AKP ve Hizmet Hareketi [İdeolojik bir silah olarak tekfir ve tadlil-2]

YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU

Önceki yazımızda tekfir ve tadlilin zorba yönetimler tarafından muhalif ve düşmanlarını yok etmek üzere nasıl ideolojik bir silaha dönüştürüldüğünü ele almıştık. Özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Türkiye’de yaşanan hâdiseler, daha önceki yazımızda nazari olarak tekfirle ilgili üzerinde durduğumuz konularla birebir örtüşmektedir.

Malum olduğu üzere 2010 sonrası AKP ile Hizmet hareketinin arası açılmaya başladı. Erdoğan, neredeyse Türkiye’deki bütün dinî cemaat ve tarikatları kendi çatısı altında topladı ve onlardan mutlak biat aldı. Tabii ki buna karşılık olarak da devlet imkânlarını onların ayaklarına serdi. Fakat Hizmet hareketi buna yanaşmadı. Bunun önemli bir sebebi, başından beri bağımsız ve tarafsız hareket etmeyi, hürriyetini korumayı kendisine çok önemli bir ilke edinmiş olmasıydı.

Diğer sebepleri ise hükümetin, sıklıkla yolsuzluklarla anılır olması, demokratik değerlerden ve Batı’dan uzaklaşması ve yanlış politikalar izlemesiydi. Hizmet hareketi, Erdoğan’a biat etmediği gibi, medyasında da AKP’li yöneticilerin yanlış bulduğu bir kısım tasarruflarını ve parti politikalarını eleştirmeye başlamıştı. Bunların Erdoğan ve AKP’li çevreler açısından can sıkıcı ve rahatsız edici eleştiriler olduğunda şüphe yoktu. 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları ise Erdoğan açısından bardağı taşıran son damla olmuştu. Zira ona göre, bu operasyonları yürüten savcı ve polislerin Hizmet hareketiyle irtibatı vardı.

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Bundan sonra Erdoğan bütün konuşmalarında, mitinglerinde ve televizyon programlarında açıktan Hizmet hareketini hedef almaya ve Hizmet gönüllülerine ağır hakaret ve ithamlar yöneltmeye başladı. “Haşhaşi, sülük, bulaşıcı bir virüs, kanserli bir hücre, alçak, hain, mezar soyguncusu, kandan beslenen vampir, ihanet çetesi, kan lobisi, uluslararası çetelerin maşası” gibi sıfatlar bunlardan bazılarıydı. Muhtemelen o, çoktan Hizmet hareketiyle hesaplaşmayı ve onları ortadan kaldırmayı kafasına koymuştu. Ne var ki hâlâ Hizmet gönüllülerinin halk nezdinde ciddi bir itibarı ve saygısı vardı. Erdoğan, her ne kadar yaptığı ağır hakaret ve suçlamalarla bunu bir derece kırmayı başarmış olsa da, hâlen toplumun büyük kesimi onların ahlâklı ve dindar olduklarına inanıyordu. 

İşte burada devreye Diyanet’in girmesi gerekiyordu ve öyle oldu. 15 Temmuz darbe girişiminden yaklaşım iki hafta sonra “Dini İstismar Hareketi FETÖ/PDY” konusunu ele almak üzere Olağanüstü Din İşleri Şura’sı toplandı ve sonrasında üzerinde ittifak ettikleri şura kararlarını yayınladılar. Bunları bir kitap olarak da neşrettiler. Erdoğan, Şura’nın başında yaptığı konuşmasında, “Bundan sonra her anlamda mücadele dönemidir, her anlamda hesap sorma dönemidir.” ifadelerine yer vermiş ve sonrasında, “100 bin gibi bir kadroya sahip olan Diyanet camiamız, artık bu işi üstü örtülü götürmemelidir.” diyerek Diyanet’i de böyle bir mücadele içinde yer almaya, daha doğrusu zaten son yıllarda üstü örtülü sürdürdüğü mücadelesini açıktan sürdürmeye çağırmıştı. 

Erdoğan bir taraftan, “15 Temmuz gecesi minarelerden ezanlar-salâlar okunmamış olsaydı, o manevî hava eksik kalırdı. Onlar okununca işin manevî yönü de ne oldu? Güçlenmiş oldu.” sözleriyle darbe girişimi gecesinde verdiği destekten ötürü Diyanet’e teşekkür ediyor, diğer yandan da onları bu mücadeleyi kararlı bir şekilde sürdürmeye çağırıyordu. 

Başbakan yardımcısı Numan Kurtulmuş’un açılış konuşmasında sarf ettiği şu sözler ise iktidarın Diyanet’ten beklentisini daha açık ortaya koyuyordu: “Siz din camiamızın, Diyanet İşleri Teşkilatımızın ve Türkiye’deki din âlimlerimizin vazifesi de her hâlde bu adamları, İslam tarihinin, İslam fikriyatının tarihinde mahkum etmek ve bunları, İslam’la ilgisi olmayan karanlık bir örgüt olarak, milletin gönlünden, zihninden tamamıyla kazıyıp atmaktır.”

Erdoğan’ın ve Kurtulmuş’un Diyanet’e yapmış olduğu bu çağrı, daha doğrusu emr-i vaki, karşılıksız kalmayacaktı. Diyanet, 15 Temmuz sonrası sahip olduğu bütün kadroları Hizmet hareketiyle mücadeleye yönlendirdi ve elindeki bütün imkânları bu istikamette seferber etti. Diyanet mensuplarının ve Din İşleri Yüksek Şurası üyelerinin yanı sıra birçok ilahiyatçıyı da işin içine dahil ederek Farklı Boyutlarıyla FETÖ/BDY, Gülen Yapılanması, Kendi Dilinden FETÖ, FETÖ/PDY: Dinî ve Psikolojik Boyutları Çalıştayı, FETÖ: Örgütlenmiş Din İstismarının Tahlili, Din İstismarının Arkasına Gizlenen Terör Örgütü gibi başlıklarla Hizmet hareketi aleyhine birçok çalışma yaptı, yaptırdı. Aylık çıkan Diyanet dergisinin bazı sayılarını bu konularla ilgili dosya çalışmalarına ayırdı.

AKP döneminde iktidarın gölge sözcüsü ve gizli ortağı gibi çalışan Diyanetin, Hizmet hareketini ötekileştirme, itibarsızlaştırma ve düşmanlaştırma adına kullandığı en etkili ideolojik silah ise hutbeleriydi. Her hafta yurt içi ve yurtdışındaki camilerde hazırladığı hutbeleri vasıtasıyla yaklaşık 25 milyon insana sesini duyuran Diyanet, bazen üstü örtülü göndermeleriyle, bazen subliminal mesajlarıyla, bazen de açıktan açığa Hizmet hareketini hedef aldı. Birçok hutbesinde cami cemaatini, Hizmet gönüllülerinin, “fitneci, bozguncu, terörist, takıyyeci, vatan haini, din istismarcısı, din bezirganı ve din tahripçisi” olduğuna inandırmaya çalıştı. Algı operasyonlarıyla Hizmet hareketini bir “kült” gibi göstermek istedi. Âyet ve hadisleri kullanarak, cemaatin millî ve dinî duygularını istismar ederek zihinlerde “hizmetfobia” düşüncesini oluşturmaya çalıştı.

Söz konusu çalışmalarda veya hutbelerde dile getirilen itham ve iddiaların ele alınması müstakil çalışmaları gerektirir. Fakat neticede Hizmet hareketi Diyanet tarafından tekfir ve tadlil edildi/ettirildi. Diyanetin söz konusu çalışmalarında Hizmet hareketini tanımlamak için kullandığı isim ve sıfatlar dahi meseleye bakışını anlamaya yetecektir. Bunların bazıları şu şekildedir: “Batınî bir hareket, heretik bir grup, nifak hareketi, sahte bir mehdi hareketi, dinî cemaat taklidi yapan bir Truva atı, dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir terör örgütü, küresel sistemin sinsi bir projesi, karanlık güçlerin maşası, İslam tarihinin yüz karası bir örgüt, fitne ve tefrika odalı bir oluşum, sapkın dinî hareket, ahlak barındırmayan bir sır hareketi, eklektik, faydacı, şiddet ve ihanet yuvası, usulsüz bir oluşum, İslam’ı temsil ettiklerini iddia eden din tacirleri, İslam ümmetinin vahdetini parçalayan bir tefrika hareketi, İslam’ı dönüştürmek ve Müslümanları kontrol etmek amaçlı kökü dışarıda bir küresel proje.” 

Diyanet, şura kararlarında Hizmet hareketinin dinî bir oluşum olarak nitelenemeyeceğini, böyle bir yapının İslamî kabul edilemeyeceğini belirtmiş, daha sonra da farklı vesilelerle bunu tekrarlamıştı. Mesela Diyanet’in hazırladığı 12 Temmuz 2019 tarihli Cuma hutbesinde şu ifadelere yer verilmiştir: “Kendini gizleme, olduğundan farklı görünme, ikiyüzlülük, yalan, tehdit ve şantaj gibi yöntemlerle ayakta kalan FETÖ, asla İslamî bir yapı değildir. Rüyalarla, gizemlerle, sinsi planlarla, sözde ılımlı bir İslam kurgulamaya çalışan FETÖ, bir terör şebekesidir.” 

Diyanet, belki Hizmet gönüllülerini doğrudan tekfir etmiyor, açıkça mürtet ve kafir ilân etmiyordu. Fakat yaptığı tanımlama ve kullandığı vasıflardan çıkan netice bu idi. Hatta Hizmet mensupları, müşrik ve kâfirlerden daha tehlikeli bir konuma yerleştiriliyor ve ülkedeki her kötülüğün kaynağı gibi lanse ediliyordu. Onların fert, aile, toplum, devlet, ümmet ve din açısından nasıl korkunç bir musibet oldukları öne sürülüyordu. Onlar, din mühendisliği yapmakla, dinî kavramların içini boşaltmakla, dinin temel umdelerini tahrif etmekle ve paralel bir dinî yapı kurmakla suçlanıyorlardı.

Günümüzün mevcut siyasi atmosferinden ötürü Diyanet’in bu görüşlerine ve yapmış olduğu çalışmalara açıktan karşı çıkan çok fazla kimse olmadı. Çoğu insan, “FETÖ” damgası yemekten veya iktidarın hışmına uğramaktan korkuyor. Kimse iktidarı karşısına almak istemiyor. İlim adamları, akademisyenler ve aydınlar, Diyanet’in yüzbinlerce mü’mini tekfir veya en azından tadlil etmesi karşısında sessiz kalmayı tercih ediyor. Korku damarı, çıkar ilişkileri, hizip politikası, farklı dünya görüşlerine sahip olma gibi sebepler onları bundan alıkoyuyor. 

Fakat öyle inanıyoruz ki baştan sona iftira ve karalamalarla dolu, insaf ve hakperestliğin zerresi bulunmayan, belli bir garaz ve önyargıyla yapıldığından şüphe edilmeyen, seçmeci ve parçacı yaklaşımlarla ortaya konulan, ilmî ve akademik bakış açısından yoksun, zihnî kurgu ve tahayyüllerin hakikat gibi sunulduğu, tamamıyla okuyucuların algılarını etkilemeye yönelik Diyanet’in bu çalışmaları hakkında çok sayıda reddiyeler yazılacak, araştırmalar yapılacaktır. Zikri geçen çalışmalarda ismi bulunan ilahiyatçı ve akademisyenler de nasıl korkunç bir cürme ortak olduklarını, iktidarın soykırım düzeyindeki zulüm ve zorbalıklarına büyük bir destek verdiklerini er geç fark edeceklerdir.

İnsan, daha düne kadar her yerde alkışlanan, takdirle karşılanan, parmakla gösterilen Hizmet gönüllülerinin hangi mantık ve gerekçeyle bir anda “hain, terörist, münafık, sapkın” ilan edildiklerini anlamakta zorlanıyor. Kur’ân ve Sünnet’e gönülden bağlı bulunan, i’lâ-i kelimetullahı hayatlarının gayesi olarak gören, yaşatmak için yaşama sloganıyla yola çıkan Hizmet gönüllülerinin nasıl olup da dini istismar ve tahrip ettiklerini anlamak mümkün değil! 

En mümeyyiz vasıfları ahlakî mazbutiyetleri ve dindarlıkları olan, farzların ötesinde nafileleri eda etmeye dahi ayrı bir önem veren, Allah’ın rıza ve hoşnutluğunu kazanma dışında başka bir şey düşünmeyen insanların dahi “sapkın”, “münafık”, “hain” olarak damgalandığı bir ülkede, yarın kimlerin başına neler geleceğini hiç kimse kestiremez. Böyle bir ülkede herkes bir gün iktidarın hedefi haline gelebilir ve benzer damgaları yiyebilir. 

İnsan, yaşanan bu hâdiselere baktığında, hak ve adaletten sapan bir iktidarın, kendi vatandaşlarına yapabileceği kötülük ve fenalıklar karşısında ürperiyor. Dinin siyasete âlet edilmesinin, siyasetin hizmetine sunulmasının nasıl vahim neticeler doğurabileceğini daha iyi anlıyor. Hukukun, sağduyunun ve demokratik değerlerin kaybolduğu ülkelerde hiç kimsenin can ve mal güvenliğinin kalmayacağını yaşayarak öğreniyor. İktidarın ve güç zehirlenmesinin, insanları nasıl yoldan çıkarabileceğini, ülkeye nasıl bir kaos ve felaket getirebileceğini bizzat tecrübe ediyor.

İnşallah bundan sonraki yazımızda Diyanetin bu tavrını Kur’an ve Sünnet nasları açısından değerlendirmeye çalışacak, ehl-i kıblenin tekfir edilmesinin İslâm’da yeri olup olmadığını ele alacağız.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin