Anayasal yönetime ilk adım: Kanun-ı Esasi

YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU 

Osmanlı tarihindeki ilk anayasa hareketleri II. Mahmut’un ayanlarla yaptığı Sened-i İttifak’a (1808) kadar götürülmektedir. Ancak genel kabul, anayasal sürecin Tanzimat Fermanı’nıyla (1839) başladığı şeklindedir.

Tanzimat’ın ilanıyla padişah, kendi yetkilerini sınırlayarak tebaasının can, mal, mülk ve ırz güvenliğini taahhüt etmiş; vergilendirmenin adil olarak yapılmasını, vatandaşların ayrım yapılmaksızın kanun önünde eşit olmasını kabul etmiştir. Bu süreç ilk anayasanın yapılmasıyla sonuçlanmıştır.

TANZİMAT’TAN MEŞRUTİYETE

Tanzimat Fermanı, Osmanlı ülkesinde II. Mahmut döneminde gelişen bürokrasinin taleplerinin bir sonucudur. Bunun yanında Mısır meselesi nedeniyle Avrupa devletlerinin desteğine ihtiyaç duyulması da fermanın ilanında etkili diğer faktördür.

Tanzimat, tek taraflı ve “padişahın tebaasına bir ihsanı” şeklinde ortaya çıkmış, aydınların ve halkın talepleriyle gerçekleşmemiştir. Nitekim fermanda Padişah Abdülmecit’i, taahhütlerinden caydıracak bir düzenleme söz konusu değildir.

Buna rağmen büyük bir reform sürecini başlatmış; idare, eğitim, hukuk, askerlik, tarım alanlarında sonraki dönemleri şekillendirerek cumhuriyet döneminin alt yapısını oluşturmuş, menfaatleri elden giden çevrelerin tepkilerine rağmen hukuk devletine ve liberalleşmeye doğru gidiş başlamıştır.

Dönemin en önemli sonuçlarından birisi, Osmanlı ülkesinde bir aydın kadronun yetişmesidir. Bu kadroda yer alan Şinasi, Namık Kemal, Ali Suavi ve Ziya Paşa gibi aydınların talepleri, reformların daha ileri bir seviyeye taşınarak “meşrutiyet” rejiminin ilan edilmesidir. Böylece padişahların keyfi yönetimi anayasayla ve parlamento ile sınırlandırılacaktı.

Genç Osmanlılar adını alan bu hareket, aradığı lideri Midhat Paşa’nın şahsında buldu. Reformlara karşı olan Abdülaziz tahtan indirilerek yerine V. Murat tahta çıkarıldı. Ancak V. Murat’ın akıl sağlığıyla ilgili problemler, onun doksan üç gün sonra tahttan indirilmesiyle sonuçlandı.

Yeni Padişah, Abdülmecit’in diğer oğlu Abdülhamit oldu. Abdülhamit, Midhat Paşa’yla yaptığı pazarlıklar sonunda meşrutiyeti ilan edeceğine söz vermiş ve böylece otuz üç yıl devam edecek hükümdarlığı başlamıştı.

Abdülhamit gönülsüz de olsa Midhat Paşa’yı sadrazam yaptı ve anayasa süreci başladı. Ancak Tanzimat Fermanı’nın ilanında olduğu gibi bu süreçte de dış faktörlerin de etkisi vardı. Osmanlı yönetimi bir an önce anayasayı hazırlayıp zor durumda kaldığı Balkan Bunalımında Avrupalı devletlerin desteğini almayı amaçlamıştı.

KANUN-I ESASİ ÇALIŞMALARI

Midhat Paşa’nın V. Murat’ın hükümdarlığı sırasında bir anayasa taslağı hazırladığı bilinmektedir. Hatta bir “Meclis-i Mahsus” toplanmış ve meşrutiyetin gerekliliği tartışılmıştı.

Heyettekilerin çoğunun bu toplantıda bir görüş beyan etmedikleri, meşrutiyeti arzu eden kişilerinse Midhat, Hüseyin Avni ve Süleyman paşalardan ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Doğrudan karşı çıkanlar ise Fetva Emini Halil Efendi ile Rüştü Paşa idi.

Abdülhamit tahta çıktıktan sonra Midhat Paşa başkanlığında bir “Meclis-i Mahsus” oluşturarak anayasa çalışmalarını devam ettirdi. Bu komisyona Midhat Paşa’nın yanında Said Paşa da anayasa taslağı sunduysa da bir sonuç alınamadığından yeni bir komisyon kuruldu.

Komisyon her ne kadar anayasa hazırlama görevi üstlense de farklı görüşte kimseler yer almaktaydı. Padişaha yakın olan ve onun ihsanları ile hayatını devam ettiren kişiler, Kanun-ı Esasi’ye karşı çıkarken meşrutiyet taraftarları da anayasanın içeriği konusunda farklı görüşlere sahiplerdi.

Anayasaya karşı çıkanlar, “Kanun-ı Esasi bir kâfir işidir; bir de Meclis-i Mebusan’da pek çok Hıristiyan bulunacağından bunlar şer’i şerife mugayir kanunlar koyacaktır” diyerek propaganda yapıyorlardı.

MEŞRUTİYETİN İLANI

Anayasa, Komisyon ve Bakanlar Kurulu tarafından son şekli verildikten sonra Abdülhamit’e sunuldu ve 23 Aralık 1876’da ilan edildi.

“Kanun-ı Esasi” adı verilen ilk anayasanın ilan edildiği sırada İstanbul’da “düvel-i muazzamanın” iştirak ettiği Tersane Konferansı toplanmıştı. Midhat Paşa’nın amacı meşrutiyetin ilanıyla Avrupa devletlerinin temsilcilerinin desteklerini almaktı. Ancak bu gerçekleşmeyecek, Avrupalı devletler bu gelişmeyi “lüzumsuz” olarak göreceklerdir.  

Midhat Paşa bu vesileyle yaptığı konuşmada; “Padişahın ihsan ettiği Kanun-ı Esasi’nin halk için önemli bir ihsan olduğunu” belirtmiş, meşrutiyetin ilanı yüz bir pare top ateşiyle kutlanmıştı. Düzenlenen tören sonrasında da sadrazam, şeyhülislam, bakanlar ve cemaat liderleri saraya giderek padişaha teşekkür etmişlerdi.

Kanun-ı Esasi’nin kabulü, anayasaya taraftar olmayan padişaha rağmen bir avuç Osmanlı aydınının gayretleri sonucunda gerçekleşmişti. Diğer yandan ilk anayasa, bir “kurucu meclis” veya “parlamento” tarafından hazırlanmamış ve bu yönüyle bir “ferman anayasa” olarak değerlendirilmiştir.

Anayasa ile meşrutiyet rejimine geçilse de padişah çok geniş yetkilere sahip olup sadrazam, bakanlar, şeyhülislam ve Ayan Meclisi üyelerini kendisi seçmekteydi. Buna karşılık seçimle belirlenen Meclis-i Mebusan’ın yetkileri kanun yapma süreci dahil olmak üzere çok azdı ve bakanlar meclise değil padişaha karşı sorumluydu.

Padişah meclisi feshetme yetkisine sahip olduğu gibi “kutsal ve sorumsuz” olarak tanımlanmıştı. Ayrıca 113. Madde ile padişaha, “emniyeti ihlal ettikleri” polisin bir soruşturması ile anlaşılanları sürgüne gönderme yetkisi verilerek anayasanın temel prensiplerine gölge düşürülmüştü.  

1876 Anayasası birçok olumsuz yönüne rağmen; temel haklara yer vermesi, mahkemelerin bağımsızlığı, din ve düşünce özgürlüğü, mal ve mülk teminatı, seçme ve seçilme hakkı gibi yönleriyle çok önemli bir aşama oluşturmuştur. 

Abdülhamit ise başından beri anayasaya karşıydı. Nitekim ilk olarak Midhat Paşa’yı “bir komplo hazırladığı gerekçesiyle” meşhur 113. Maddeye göre sürgüne gönderdi. Paşa’nın sadrazamlığı sadece kırk dokuz gün sürmüştü.

Henüz siyasi partilerin olmadığı bir ortamda ve birçok probleme rağmen Mebuslar Meclisi, 18 Mart 1877’de açıldı.  İlk meclis üç ay, ikinci meclis de iki ay faaliyet gösterdi.

Mebuslar Meclisi, Osmanlı Devleti’nin “mozaik” yapısına uygun bir şekilde oluşmuş ve mebusların üçte biri Müslüman olmayan unsurlardan meydana gelmişti. Bu yapısına rağmen mecliste bir “milletler çatışması” yaşanmadı.  

Meclis Abdülhamit tarafından “kukla meclis” olarak görülse de mebuslar; meclisin haklarını savunmaktan, 1877-1878 Rus Savaşı’nda hatalı olarak değerlendirdikleri padişah dahil olmak üzere sorumluları eleştirmekten kaçınmadılar. Hatta sadrazamın istifasını ve sorumluların Divan-ı Harb’de yargılanmasını sağladılar.

HADDİNİ AŞAN MECLİS

Meşrutiyet içeride ilmiye mensuplarını, savaştan dolayı hesap vermesi gereken paşaları, vergi düzenlemelerinden dolayı Galata bankerlerini ve bürokrasinin değişime karşı olan kanadını rahatsız etmişti.

Avrupa devletleri de bu gelişmelerle Osmanlı Devleti’nin yeniden siyasi birliğini sağlamasından endişe etmişler, ekonomik menfaatleri için “padişah” ve bürokrasinin önde gelenlerinden kolayca taviz koparmak yerine meclisle uğraşmayı arzu etmemişlerdi.

Bu ortamda Abdülhamit, “içinde bulunulan olağanüstü durum” gerekçesiyle meclisi “tatil etti” ve bu tatil, otuz yıl sürdü. Ülkeyi de yıllarca Yıldız Sarayı’ndaki ekibiyle tek başına yönetti. Yönetim hafiyelik ve jurnallerle bir “korku rejimi” oldu. Kâğıt üstünde anayasa yürürlükte gözükse de fiilen herhangi bir hükmü kalmadı. 

Osmanlı Devleti böylece kısa süreli de olsa hem anayasayla hem de parlamento ile tanışmıştı. Bu her şeye rağmen çok önemli bir adımdı.

Bundan sonra Abdülhamit’e karşı güçlenen muhalefetin temel talebi, “Ya Kanun- ı Esas! Ya ölüm!” sloganıyla meşrutiyetin yeniden ilan edilmesi oldu. Bu çalışmalar sonucunda Abdülhamit, 1908’de ikinci defa meşrutiyeti ilan ederek yetkilerini meclisle paylaşmayı ikinci defa “gönülsüz” de olsa kabul etmek zorunda kaldı.

ABD’nin ilk anayasasının 1787, Fransa’nın ise 1791 tarihli olduğu dikkate alındığında Kanun-ı Esasi geç bir örnek olarak karşımıza çıksa da Türkiye’de anayasa geleneğini başlatması, meclis ve seçim kültürünün ilk adımını oluşturması yönüyle büyük bir öneme sahiptir.

Bu sürecin başlaması bile çok önemliydi ve çalkantılı dönemlere, baskı ortamlarına ve zaman zaman “anayasayı hiçe sayan iktidarlara ve darbelere rağmen” Türkiye’de her zaman anayasal yönetime, hukuk devletine ve milli iradeye vurgu yapılmasında temel basamak oldu.

***

Kaynaklar

S. K. Kılıç, “Osmanlı Devleti’nde Anayasal Yönetime Geçiş”, Devr-i Hamid, 2011, Kayseri, C. 5; B. Tanör, “Anayasal Gelişmelere Toplu Bir Bakış”, T. Z. Tunaya, “1876 Kanun-ı Esasisi ve Türkiye’de Anayasa Geleneği”, TCTA; İstanbul, İletişim, C.1; M. A. Aydın, “Kanun-ı Esasi”, DİA, 2001, C.  24; B. S. Baykal, “93 Meşrutiyeti”, Belleten, 1942, C. VI, S. 21-22.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin