Anayasa Mahkemesi’nin Barış Akademisyenleri’ne Hak İhlali Kararı

MEHMET EFE ÇAMAN

11 Ocak 2016 yılında “Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi” tarafından Türkçe ve Kürtçe olarak “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bir bildiri yayınlandı. Bu bildiriye 2,212 (iki bin iki yüz on iki) akademisyen imza attı. Ben de bu akademisyenlerden biriyim ve bu imzamın aynen attığım anda olduğu kadar arkasındayım. Onur ve gurur duyuyorum, Barış Akademisyeni olmaktan. Ve bu kimliğe sahip olmaktan, gerekli bir anda olması gerektiği gibi davrandığımdan, radikalliğin ve şiddet kültürünün gün be gün kendi devleti kutsayan ayinlerini hipnotize eden akademiye karşın en azından tarihe not düşebilmiş olmaktan dolayı çok mutluyum.

NEDEN BÖYLE BİR BİLDİRİ YAYINLANDI?

Ne oldu? Neden böyle bir bildiri yayınlandı, hatırlayalım. Avrupa Birliği sürecinin estirdiği demokrasi baharında, AKP ve Erdoğan halen demokrasi havarisi rolünü oynarken, Kürt halkının kültürel ve azınlık haklarını tanımaya yönelik çok olumlu adımlar atılıyordu. 1980’lerden beri devam eden ve Türkiyelilere hayatı zindan eden bir sorunu “devlet” ilk defa askeri strateji dışında bir yöntemle çözmeye çalışıyordu. Sorunun temelleri politik ve sosyolojikti. AKP’nin askeri çözüm yerine sosyolojiye ve siyasete girmesi ve Kürt meselesini bu şekilde “düz ovada” çözmeye çalışması kadar normal ne olabilirdi? 

Kürt değildim. Ailemde hiç Kürt de yoktu. Ama insanın bir toplumsal sorunun çözümünü istemesi için ille de kendisinin o sorunun bir tarafı mı olması gerekirdi? “Çözüm Süreci” bence Türkiye’de Kürtlerin makûs tarihinde bir dönüm noktasıydı. PKK’ya silah bıraktıracak, yerinden yönetimi güçlendirecek, insan ve azınlık haklarını Kürt coğrafyasıyla ve tüm Türkiye ile buluşturacak bir fırsat, bir şanstı. Nasıl ki İngiltere İRA ile masaya oturduysa, Türkiye devleti de Kürt siyaseti ve PKK ile masaya oturmalıydı. Devletin enerjisini boşa harcatan, bunun dışında on binlerce cana mal olan bu alçak terör bitmeli, Türkiye’de eşit vatandaşlık ve destekleyici azınlık hakları anayasal ve yasal zeminde sağlanmalıydı. 

Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Boşnak, Arap, Arnavut, Çingene, Rum, Ermeni, Yahudi, her kim ki kendisini çoğunluktan farklı hissediyorsa, anayasa ve yasalar o insanların dilini, dinini, mezhebini, kültürünü, örf-âdetini ve geleneğini korumalıydı. Biliyordum ki Kürt sorununu çözen ve insan hakları-demokrasi kültürüne demir atan bir Türkiye gemisi, kısa zamanda vatandaşlarının hayat standartlarını büyük bir ivmeyle yükseltebilecekti. Bunu kendi çocuklarımın daha mutlu ve gelişmiş bir Türkiye’de büyümeleri için desteklemeliydim. 

Ailemdeki kökten-ulusalcı Kemalistlere uzun uzadıya anlatmaya çalıştığım, uğruna tartıştığım ve bazen de kalp kırdığım Çözüm Süreci, suça batmış açgözlü İslamcıların kendi kişisel çıkarları gereği maalesef demokrasi cephesinin karşısında olan gruplarla işbirliği yapmaya başlamasıyla beraber aniden sonlandırılınca önce çok şaşırdım. Ardından Kürtlerin yerleşim birimleri uzaktan ağır silahlarla bombalanmaya başladı. Bu asimetrik güç kullanımına ve kabul edilemez saldırılara, etrafta hendeklerin olması ve PKK’lıların siviller arasında bulunması gibi nedenlerle devletçe meşruiyet devşirilmeye başlanmasıyla beraber, tepkim arttı. 

Cizre’nin fotoğraflarının sosyal medyaya düşmesiyle beraber, nasıl bir insanlık suçu işlendiğini gözlerimle gördüm. Duvarlara yazılan alçak ırkçı parolalar, F-16 mermilerine ve havanlara yazılan iğrenç sloganlar, üç hilalli ve kurt başlı ırkçı nasyonalist imajlar, yerlerde çürümeye terk edilen uzuvları ana gövdeden kopuk yaşlı kadın cesetleri, insanın vatandaşlığından utanmasına neden olacak kadar iğrenç hadiselerdi. Soğuk bir kış günü askerler tarafından üzerindeki giysileri çıkartması istenen kız çocuğu bardağı taşırdı. Halen o günleri düşününce zihnim bana “lanet olsun!” dışında bir şey söyletmiyor!

DAHA KALABALIK OLURUZ SANMIŞTIM

Bildiriyi imzalarken çok daha büyük katılım beklediğimi ifade etmeliyim. Çünkü bugün iktidar yalakası olan birçok meslektaşım profesörler, doçentler ve yardımcı doçentler bundan birkaç yıl önce ballandırarak AKP’nin açılımlarını konuşuyorlardı. AKP siyaset akademisinde verdiğim birkaç derste Kürt Açılımı süreçlerini anlatırken, tabandan büyük bir ilgi ve destek gördüğümü paylaşmalıyım. Oysa bu “demokrat İslamcılar” bir anda AKP Ergenekoncularla anlaşınca taraf değiştiriverdiler. MHP ağzını benimseyip, sanki daha önce Erdoğan ve AKP devletin istihbarat örgütünü PKK’lılarla görüşmeye Oslo’ya göndermemiş gibi, sanki İmralı Adası’nda Öcalan ile görüşmeler bizzat Erdoğan’ın kendisi tarafından onaylanmamış gibi, sanki Meclis’te yapılan onlarca oturumda Erdoğan bizzat Çözüm Süreci’nin avukatı olduğunu değişik cümle ve vesilelerle vekillerle ve toplumla paylaşmamış gibi, kraldan çok kralcı kesildiler! 

İkiyüzlü bu alçaklar, sinsice sırıtarak bizlere aslında o güne dek izlenen “düz ovada siyaset” stratejisinin yanlış olduğunu anlatmaya başladılar ve 1990’ların askeri politikalarının sertliğini anlatıp, bunun gerekliliğinden dem vurmaya başladılar. Evet, kabul, Kürt açılımları riskliydi. Evet, derin devletin gazabına uğrama riski vardı. Yolda başarısızlık da olabilirdi hatta tamam da, kardeşim, sizin kendinizin başlatmış olduğunuz bir Kürt siyasetinden yüz seksen derece sapmak da neyin nesiydi? Fakat bu İslamcı Milli Görüş geleneği ahlaken o kadar çökmüş, o kadar dibe vurmuştu ki, dün kendi doğru dediklerine bugün sanki onlar hiç yaşanmamış gibi yanlış diyebiliyorlardı.

Fakat, Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirimiz sonrasında, bunların yüzlerinin hiç kızarmayacağını bir başka açıdan da görme fırsatımız oldu. Öcalan’la görüşme kararı alanlar, PKK ile pazarlık yapanlar, Diyarbakır’da Barzani ve Perwer ile türkü söyleyenler, Dolmabahçe’de Kürt siyaseti ile anlaşma imzalayanlar, Türkiyelilik üst kimliğini savunanlar, PKK’dan teslim olanlar için sınıra savcı gönderenler, Kürdistan kuvvetlerini Kobani’ye Türkiye üzerinden davullu zurnalı intikal ettirtenler sanki kendileri değilmiş gibi, “Barış sürecini bitirmeyin” talebiyle bildiri imzalayan akademisyenleri cadı avına tabı tuttu! Hocalar odalarında taciz ve tehdit edildi, işlerinden atıldı! 

Ben Kanada’da bir yıllık araştırma süremde bu bildiriyi imzalamış olmama karşın, daha önce dekanlık ve bölüm başkanlığı görevlerini icra ettiğim, senato ve yönetim kurulu üyesi sıfatıyla rektörle beraber mesaide bulunduğum Türk Alman Üniversitesi’nde soruşturmaya tabi tutuldum. O soruşturmada yazılı olarak bana verilen soruları, bir gün Türk akademisine ilişkin yazacağım kitapta kaynak olarak kullanmak üzere kişisel arşivimde saklıyorum. Üniversite’nin rektörü beni bizzat telefonla arayarak kendisine tepeden çok baskı geldiğini söyleyerek imzamı geri çekmem için yalvardı. Kendisini nazik bir dille geri çevirdim. Ona “Hocam, bizde laf ağızdan çıkar!” dediğimi çok iyi hatırlıyorum!

Bu, Türkiye devletini pratikte şahsen ve ailece “tanımamıza” yarayan süreci başlattı! KHK’lık olmam, ailece Büyükelçilik tarafından fişlenmemiz. Çocuklarımın ve eşiminki de dâhil pasaportlarımızın iptal edilmesi, tanıdığım tüm meslektaşlarımın (zulme uğrayanlar hariç) bana sırtlarını dönmeleri… Kendilerine sayısız kez yardımcı ve destek olduğum, can bilip kendi çocuğuma davrandığım özenle yaklaştığım asistanlarımın bile arayıp sormamaları… Burada bahsetmek istemediğim diğer hayal kırıklıkları… Hepsinin başlangıcı “Barış Akademisyeni” olmam ve “Bu Suça Ortak Olmayacağız” dememdi. Devlet bize haddimizi bildirdi! Daha doğrusu kendisini bize tanıttı. Bugün Türkiye’den on binlerce kilometre uzaklardan bu satırları yazarken hala güzlerimin önünde, artık ait olmadığım o ülke, yaşlı ve hastalıklı bir inşaat gibi, sapır-sapır dökülerek yıkılıyor! Bense “ortak olmadığım” bu suça, bir ülkenin katline, uzaktan yazı ve yorum yazıyorum. Keşke? Keşkelere yer yok!

HERKESE GEÇMİŞ OLSUN!

Bu yazıyı, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) verdiği hak ihlali kararı sonrasında yazma kararı aldım. AYM, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı barış bildirimize imza atan ben ve diğer meslektaşlarıma hak ihlalinde bulunulduğuna karar vermiş! Hayırlı uğurlu olsun! Aradan geçen üç buçuk yılı aşkın zaman sürecinde, benim ve ailemin, diğer imzacılar ve aileleriyle beraber yaşadığımız acılar, sıkıntılar, sorunlar, akan gözyaşları, çocukların gördüğü kâbuslar, 6 yaşındaki oğlumun sorduğu “baba, bizim bir B planımız var mı?” sorusu, tüm bunlar gözlerimin önünde. Şimdi “yüce Türk adaleti!” buyuruyor ki, esasında bizim yaşadıklarımız bir hak ihlaliymiş! Ne diyorsunuz siz yahu? Bu iş bu kadar kolay mı? Altüst edilen hayatlar, düşünce özgürlüğünü kullandığı için (yani maaşımızı hak etmek için hareket ettiğimizden dolayı!) toplumdan silinen, “kanlarında duş alınmak “ akademisyenler, hak ihlaline uğramışlarmış!  Kim diyor? Anayasa Mahkemesi! 

Füsun Üstel Hocam başta, İbrahim Garip, Yasemin Gülsüm Acar, Ayda Rona, Aylin Altınay Cingöz, Melda Tunçay, İzzeddin Önder, Canan Özbey, Nazlı Ökten Gülsoy, Zübeyde Gaye Çankaya Eksen… Hocalarım, tümünüze geçmiş olsun. Bundan sonra bize bu alçaklıkları yapanlardan evrensel hukuk ve bir gün geleceğine inandığım hukuk devleti önünde, bağımsız mahkemelerde hesap soracağımız güne ve ondan da ötesine kadar, dayanışma duyguları ile sizleri selamlıyorum. Bugün başta olan, bu yaşanılanlardan ve bunların çok ama çok daha fazlasından da sorumlu olan hukuk tanımaz, anayasa suçu işlemiş olan, hırsız ve onursuz tüm siyasetçiler ve onların tokmağı bürokratlara buradan yazıyorum: hukuktan korkun, çünkü suçlusunuz. Bir gün adalete hesap verecek, böylece yaptığınız alçaklığın bedelini yasaların öngördüğü şekilde ödeyeceksiniz!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Kendi üyelerinin delilsiz ve kanun dışı tutuklanmasını onaylamış bu mahkemenin hiç bir kararı bir anlam ifade etmez. Bence AYM 2013 Aralık ayında öldü, Erdoğan Rejiminin HSYK’yı ve yargıyı felç etmesine engel olmayarak harakiri yaptı. Şimdi ise Rejim’in gaz basıncını azaltmada rol alıyor. Son dönemde aldıkları güya Erdoğan karşıtı kararlar tamamen zevahiri kurtarma kararlarıdır. Dış dünyaya “bakın bizde bağımsız yargı var” mesajıdır. Van Gölü kenarında saray yapma fikrinden vaz geçen (para yetmeyebilir, proje artık cazip değildir vs.) Reis’in bu işten vaz geçip zor durumda kalmasına gerek kalmamıştır, konuyu AYM üzerinden çözüp puan toplamasına müsade etmişlerdir. Değilse o saray zaten gene yapılacaktır. AYM bundan sonra da süs biberi görevini sürdürecek ve ihtiyaç anında bu tarz “kokmaz bulaşmaz” muhalif kararlar alacaktır. Ama tarih önünde asla aklanamayacaklar ve bunların hesabını bütün mazlumlara verecekler.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin