten halifeye biat ve itaat etmeleri vaciptir. Bu modelin dayanağı Emevi halifesi Abdülmelik bin Mervan’ın ona başkaldıran Abdullah bin Zübeyr’i şehid edip hilafet makamına gelmesidir. Halk isteyerek veya istemeyerek Mervan’ın oğluna biat etti, hükmü altında yaşamayı kabullendi.

Fakihler, bu dört yoldan biriyle devlet başkanlığına gelen kişiye biat ve itaati vacip görmüş, ona karşı gelmeyi “bağy fiili” saymışlardır. İlginçtir, “sahabe” olması hasebiyle Muaviye’nin Hz. Ali’ye başkaldırması ve onbinlerce Müslümanın kanının dökülmesine yol açması fiilini “bağy” kategorisine sokmamışlardır.

Fakihlerimiz başka model üzerinde durmamış, mesela iktidarın şiddet kullanılmadan ve belli aralıklarla seçim yoluyla el değiştirme yöntemi üzerinde imal-i fikr etmemişlerdir. Bu konu üzerinde yeterince imal-ı fikr etmedikleri gibi tek kişinin veya bir hanedanın yönetimini pekiştirici unsurları da fıkıh ve kelam kitaplarına geçirmişlerdir. Şöyle ki:

  1. a) Fakihler, şu veya bu yolla seçilen halifenin hayat boyu bu makamda kalabileceğine hükmetmişlerdir. Kayd-ı hayat tarihte ve bugün İslam ülkelerinde son nefeslerine kadar iktidarı bırakmayan yöneticilerin meşruiyet kaynağını oluşturur. Dini monarşiler ve diktatörlükler büyük ölçüde bu mirastan beslenmektedirler.
  2. b) Kur’an ve Sünnet bakış açısından yönetim teorisinin temelini teşkil eden “şura” fiilen geçersiz hale gelirken fakihler, şura’yı halkın; tabii temsilcileri, kanaat önderleri ve itibar ettiği alimler aracılığıyla karar mekanizmaları ve karar süreçleri üzerinde etkili olma enstrümanı olarak tarif etmemiş, ücret ve ihsanlarla tutulan kişilerin yöneticileri her karar ve icraatında tasdiklerinden ibaret görmüşlerdir.
  3. c) Hz. Ebu Bekir’den başlamak üzere iktidarın kutsanması, ilahi meşruiyete dayandırılması cihetine gidilmiş. Hz. Ebu Bekir kendisine “Allah’ın halifesi” diyenlere “Ben Allah’ın halifesi değilim, Resulü’nün halifesiyim” demek suretiyle muhtemel bir teokrasinin önüne geçmişse de, evini kuşatan isyancılara Hz. Osman ‘Bu cübbeyi bana Allah giydirdi, ancak O çıkarır” demek suretiyle hilafeti ilahi/aşkın bir kaynağa dayandırmanın kapısını aralamış, daha sonraları Emevi halifeleri kendilerine “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi veya Allah’ın halifesi” ünvanını vermişlerdir. Fıkıh ve Kelam kitaplarında yazık ki yeterince bu konu üzerinde durulmamış, zamanla Bizans ve Sasani etkisinde halife ve sultanlar, şahlar ve padişahlar yönettikleri memleketleri kendi mülkleri, teb’ayı da kulları saymışlardır.
  4. d) Diğer önemli ve belki de en vahim olanı, Kur’an ve Sünnet yönetimin meşruiyetini, sebeb-i hikmetini adaletin tesisi, başka bir deyişle hukuka riayeti şartına bağlarken, fakihler güvenliği, toplumsal istikrarı esas alıp, yöneticinin hukukun dışına çıksa bile ona itaatin gerektiğini açık-seçik savunmuşlardır. Sünni dört mezhebe ve Zeydilere göre “imam facir ve fasık olsa bile ona karşı çıkmak haramdır.” Zahirilere göre ise, zulmeden halifeye onun zulmünün misliyle veya daha hafifiyle karşı çıkılıyorsa, yine de zalim halifenin yanında yer almak gerekir; çünkü baştakinin kötülüğüne karşı mücadele edilirken daha büyük bir kötülüğün ortaya çıkması muhtemeldir.
  5. e) Bununla da yetinmeyen fakihler “ta’zir” adı altında devlet başkanına öylesine yetkiler tanımışlardır ki, Kur’an ve Sünnet’in öngörmediği “ölüm cezaları”nı fıkha sokmuş, yöneticinin -yani devletin- kendi gerekli gördüğü bazı suç fiillerine ölüm cezası verebileceğine hükmetmişlerdir. Bazıları ise -Fatih Sultan Mehmed’in aldığı fetvada zikredildiği üzere “ekser-i ulema”- Şer’i Hukuk yanında Cengiz töresinden mülhem Örfi Hukuk icat etmiş, böylelikle devlet başkanına “Siyaseten katl” yoluyla muhaliflerini kolayca ortadan kaldırmaya cevaz vermişlerdir.

Bağy, ta’zir, irtidat (dinden dönme) ve siyaseten katl tarihimizde Hz. Ali’nin şehadetinden bu yana hükmünü sürdüren istibdat ve zulüm yönetimlerinin “sözde meşruiyet” temelini oluşturmuştur. Başka faktörler yanında bugün İslam dünyasının geneli baskı rejimleri altında ise, baskıların beslendiği en önemli kaynaklardan biri bizim fıkıh ve kelam kitaplarında karşılık bulan söz konusu tarihi mirastır. (8 Kasım 2018.)

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin