Almanya mektubu

31 Ekim; Almanya’ya ilk gidişin yıldönümü

KONUK YAZAR | ABDULLAH GÖK

Tam 57 yıl önce, 31 Ekim 1961‘de imzalanan anlaşmayla başlamıştı Türklerin Almanya‘ya olan büyük göçü. Birkaç yıl çalışıp, memleketlerinde tarla ve traktör alma niyetiyle, sevdiklerini, yaşadıkları toprakları, tanıdığı insanları ve her şeyi geride bırakıp, ucuz işgücü olarak Almanya‘ya gelmişlerdi. Sirkeci Garı‘ndan yola çıkıp, misafir işçi olarak Almanya‘ya, Münih‘te ilk defa ayak bastıkları on bir nolu perona, kendi hafif fakat gam yükü ağır bavullarla umudu,hasreti, özlemi taşımışlardı. Kaderlerinde ya gurbetçi olup bantlara sesini kaydedip, özlemlerini memlekete göndermek vardı, ya da geride kalan olup, yol gözleyip, hasretle selam beklemek. Gurbet, zaman ve mekan çizgisinde garipliğin en uç noktasını hissettiriyor olmalıydı ki, kızının mektupta çizdiği ayakkabıyı, dönmesine sekiz ay olmasına rağmen bir saat içinde aldırabiliyordu bir gurbetçi babaya. Dönmek için yola çıkmışlardı ama yolun sonunda gurbetin vatan olması vardı.

Kısa sürede binlerce gurbetçinin büyük umutlarla yola çıkmasından yıllar önce “Bir zaman ehli dünya beni herşeyden tecrit ettiklerinden, beş çeşit gurbetlere düştüm (1)” diyen üstadın da yine bir zulüm deryası olan Rusya‘dan firar etmesiyle düşmüştü yolu Almanya’ya (2).  Gurbeti ve ayrılıkları anlatırken, “Firaklardan gelen feryatlar, aşkı bekâdan gelen ağlamaların tercümanı hükmündedir.(3)” diyen Bediüzzaman, iki ay kadar burada kalıp, üç parçalı İsviçre‘nin ahvalini merak etmiş, birlik beraberlik felsefelerini yerinde tetkik ederek Osmanlı‘nın birlik ve beraberliğini muhafaza etmesini ve yıkılmamasının çarelerini aramıştı.

Efendimiz’e (as) hitaben “Seninle aynı asır ve zaman diliminde yaşayamadığımdan dolayı üzüntülüyüm.(4)” diyen  meşhur düşünür ve hükümdarın ülkesi olan bahtiyar Almanya, üstadın Mektubat’ta ” İşte gece vakti, şu garibâne dağlarda, sessiz, sedasız, yalnız, ağaçların hazinâne hemhemeleri içinde, kendimi birbiri içinde beş muhtelif renkli gurbetlerde gördüm.(5)” sözleriyle anlattığı  duruma düşüp, dünyanın dört bir yanından, zulüm ateşinden kaçanlar için günümüzde bir kez daha serin bir gölgelik olmuştu.

Öz yurdundan sürgün edilmişlerin kimi orta asya steplerinde öğretmendi, kimi yıllarca  emek verdiği halde bir çırpıda işinden atılan memur, kimi efendimiz hicretteyken, Mekke‘deki evini satan amcasinin oğlu Âkil‘in(6) yaptığı gibi malına mülküne el konulan esnaftı…Hepsinin ortak bir hikayesi ve ulvi bir hedefi vardı.  Dinlerinin izzetini koruma adına, nefislerine gem vurup, mülteci kamplarında yaşamayı onur sayıyor, yemek kuyruklarında bekleyip, verilen harçlıkla geçiniyorlardı. Esas musibetin dine gelen musibetler olduğunu bildikleri için önceleri nispeten rahat ve büyük mekanlarda yaşamış olsalar da, hedefleri ve idealleri arza sığmayanlar, kamp odalarından küçücük bir mekana sığabilmişti. Zalimi alkışlayarak elde edecekleri dünyalıkları geri teperek, mütevazi  sofralarda kurulan kuru lokmalara razı olmuşlardı. Gidecek bir evleri bile kalmamıştı tıpkı gidecek evi kalmayanlardan olan Hazreti İbrahim gibi. Hazreti Musa su ile sınanmıştı, Hazreti İbrahim ateşle… Alevler arasına atılırken, içinde neşet ettiği toplumdan hiçbir itiraz sesi yükselmemişti ve Hz İbrahim gibi sürgün edilmişlerin  nasibine de  “O yerlerin sahibi”ne iltica ederek yola koyulmak düşmüştü.

Gurbetin yalnız adının değil aslının da sinelere işlediği günlerde  “Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım kimselerdir, ne kadar  az da olsalar manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.(7)” diye tarif edilen ölçüyü son nefesine kadar yakalamaya çalışan birinin yolu daha düşmüştü bahtiyar Almanya‘ya. Bartın‘da saygın bir iş adamıyken, Bediuzzaman‘ın Divani Harbi Örfi‘de: “Şeriatın yüzde doksan dokuzu ahlaktır, fazilettir, ahirettir, ibadettir, ancak yüzde biri siyasettir.(8)” sözünden bihaber kişilerin zulmünden hissesini alıp, imanının gereği olarak Rabbinden başkasının önünde  eğilmemek için önce Ruanda‘ya hicret eden sonra tedavi için geldiği Almanya‘da, son nefesini verirken bile “Hizmetler Dûr olmasın” diyen Birol Dikyurt da, bir gurbet şehrinde, bir gurbet hastanesinde, son nefesini  vermiş, hakka yürürken mezarı da  yine  bir gurbet şehrinde eşilmişti.

Efendimizin, zulme rıza göstermeyen bir hükümdar olması sebebiyle gidilmesini tavsiye ettiği  Habeşistan‘ın hükümdarı olan Necaşi‘nin babası, taht mücadelesi sırasında öldürülmüştü bu sebeple çocukluk yıllarını, sürgünde, Bedir civarında, araplar arasinda çobanlık yaparak geçirmişti hükümdar Necaşi(9). Sahip olduğu  engin ahlâk ve vicdan sayesinde, topraklarına doğru yapılan kutlu göçte, sahip çıktığı muhacirler gibi, çağın muhacirleri de asırlar sonra yine bir zalime boyun eğmedikleri için, kimi zaman sürgün edildikleri memleketlerinde, kimi zaman da yanlarında getiremedikleri için başka gurbet ellerde, Rablerine emanet ederek, sevdiklerinden ayrılıp çıkmışlardı bu yolculuğa. Yüreğinin yarısını  medreseyi yusufiyede bırakanlar da vardı, parmaklıklar ardındaki eşine selam gönderirken, sıkıntı vermesinler diye “benden de selam söyleyin ama ismimi söylemeyin” diyenler de, elinde duadan ve kırık gönülle gönderilen selamdan başka bir şey kalmayan da… canından  çok sevdiği evlatlarından ayrı düşen anne ve babalar da vardı,  babasını yalnızca telefonun ekran görüntüsünden tanımak zorunda bırakılan çocuklar da… Şehadet şerbeti içen de vardı, geride kalıp gözyaşı döken de…

Mevlana Celaleddin‘in nefsine hitaben ” Cenâb-ı Hak “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dediğinde “evet, Sen bizim Rabbimizsin” dedim.
Teşekkür ve minnet bu “Evet” sözünün neresindedir? Zîra o söz hüznün ve sıkıntıların kaynağıdır.
Bilir misin hüzün ve sıkıntı sırrı nedir?
O, fakr ve fenâfillah kapısını çalmaktır.” dediği gibi üstad  Bediüzzaman da “Evet, evet. Acz ve tevekkülle, fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zulmetler dağılır.(10)” der.

“Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün; o güldükçe küçülür, eder tebeddül. (11)

 

****
1-Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, s. 58
2-„Bahtiyar Almanya“ ifadesinin referansı: Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 603
3-Bediüzzaman Said Nursi, Lemalar, s.19
4-Otto von Bismarck
5-Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s.26
6-Muhammet Emin Yıldırım, Asr-ı Saadet ve Tüccar Sahabiler
7-Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lâhikası 1/265
8-Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 28
9-Levent Öztürk, NecâşîEshame, XXXII,476.
10-Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s.28
11-Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s.188

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin