Ayetlerin bugün itibariyle bize verdiği mesaj nedir?

Ayetlerin manası, nüzül sebebi, metin içi ve metinler arası münasebeti, bağlamı ve mesajı (6)

YORUM | AHMET KURUCAN

Geçen hafta kaldığım yerden devam ediyorum.

Bu açıdan Kur’an’a baktığımızda yukarıda verdiğimiz misalde olduğu gibi bazen Allah bizler için ilave zihni çabaya ihtiyaç bırakmayacak ölçüde ne kastettiğini, emir veya yasağının gerekçesini ve rızasının nerede olduğu açıkça belirtir. Bazen ayetlerin içinde “key, lam vb.” gibi edatları kullanarak gerekçelerini açıklar. Mesela Haşir süresi 7. ayette fey dediğimiz savaş yapmaksızın ele geçirilen beldelerdeki ganimet hükmündeki malların kimlere dağıtılması gerektiğini belirttikten sonra der ki: “Paylaşımın böyle olması, o malların içinizdeki zenginler arasında dönüp dolaşan bir servete dönüşmemesi içindir.”(Haşr/7) Demek ki ganimet taksiminin ayette belirtilen şekilde yapılması toplumdaki fakir-fukaranın gözetilmesini amaçlıyor. Zengin ve fakir arasındaki uçurumun açılarak sosyo-ekonomik dengenin/adaletin bozulmasını Allah murat etmiyor. Öyleyse açıkça verilen bu mesajdan hareketle Müslümana düşen toplumu bu noktaya sürükleyecek davranışlardan uzak durmasıdır. Ferdi ve ahlaki düzlemde dünya malına karşı tavır alışını bu esasa göre belirlemesidir. İçtimai alanda bunun için çağının gereklerine göre yapılanmalara gitmesidir. Siyasi açıdan yönetim sistemini, kural ve kanunlarında bu amacı gözetmesidir.

Hz. Peygamber’in Hz. Zeynep ile evliliği adına Kur’an’da geçen ayeti de bu kategori de değerlendirebiliriz. Detaylarına derinlemesine inecek değilim. Şu kadarını ifade edeyim; Hz. Zeynep Hz. Peygamberin hürriyetine kavuşturduğu kölesi Zeyd b. Harise’nin eşiydi. O dönemde boşanmış dahi olsa bir insanın azatlı/hürriyetine kavuşturduğu kölesinin eşiyle evlenmesi kendi kızıyla evlenmesi gibi kerih addediliyordu. Çünkü o kadın/gelin efendinin kızı mesabesindeydi. Ama hakikatte o kadın, efendinin ne kızı ne de geliniydi. Dolayısıyla Allah İslam öncesi Arap toplumuna yönelik bu köklü adeti kaldırmak istedi ve Zeyd karısını -ki Hz. Peygamberin halasının kızı idi ve Zeyd ile evliliğine de asil ve hür bir kadının hürriyetine kavuşmuş bir köle ile evlenmesini kabullenmeyen köklü Arap adetini yıkmak için Hz. Peygamber vesile olmuştu- boşadıktan sonra evlenmelerini istedi. Bunu ifade ederken şöyle buyuruyor Allah: “…Zeyd karısını boşayıp onunla ilişkisini kesince biz de senin o kadınla evlenmeni sağladık ve bunu evlatlıklar  zevcelerini boşayıp onlarla ilişkilerini kestikten sonra o kadınlarla evlenme hususunda müminler için bir engel bulunmadığını göstermek için yaptık. İşte böylece Allah’ın emri/hükmü gerçekleşmiş oldu.” (Ahzab,37)

Bazı ayetlerde metin mana ve muhtevası ile o kadar berrak ve nettir ki mesaj adeta “ben buradayım” diye haykırır. Adabı muaşeret ve mesken mahremiyeti bağlamında bir misal vereyim. İslam öncesi Arap toplumunda insanlar başkalarını evine gitmeden önce ne haber verirler ne de kapıyı çalarlardı. Direkt kapıyı açıp içeri girerlerdi ki Hz. Peygamber’in evi de bu yaklaşımdan müstağni değildi. İşte tam da bu örf ve adetin cari olduğu toplumsal zeminde Nur suresi 27 ve 28.  ayetleri nazil oldu “Ey iman edenler! Kendi evleriniz dışındaki evlere, sahipleri ile yakınlık kurup, izin almadan ve onlara selâm vermeden girmeyiniz! Böyle yapmanız sizin için daha münasiptir. Olur ki düşünür, hikmetini anlarsınız. Şayet orada hiçbir kimse bulamazsanız size izin verilmeden oraya girmeyiniz! Eğer size: “Müsait değiliz, geri dönün.” denirse dönün! Bu sizin için daha nezih, daha münasiptir. Allah, bütün yaptıklarınızı hakkıyla bilendir.”


Bazı ayetlerde metin mana ve muhtevası ile o kadar berrak ve nettir ki mesaj adeta “ben buradayım” diye haykırır.


Bu ayetlerden sonra sahabe içinde oturulmayan, aile hayatı yaşanmayan ve mesken mahremiyetinin söz konusu olmadığı yerlere de girmemeye başladılar. Bunun üzerine 29. ayet nazil oldu. “İçinde oturulmayan fakat sizin eşyanızın olduğu ya da ihtiyaç duyduğunuz bir şeyin bulunduğu evlere/mekanlara izin almadan girmenizde mahzur yoktur. Ama hiç unutmayın ki Allah açığa vurduğunuz ve gizlediğiniz her şeyi bilir.”

Görüldüğü gibi sebebi nüzul bilgisi diyebileceğimiz toplumsal zemin adına aktardığımız o bilgiler ayetlerin mana ve muhtevası ile birlikte düşünüldüğünde ne denildiği ve ne demek istendiği gayet açık biçimde gösteriyor. Hatta o toplumda bu örf ve âdet olmasaydı ve ayetler yine aynı şekliyle sevk edilmiş olsaydı verdiği mesaj herkes tarafından yine açıkça anlaşılırdı. Kur’an’ın toplumsal düzlemde mahremiyet alanı adına düzenlemeler yapılmasını istiyor ve adabı muaşeret dediğimiz insanlar arasındaki nezih, nazik ve seviyeli ilişkinin temel yapı taşlarını döşüyor der ve bu mesajı alırdık bizler. Kalp ve ruh temizliğini ve inceliğini sağlayacak unsurlar temellendiriyor. Kötü duygu ve düşüncelere sebebiyet verebilecek kapıları kapatıyor. Sosyolojik değil ontolojik insan gerçeğine merkeze alarak emirler, yasaklar veriyor, tavsiyeler sunuyor derdik.  Ama ontolojik diyebileceğimiz bu mesaj nüzul toplumun sosyolojisi üzerinden veriliyor demeyi de ihmal etmezdik.

Mesaj ile alakalı son bir örnek daha vermek isterim. Allah Tevbe 17. ve 18. ayetlerinde şöyle buyuruyor: “O müşrikler sözleri, davranışları ve yaşantılarıyla kendi kafirliklerine bizzat kendileri şahitlikte bulunurken, Allah’a ibadete mahsus yerlerinin/mescitlerin bakım ve hizmet işini üstlenme hususunda hiçbir şekilde hak ve yetki sahibi değillerdir. Kaldı ki onların Kabe’nin bakım ve onarım hizmetleriyle alakalı bütün amelleri boşa gitmiştir. Onlar içinde daimî kalacakları cehenneme gitmeye mahkumdurlar. Allah’a ibadete mahsus yerlerin/mescitlerin bakım ve hizmetini üstlenme hakkı sadece ve sadece Allah’a ve ahirete iman eden, namazını hakkıyla kılıp zekâtı tastamam veren ve yalnız Allah’tan korkup çekinen kimselere aittir. Pek tabii ki ancak böylelerinin umduklarına kavuşacakları ümit edilir.”

Tarihi kaynaklardan edindiğimiz toplam bilgilere göre Kabe’ye yönelik İslam öncesi Arap toplumunda her birinin isimleri ve ne yapılacağına dair sınırları belli olan görevler vardı ve bu görevlerin her biri çeşitli kabileler tarafından yapılırdı. Bu görevlere sahip olmak o günkü toplumda o kabile için bir iftihar kaynağıydı. Ama Kâbe yeryüzünde tevhidin simgesidir, sembolüdür. Literatürdeki tabirle İslam dini adına en büyük şeairdir. Allah’ın varlığını ve birliğini haykıran bir mekandır. Şu ayetlerin hepsi bu hakikati ifade eder. Kâbe, yeryüzünde insanlar için mabet olarak kurulan ilk ev (3/96) Kâbe Allah’ın evim dediği (22/26), çevresini güvenli kıldığı kutsal bir mabet (5/97) Kendisine teveccühün fiziki kıblesi (2/143) hidayet vesilesi ve bereket kaynağı (3/96) insanların güvenli bir şekilde toplanacağı mekân (2/125).

İşte Allah nezdinden böylesi bir değere sahip olan mekâna ve o mekânın ziyaretçilerine  kendisinin belirlediği sınırlar içinde inanmayan, emir ve yasaklarına riayet etmeyen müşriklerin/kafirlerin hizmet etmesini istemiyor. Sosyal arka plan şartlarından anlıyoruz ki ihtimal müşrikler bu hizmetleri ile toplum içinde maddi imkanları elde edecek kapıları aralıyorlar. Çok yaygın olduğunu bildiğimiz kabilecilik anlayışını Kâbe’ye hizmet ve onunla övünme vesilesi ile pekiştiriyorlar. Zira kabilecilik anlayışı İslam’ın arzu ettiği din, dil, ırk, cins, mezhep ayrımlarını çatışma vesilesi yapmadan birlikte yaşayabilmelerinin önünde en büyük engellerden birisi. Belki Kâbe’ye yapacakları maddi harcamalarla gayri meşru gelirlerini aklayacaklar. Sözün özü, böylesi vasıflara sahip insanların tevhidi ret eden insanların hizmet etmesine son veriyor Allah.


Çok meşhur ve bilinen misal içinde bedenin maddi sıhhatini sağlama niyeti ile kılınan namaz ya da tutulan oruç ile Allah’ın emrine uyma ve rızasını kazanma niyeti ile kılınan namaz ve tutulan orucun ahirette mükafatı herhalde aynı olmayacaktır.


Yapsalar ne olur? İşte cevabı, hem de Kabe’ye evim diyen Allah’ın beyanından: “Kaldı ki onların Kabe’nin bakım ve onarım hizmetleriyle alakalı bütün amelleri boşa gitmiştir.” Zira yukarıda da ifade ettiğim gibi, tevhit binasına hizmet samimiyetle olur, içtenlikle, dünyevi hiçbir menfaat gözetmeksizin, en kısa manasıyla ihlasla, sadece ve sadece Allah’ın rızasını gözetmekle olur. Ama bunlar bir taraftan tevhide aykırı bir inanca sahip kişiler olarak tevhid ehline her türlü zulmü reva görecek ölçüde zalim diğer taraftan maddi manevi fedakârlıklarda bulunarak Kâbe’yi ve Kâbe ziyaretçilerine hizmet ediyorlar. Ne yaman bir çelişki? Zaten ayetin fezlekesinde de Allah müşriklerin akidevî alandaki takındıkları tavrı, kafirlerin iman karşısında küfrü tercih edişlerini değil hak-hukuk gözetmeyişlerini, adaletten uzak düşünce ve eylemlerini ifade eden “zulüm” kelimesi üzerinden mesajını veriyor ve diyor ki: “Şunu bilin ki Allah, zulmedip haksızlıkta bulunanları hedeflerine ulaştırmaz.”

Şimdi soru şu, bu ayetlerin bugün itibariyle mesela Türkiye’de yaşayan insanlar olarak bize verdiği mesaj nedir? Yazı çok uzadığı için sadece bir tek noktasına odaklanacağım; o da Kâbe’den bahsedildiği halde müşrikleri açıkça zikrederek “Allah’a ibadete mahsus yerlerinin/mescitlerin bakım ve hizmet işini üstlenme hususunda hiçbir şekilde hak ve yetki  sahibi değillerdir” bölümü. Mesaj şu; Allah Kâbe başta yeryüzünde mahalle mescidi bile olsa kendisine ibadet edilen mekânlara müşriklerin/kafirlerin hizmet etmesini istemiyor. Zira İslam’ın temel değerlerinde ve özellikle ahiret hayatında Allah’ın mükafatlarına nail olabilmek için niyet ile amel arasında ilişkinin olması gerekir. Hz. Peygamber’in “Ameller niyetlere göredir.” hadisi bu gerçeği anlatır. Ahirette Cenab-ı Hakkın kuluna muamelesi, amellerinden dolayı cezaya veya mükâfata nail kılması niyet-amel ekseninde tutulan değerlendirme sonrası olacaktır.

Çok meşhur ve bilinen misal içinde bedenin maddi sıhhatini sağlama niyeti ile kılınan namaz ya da tutulan oruç ile Allah’ın emrine uyma ve rızasını kazanma niyeti ile kılınan namaz ve tutulan orucun ahirette mükafatı herhalde aynı olmayacaktır. Dünyada her ikisi de bedenin sıhhatine yönelik aynı faydayı sağlamış olsalar da birine sen niyetinin karşılığını dünyada zaten aldın denilecek, diğerine ise inancının ve niyetinin gereğine göre mükâfatta bulunulacaktır. Kulların amellerinden hesaba çekildiği hesap ve mizan gününde şehit, alim ve zengin kişinin Allah ile mükâlemesini anlatan hadis işaret etmeye çalıştığımız bu gerçeği vurgulamaktadır. (Müslim, İmâre 152) Bu bir.

İkincisi ise günümüz Türkiye’sinde örneğini çok sık gördüğümüz bir husus. Elmalılı merhumun yaşadığı yıllarda da var mıydı bilmiyorum ama sanki varmışçasına çok enfes izahlarda bulunmuş bu ayetle alakalı olarak. Oradan aktaracağım mesajı.

18.ayetin mealini vererek başlıyor ve devam ediyor. Ayetin bizim tercih ettiğimiz açıklamalı meali şuydu “Allah’a ibadete mahsus yerlerin/mescitlerin bakım ve hizmetini üstlenme hakkı sadece ve sadece Allah’a ve ahirete iman eden, namazını hakkıyla kılıp zekatı tastamam veren ve yalnız Allah’tan korkup çekinen kimselere aittir.” Şimdi söz Elmalılı’nın: “Gerçi insan birçok sebeplerden korkup çekinebilir. Korkmamak elinden gelmez. Allah’tan korkmayanlardan da hiç korkulmaz demek değildir. Fakat Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirmek için Allah korkusundan başka hiçbir korkuyu saymayan, herhangi bir korku ile Allah rızasına yönelik işlerden vazgeçmeyen, şahsi çıkarları ile Allah’ın hakkı çatıştığı zaman Allah’ın hakkını üstün tutan, Allah’ın emrettiği iyi işleri yapmak için şunun bunun kınanmasından veya bu yüzden uğrayacağı zulümlerden yılmayan, hatta gerektiğinde cihada koşmaktan veya Allah yolunda mücadele vermekten korkmayan, hasılı çeşitli korkular ve endişeler ile Allah yolundan çıkmayacak bir imana sahip olan ve bu ayette sözü edilen dört hasleti şahsında bulunduran kimseler ancak Allah’ın mescitlerini imar ederler. Bu özelliklere sahip kimseler bulunmalıdır ki, Allah’ın mescitleri hakkıyla imar edilebilsin. Yoksa ilk üç haslet bulunup da iman ve İslam’ın asıl hakikati ve özü demek olan bu dördüncü haslet bulunmazsa mescitlerin mamur olmasına gayret edenler olmaz. Günün birinde bir kâfirin veya zalimin ve hatta sıradan bir cüretkârın tehdidinden korkanlar kendi elleriyle mescitlerini yıkmak alçaklığını bile gösterebilirler. Maddî ve manevî anlamda mescitlere yapılacak saldırılardan ve saygısızlıklardan onları koruyamayan ve korumayı sürdürmeyen, yani gerçek anlamda kâmil iman sahibi müminlerden mahrum kalan mescitlerin ne servetle ne de başka bir yolla imarlarını devam ettirebilmeleri ihtimali yoktur.” (Elmalılı, 4/294) Hazret bugünleri görseydi ne derdi diye düşünmeden edemiyor insan.

Şimdi gelelim meselenin en çarpıcı yerine; yukarıda örneklerini sunduğumuz alanlarda mesajları çıkartmak gayet kolay. Asıl mesele hukuki yaşamaların yapıldığı, hükümlerin verildiği alanlardaki ayetler. Onlar ne olacak? Onlara nasıl yaklaşılacak? Onlar lafzi manada uygulanmayacak mı? Uygulanmayacaksa çıkartılacak bu mesajlar doğrultusunda yeni hükümler mi verilecek? İyi ama bu Allah’ın maksadı budur anlamına gelecek büyük bir iddiayı barındırmıyor mu? Verilecek hükümler şekli itibariyle Kur’an’ın beyanına muhalif olursa, bu durum kişinin kendisini Allah adına hüküm veren bir makam koyması manası taşımaz mı? Aradan geçen 14 asırlık zaman dilimi nasıl aşılacak? Farklı bir kültürün, sosyal, siyasal, ekonomik zeminin belirlediği şahsiyet ve zihin yapısına sahip fertler olarak bizler o zamana gidip ele aldığımız ayetten Allah’ın muradı, maksadı ve bize verdiği mesaj budur diyebilecek miyiz? Ondan önce daha bu safhaya gelmeden ayeti sahabenin anladığı gibi anlayabilecek miyiz? Biraz daha derine inip şu soruyu da sorabiliriz, Kur’an’ın ortaya koyduğu hükümler kıyamete kadar gelecek bütün zaman, mekân ve insanları içine alan dini hükümler midir, yoksa o günkü toplumsal hayatı düzenleyen, somut sorunlara somut çözümler üreten, emirler-yasaklar veren hukuki hükümler midir?

Daha önce bahsettiğim tarihsellik, tarihselcilik ve tarihçilik yazı dizisinde bu soruların benim zihnimde oluşan net cevaplarını vermeye gayret edeceğim. Ama ayetlerin mana, metin içi ve metinler arası münasebet, sebeb-i nüzul, bağlam ve mesaj konusunu bağlarken bu sorulara tek tek değil ama toptan bir şey demek isterim. Bediüzzaman’ı konuşturacağım. “Müslümanları bırakıp Yahudileri ve Hıristiyanları dost, sırdaş ve yakın arkadaş  edinmeyin.” ayetine Bediüzzaman usul prensipleri ekseninde şu izahı yapar: “Evvelâ: Delil kat’iyyu’l-metîn olduğu gibi, kat’iyyu’d-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur’ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz.

Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikaki, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir.

Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya sanatı içindir. Öyleyse, her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lazım olmadığı gibi, her bir kafirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı, istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!”

Aslında bir değerlendirme ve sonuç yazısı isterdi bu yazı dizisi. Fakat dizi içinde birkaç defa sözünü ettiğim tarihsellik ve ilave olarak maslahat, zâruriyat-ı hamse ve Hz. Peygamber Efendimizin söz ve fiillerini bağlayıcılık ekseninde taksim eden usul ile alakalı kaleme alacağım yazılar bu diziyi tamamlayıcı mahiyette olacak ve can yakıcı, düşündükçe sorgulayıcı zihnin fişeğini çekici o soruların cevabını orada vereceğim. Belki gerek olmayacak. Bir paragraf boyunca sorduğum onlarca sorunun cevabını o yazılarda bulacaksınız. Tekrara düşmemek için burada kesiyorum.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin