Asteğmen ve imam

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

1960’ların sonuydu. Hafif kumral genç adam yedek subaylık eğitimini tamamlamış, İstanbul Kanlıca’daki evlerinin bahçesinde Boğaz melteminin serinlettiği bir yaz akşamında siyah kaniş köpeği Koko ile beraber son kez oynuyordu. Yine bir ayrılık, hem de bu kez çok daha uzunda bir ayrılık, onları bekliyordu. Ağabeyi ve kız kardeşi ile beraber akşam yemeğinde masada toplandılar. Aile kim bilir bir daha ne zaman beraber böyle bir güzel İstanbul akşamında yemeğe oturacaktı. Annesinin yaptığı nefis zeytinyağlı biber dolmalarını yerken, gideceği yerde böyle bir yemeği bulamayacağından emindi. Her zamanki gibi babası tarafından yapılan roka salatasındaki iri dilim domatesleri, kara zeytin tanelerini, ince kıyılmış kırmızı soğan parçalarını ve mis gibi limon kokusunu içine sindirmek istercesine hafızasına kaydetmeye çalıştı. Sabaha daha çok vardı. Ama sabahın gelişi kaçınılmazdı.

Öyle de oldu. Uyumamak için okuduğu kitap başucunda, üzerindeki ince pike yarı beline kadar sıyrılmış, penceresi aralık ve içeriye deniz konusuna bulanmış temmuz güneşi vuruyor. Perdelerin kapatmadığı aralıklardan, değdiği yerdeki deriyi ısıtıyor. Artık uyanma zamanı. Gidip elini-yüzünü yıkıyor. Tüm ev ahalisi zaten ayaktadır. Tıraşını özenle olduktan sonra, merdivenlerden aşağıya hızla iniyor. Hala üzerinde pijamaları olduğu halde, kahvaltı masasına oturuyor. Onun dışında herkesin üzerinde günlük giysileri var. Normalde babası böyle pijamayla sofraya gelinmesini sevmez, ama o gün herkes gibi babası da ona gülümseyerek bakıyor. Genç adam kendisini evinin mutfağında değil de, Ayvalık’taki bir Rum pansiyoncu teyzenin mis kokan pansiyonunda hissediyor. Aynı sabun konulu mutfakta, annesinin yaptığı yumurtalı ekmekleri yerken, ağabeyinin ve kız kardeşinin dokunsan ağlayacak bir yüz ifadesi ve zoraki bir gülümsemeyle kendisine baktıklarını fark edince, “Ne oldu canım, cenaze değil ya. Sonuçta vatan görevi!” diyor. Ağabeyi ortamı yumuşatmak için, “Oğlum, sen zaten yedek subaysın. Yan gel yat işte!” türü bir vecize patlatıyor. Herkes gülüyor. Derken babası İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyet sınırında soba borularını top namlusu gibi sınır yakınlarına nasıl yerleştirdiklerini anlatıyor. Savaş sırasında dört yıla yakın askerlik yapan baba, askerliğe asteğmen olarak başlayıp nasıl üsteğmen olarak tezkere aldığını kim bilir kaçıncı kez anlatıyor. “Oğlum, at da verirler mi?” diyor. Genç adamın aklında babasının askeriyedeki atının elini nasıl ısırdığı geliyor. Umursamaz bir tavırla, “Bilmem ki baba. Siz ne dersiniz?” diye soruyor. Babası, “Öğretmen asteğmenler aktif görevde değil. Vermeyebilirler” gibilerinden bir şeyler mırıldanıyor.

Uzun bir otobüs yolculuğu oldu. Elinde iki-üç kitap, zamanın nasıl geçtiğini bile fark edemeyen genç adam, molalardan molalara, giderek değişen bitki örtüsünü, insanların şivelerindeki farklılıkları, yerel yemeklerin garip isimlerini ama inanılmaz lezzetlerini, otobüsteki insanların diyaloglarını, daha birçok şeyi hafızasına kaydediyor. Aktör olmasının – kendisine böyle demeyi seviyor! – her şeyi gözlemlemesi gerektiğini hocası söylememiş miydi? Hukuk fakültesi yıllarındaki monotonluktan sonra, aktör olmanın ona sunduğu sınırsıza yakın genişlikteki evrende bir istisnai iki yıl geçirecek olması onu endişelendirmiyor değil. Ya o İstanbul’da değilken alabileceği ufak rolleri alan başka bir genç aktör ön plana çıkarsa? Ya unutulursa? Hatırlanmamak, namzetler de dâhil tüm sahne sanatçıları için en büyük ceza değilse, nedir?

Derken Çanakkale’deler. Otobüsten iniyor. Birliğine katılmak için başka bir otobüsle birkaç kilometre yolu daha var. Askerliği sevmiyor mu, bilinmez. Ama üzerindeki haki üniforma ona çok yakışıyor. Çakı gibi asker derler ya, öyle bir yedek subay! Otobüs geliyor. Şoföre uzattığı parayı eliyle nazikçe itiyor, direksiyondaki güneş yanığı yüzünde inci gibi bembeyaz dişlerle gülümseyen orta yaşlı adam. “Geçive gari geçive subay ağa!” diyor, utangaçtan. Genç adam pencere kenarı bir yer bulup oturuyor, aklında şoförün aksanı, içinden o da “geçive, geçive!” diyor. Fark etmeden gülümsemiş olmalı ki, oradaki teyzelerden biri, “Hay maşallah sana, domat yir misin? Al bak!” deyip, en kırmızı Çanakkale domateslerinden birini uzatıyor. Konusu yeter cinsten, o derece. İstanbul şivesiyle “Çok teşekkür derim teyzeciğim!” deyince, yaşlı kadın kıkırdayarak gülüyor. Genç adam bu küçük yeri sevdiğini düşünüyor.

Askeri birlikteki işler çok kısa sürüyor. Bir askeri araçla onu köye götürüyorlar. Muhtarla ve eşrafla beraber bir ufak karşılama düzenlemişler. Kendinden birkaç yaş büyük yüzbaşısı askerin ve askerliğin ne olduğunu, vatan görevi, emanet, Mehmetçik ve diğer duydu yüklü kelimelerle bezenmiş bir güzel konuşma yapıyor. Konuşma dediysek, bir dakikası ya var, ya yok. Derken askeri araç ve komutan oradan ayrılıyor. Toprak yoldaki toz-duman, genç adam ardından baka kaldığı askeri araçtan gözlerini neden sonra ayırınca, neredeyse tüm köyün kendisine gülümseyerek baktığını görüyor. “Komutanım, sizi okula götürelim mi?” diyor, oradakilerden biri. Bakıyor, genç bir adam. Dikkatlice bakınca üzerinde cüppesini fark ediyor. “Herhalde imam bu!” diye düşünerek, “Sağ olun, ama önce kalacağım yere gitsek? Çantalarımı bırakayım, elimi-yüzümü yıkayayım” diyor. İmam, gülümsüyor. “E, hadi gidelim o zaman!” diyor. Arkada çocuklar, anneler-babalar, yaşlılar, muhtar ve eşraf. Beraber yüz metre kadar ileride güzel asmalarla kaplı bir sokakta, taş bir evin önünde duruyorlar. Genç asteğmen, “Burası mı?” diye soruyor. Sonra sorduğu sorunun anlamsızlığını fark edip, “Burada durduğuna göre burasıdır!” diye mırıldanıyor. İmam bir kahkaha patlatıyor. Tüm köy, başta çocuklar, katıla katıla gülüyor. Genç adam da onlara katılıyor! Sanki burası dünyanın en mutlu ve en eğlenceli insanlarının yaşadığı gizemli bir köy gibi!

İçeri giriyorlar. Ahali dışarıda, imam genç adamla beraber içeride, ona çaydanlığı, masayı, yatacağı döşeği, dolabını, evin arkasındaki ufak bahçeyi gösteriyor. Bahçedeki hıyarlardan ve domateslerden dilediği kadar almasını söylüyor. Nasıl yani! Bunları bu adam nereden biliyor? Kimin otoritesiyle ona bahçeden istediğini almasını söylüyor? Genç asteğmen bunları düşünürken, imam “Yalnızlık zor kardeşim. İnan çok sevindim seninle beraber kalacağımıza!” diyor. Vay canına. Genç adam, hayatının en büyük şoklarından biriyle karşılaşıyor. “Nasıl yani…” diyor. O arada imam adını söylüyor, elini uzatıyor. Tokalaşıyorlar. Derken imam tuttuğu eli biraz daha kendine doğru çekip genç adamın boynunu kavrıyor. Onu yanaklarından öpüyor.

Genç bir hukuk fakültesi mezunu tiyatro oyuncusu namzedi asteğmen ile ilahiyatçı imamın arkadaşlıkları böyle başlıyor. Genç asteğmen köyün ilkokul olarak kullanacağı eski taş binayı imam dostuyla beraber gece gündüz onarıyor. Onarırken her evden kendilerine her öğün ayrı güzellikte yemekler yapıyorlar. Gelen kadın-erkek, çocuk-genç herkes elinden ne gelirse, çivi çakıyor, tahta zımparalıyor, kara tahta boyuyor, yolun kenarına çiçek dikiyor, sobayı onarıyor. O izbe bina, birkaç haftada tanınmaz halde! Genç asteğmen öğretmen, Eylül’de derslere başladığında, ortak sınıf beş ayrı yaş grubu, dünya ve Türk klasiklerini okuyor, bir yıl sonu piyesi sahneleniyor, herkes flüt çalmayı öğreniyor, asteğmenin İngilizce kursuna katılıyor. Okuma bilmeyen kadınlara kurs açılıyor, bu kursu imam dostuyla beraber ortaklaşa okutuyorlar. Mezun olan kadınlara hediyeler veriyorlar. Köy kahvesinde bundan sonra içtikleri çaylar bedava!

İmam, genç adamı camiye götürüyor, orada beraber cumaları cemaatle konuşuyorlar, dertleşiyorlar. Genç adam oynadığı rolleri imama sergilerken, arada Haldun (Dormen), Müşvik (Kenter) ve Yıldız (Kenter) hocalardan, Stanislavski’den ve tiyatro kuramından bahsediyor. İmam, ona iyilikten, ahlaktan, Allah’tan ve Allah sevgisinden bahsediyor. İkisi de birbiri için sağ ellerini verecek kadar iyi arkadaş oluyorlar. Ama ikisi de diğerini kendine benzetmeye, kendi gibi olmaya zorlamıyor. Hayatın bir anında, kâinatın efendisinin hazırladığı bir tatlı sürprizle, kendilerinki dışından bir hayatın da olduğunu keşfediyorlar. Köylülerin yaptığı ev rakısını tadarken, imam arkadaşı onun yanında gülümsüyor, onun okuduğu Mevlütlere genç asteğmen de gidiyor. Uzun yürüyüşlerinde, incir toplarken, köy imecesinde, çocukların okuma bayramında ve cenaze defin işlerinde hep beraberler, hep beraberler!

Hep beraberler, gündüzleri ve geceleri – öyle ki aralarındaki dostluk onların bağını uzunca yıllar hiç kopartmayacak. Bir zamanların tek olan ve yek olan, aynı toprakların çocuğu, ayrısı-gayrısı olmayan nesillerin belki de son dönemlerinden biri, Çanakkale’de, bin dokuz yüz altmışların sonuna doğru, hukukçu bir tiyatro sevdalısıyla, kendisini Allah ve Kuran’a adamış ilkeli ve aydın bir din adamının dostluklarıyla kapanıyor.

Hadi Çaman

Bu genç asteğmen öğretmen, benim rahmetli pederim, sevgili babam Hadi Çaman’dı. Okumayı ve dört işlemi öğrettiği Çanakkaleli çocuklardan o günleri hatırlayanlar belki çıkar. O imam dostunun küçük köy camisinde de, taştan izbe köy ilkokulunda da, bir zamanlar yanlış giden şeylerin yanında, çok ama çok fazla doğru giden şeyler de olan, fakir ama mutlu bir ülkenin oğulları ve kızları belki bugün baba veya anne olmuşlardır. Acaba hala o günlerin değerlerini, birleştirici büyüsünü, yağmur kokulu güzel topraklarını yaşıyorlar mıdır? O günlerin bohem ve şehirli bir tiyatrocusuyla, kırsal kesimden gelen, dini bütün, muhafazakâr bir imamını arkadaş kılabilen bir ortam, ne kadar yanlış olabilir! O eski asteğmen öğretmen adam bir rakı sofrasında oğluna, vefat eden bir imam arkadaşını anlatırken, ben onun gözlerinden akan yaşlara tanık olup, ne kadar şaşırdığımı anımsıyorum. O bilge imamın artık yaşlanmış olan o asteğmen öğretmene hitaben, “kimin cennete, kimin cehenneme gideceğini kıldığın namazla, tuttuğun oruçla ölçemezsin, Hadim!”  dediğini, bunu sıklıkla babamın dillendirdiğini hatırlıyorum. Şimdi bu iki iyi insan da aramızda değil. O saflıkların ve iyiliklerin ülkesinden bugünlere, çok şeyler değişti. Her şey gibi, sanat da, din de, ama hepsinden de önemlisi, her şeyin başı olan insan da değişti.

Bu gönlümden kopan anıyı, kutlayacak bir Öğretmenler Günü göremeyen idealist ve sevgi dolu öğretmenlere ithaf ediyorum.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

7 YORUMLAR

  1. O gun kalbi selimden baska hic bir sey fayda vermez. (kalbi selim, kalbi kotuluklerle kirlenmeyip prıl pırıl parlayan kalpte samet olanın yansıması ) , Ogretme askı ile yavrucuklara gercegin bilgisini ogretmeye calisan kalbi selim butun ogretmenlerin gunu kutlu olsun

  2. Ülkesinden zorla sürülmüş bir insan olarak yazınızı gözyaşlarıyla okudum hocam. Ah o safiiyet.. Allah o imama da babanıza da gani gani rahmet eylesin, mekanlarını cennet etsin, ötelerde buluştursun.. Saygılarımla..

  3. Yazınızı, artık kutlayacak bir öğretmenler günü olmayan gurbetteki eski bir öğretmen olarak, diğer bütün yazılarınızı okuduğum gibi büyük bir ilgiyle gözlerim dolarak okudum. Farklilikların bir problem değil bilakis zenginlik olduğu o güzel günlerden bir demet sunmuşsunuz. O güzel zamanlar giden o güzel insanlar bir daha gelir mi bilinmez..bilinen bir şey var o da demirin tuncuna insanın ……… kaldık vesselam.

  4. Cok kiymetli Mehmet Efe Caman Beyefendi’ye, bu güzel hatirayi bizimle paylaşarak, yaşanilan güzelliklerin ve dostluklarin kaliplara siğmayacagi gerçeğini göstermesinden dolayi cani gonulden teşekkür ederim. Lütfen yazmaya devam edin.
    Saygilar

  5. Ellerinize o guzel kaleminize saglık. Böyle hikayeler hepimizin hatîralarına nakşediyor. Arada böyle hikayeler yazarsanız cok sevinirim. Ömer seyfettinin “Anadolu notlari”kitabındaki gibi.gercek anadolunun bir resmi diyebiliriz. Bu hikayeler her daim bulunur anadoluda. Günumuzde anadolunun gercek sahipleri olmayan devsirmelerinin gundemi meşgul etme çabalarına rağmen o hikayeler yaşanîr ve anlatır daima. Bu vesile ile;
    Hikayenin kahramanları kıymetli babanızı ve gerçek bir imam olan būyüğūmüzü rahmetle anıyorum.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin