Barolar Birliği’nde çağ değiştiren seçim

YORUM | Av. NURULLAH ALBAYRAK

Haftasonu Türkiye Barolar Birliği’nde (TBB) başkanlık seçimi oldu. Sekiz yılı aşkın süredir Barolar Birliği Başkanı olan Metin Feyzioğlu ile Ankara Barosu Başkanı Erinç Sağkan’ın aday olduğu seçim sonucunda Sağkan TBB’nin yeni başkanı seçildi. Seçim sonucu farklı kesimler tarafından değişik kapsamlarda değerlendirilmeye devam ediyor. Barolar Birliği’nin avukatları temsil eden bir kurum olması nedeniyle bu değişimin savunma hakkı açısından ne getirip ne götüreceğinin de etraflıca değerlendirilmesi kaçınılmazdır.

Bu çerçeveden bakıldığında, “çağ değiştiren seçim” başlığının çok iddialı olduğu söylenebilir. Ama Feyzioğlu döneminin Türkiye’ye “savunmanın Ortaçağını” yaşattığını hatırlarsak, bu seçimin de en azından “çağ değiştirme potansiyeli” taşıdığını kabul etmemiz gerekir.

Neden mi böyle düşünüyorum?

Çünkü Feyzioğlu döneminde savunma hakkı ve müdafilik gelişme göstermediği gibi, Ortaçağ seviyesine geri döndü de ondan.

Bu dönemde savunma hakkı lüzumsuz görüldü ve işkence uygulanarak suçun zorla  ikrar edilmesinin sağlanması esas kabul edildi.

Bu dönemde de “ikrar, etkin pişmanlık ve tanık” Ortaçağda olduğu gibi en önemli delil kabul edildi.

Suçlu olduğu peşinen kabul edilen kişilerin cezalandırılmasını amaçlayan bu sistemde savunmaya gerek görülmediği için “ikrar”, Ortaçağda olduğu gibi yeniden delillerin “kraliçesi” olarak kabul edildi.

İkrarın ya da etkin pişmanlığın elde edilmesi için her türlü işkence bu dönemde meşru  görüldü ve zanlı, suçlu olarak kabul edildiği için savunma yapmasına gerek olmadığı anlayışı kabul edildi.

Bu dönemde de bazı avukatlar, Ortaçağdaki gibi, zanlıyı savunmak yerine, zanlının etkin pişmanlıktan yararlanarak başka isimler vermesini sağlayan ve onları suç itirafına zorlayan görevlilere dönüştü.

Ortaçağda tam olarak örneği var mı bilemiyorum, ama bu dönemde yurtdışına ziyaretler yaparak ülkede işkence olmadığını anlatan, böylelikle  işkencenin kurumsallaşmasına katkı sağlayan isimler arasında Feyzioğlu’ da vardı.   

Bu dönemde avukatlar, kollukta yaşanan işkenceye şahit olduklarında, yapılan hukuksuzluğa karşı çıkmak yerine, kendi başlarına bir şey gelir endişesiyle ses çıkartmadılar ve görmezlikten gelmeyi tercih ettiler.

Bu dönemde savunma bir hak değil, lütuf olarak kabul edildi.

Bu dönemde AİHM kararlarının uygulanmaması, savunma hakkı açısından büyük bir hukuksuzluk olarak görülmedi.

Bu dönemde avukatların meslekten men edilmesi gündeme getirildi, savunmanın nasıl yapılacağını belirleyen sınırlar dışında hareket eden avukatlar, tehditle sindirilmeye çalışıldı.

Evet, bu dönemde savunma hakkı gerçekten verilmediği için insanlar cezaevlerine atıldı, ölüme gönderildi…

Sadece bir kısmını sıraladığım bu hadiseler bile metin Feyzioğlu döneminde savunmanın Ortaçağ seviyesinde olduğunu göstermeye yeterlidir sanırım.

Şu an Türkiye’de adil bir yargılamanın olmadığını konuşuyorsak bunun en önemli nedenlerinin başında savunma hakkının neredeyse tamamen etkisiz hale getirilmesi vardır. Savunma hakkının etkisiz olmasının en önemli nedenlerinden birisi de, hiç şüphesiz Feyzioğlu’nun anlayışı ve iktidarla olan iş birliğidir.

Yargılama süreçlerinde gördüğümüz üzere; iktidarın söylemlerinin iddianame, iddianamelerin de mahkeme kararı olmasının nedeni, savunma hakkının olmayışıdır. Savunma hakkı gerçek anlamda kullanılamadığı  için, iktidarın hedef yaptıkları, mahkemelerin mağdurları  olmaya devam ediyor. Bunu engellemenin yolu; savunma hakkını temsil eden avukatların sembolik olarak değil, gerçek anlamda görevlerini yapmalarıdır.

  1. yüzyılın başlarında Montesquieu, Voltaire ve Beccaria gibi düşünürlerin savunma hakkının önemi, işkencenin ortadan kaldırılması, dini kuralların ceza muhakemesinden ayrı tutulması, itham  sistemi yerine tahkik sisteminin uygulamaya konulması kapsamındaki değerlendirilmeleri gibi, 21. yüzyılda Türkiye’nin başkenti Ankara’da  yapılan Barolar Birliği seçimleri sonrasında ortaya çıkan yeni anlayış, savunma hakkının gerçek anlamda uygulanmasını ve işkencenin ortadan kaldırılmasını sağlayabilecek mi, veya iktidara ait siyasi kuralların ceza muhakemesinde kullanılmasını ve kişilerin peşinen suçlu kabul edilmesi uygulamasını sona erdirebilecek mi, birlikte göreceğiz.  

İnsan hakları anlamında önemli bir metin olan Magna Carta’da “Adaleti veya hakkı hiç kimseye satmayacağız, hiç kimse için inkar etmeyeceğiz ve ertelemeyeceğiz” denilerek insan hakları açısından önemli bir başlangıç yapılmıştı. Barolar Birliği seçimi sonrasında yeni başkan seçilen Erinç Sağkan da, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, insan hakları ihlallerini vurguladıktan sonra yaptığı açıklamada; “Bu ülkede hiçbir avukat, hiçbir baro yalnız; hiçbir yurttaş savunmasız bırakılmayacak” diyerek, savunma hakkı için yeni bir dönemin başlayacağını ifade etti.

Bu değişim, umarım yeni bir çağın başlangıcı olur…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Bir insan sürekli cezalandırılıyor yani dayak yiyorsa bunun nedenini öğrenmek ister. Yani ne suç işlediğini merak eder. İ. Dayakçı ona “sen suçlusun işte, ne yapacan suçunu” derse ve dayak atmaya devam ederse dayak yiyen kişi suçunu bilmeden sürekli dayak yiyecek. Bu süreç uzarsa artık suçun ne olduğunun anlamsızlığı kalmaz, sadece dayak yememek için kaçmaya bakar. Artık dayakçı ile insani ilişki geliştirmez. Yani diyaloğa girmez. Çünkü dayakçı onu dinlememektedir. Konuşmasının hiç anlamı yok çünkü karşısında bir muhatap yok. Bir hiçten dayak yeyip durmaktadır. O hiç belirsizliği, bilinmezliği temsil etmektedir. Zamanla o belirsizliği doldurmaya başlar. Acaba bir suç mu işledim diye. Kafasından yaptığı bütün kötü şeyleri geçirmektedir. Bunlardan birisi yüzünden dayak yiyor oluyorum diye düşünmektedir. Ama bir türlü netlik sağlanamaz. Hep bir belirsizlik var. Hangi suçtan ötürü dayak yiyorum diye düşünüp durur. Artık suçu düşünmemeye başlar. Kendini savunmasının da bir anlamı yoktur. İşlediği suçun bile anlamı yoktur. Dünyaya cezalandırılmaya gelmiştir. Bu kişinin tek motivasyonu cezadan kurtulmaktır. Yoksa suç işlemek sorun değildir. Zaten işlediği suçların dayağını suçun adını koymadan yemektedir. Artık suç işlemenin hiç bir önemi, anlamı yoktur. Ne suç işlediğinin de anlamı yoktur. Tek önemli olan şey cezadan kurtulmaya çalışmaktır. Tek motivasyon cezadan kaçmaktır, suç işlemek değil. Bu adam suçun ne olduğunu bilmiyor, savunma nedir bilmiyor. Dolayısıyla eğer cezalandırılmasına gerektiğine inandığı biri varsa cezalandırılır. Kendisi belki mahkeme görmedi cezalandırılırken ama ona bu işi usulüne uygun yapması gerektiği söylenmiş. Böyle ulu orta cezalandıramazsın. Tamam mahkeme görmedin, bilmiyorsun ama modern dünyada işler mahkemeyle yürüyor demiş olmalılar. O yüzden dövmek istediği insanları önce mahkeme başkanı karşısına çıkarır, sonra dövermiş.

  2. Tayyip cumhuriyeti kendine bağlı olan tek adam rejimi kurmak istiyor, feyzi ise avrupa değerlerinden kopuk doğuya dönük bir istihbarat rejimi istiyor. O yüzden ordu ve yargı hedef oldu. Kimbilir belki ordu ve yargı ne suçumuz var demiştir ama muhatap bulamamışlardır. Aslında suçları yoktu. Başkaların başka hesapları vardı. O yüzden suçlarını öğrenemediler yada öğrendilerse bile kurumları savunamadılar. Kurumlar savunmasız kalınca çöktü. Büyük bir iştahla yuttular. Senin suçun devleti yıkmak derken aslında ikisi birlikte devleti yıkıyordu. Neymiş biri tek adam olacakmış, artık kimse ınu cezalandıramayacakmış. Ötekiside neymiş? Kemalist rejimde oyunu kaybetmişler de o yüzden yeni bir kapalı rejim için değişikliğe gidiyorlarmış. Kaybettiler ya herşeyi feda ediyorlar yeni rejim kurıyorlar. Bütün değerlerini feda ettiler çünkü yalancılar. Atatürk diyorlardı sonra peşinden batılılaşma diyorlardı. Şimdi bütün avrupa değerlerini ret ediyorlar.

  3. “Bu dönemde avukatlar, kollukta yaşanan işkenceye şahit olduklarında, yapılan hukuksuzluğa karşı çıkmak yerine, kendi başlarına bir şey gelir endişesiyle ses çıkartmadılar ve görmezlikten gelmeyi tercih ettiler.”

    Mesleğine ihanet eden, o mesleği bir daha yapamamalı.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin