Tarih tezi

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

19. yüzyıl sonlarına dek Memalik-i Osmanî’de tarih, İslam tarihi olarak okutuldu. Osmanlı hanedanının soyunun geldiği Orta Asya tarihine dair çalışmalar, modernleşmeyle beraber, Avrupa’da ortaya çıkan milliyetçi akımların rüzgârıyla başladı. Osmanlı hanedanı yönettiği tebaanın etnik kökenleriyle hiç ilgilenmedi. Üç unsur kimliksel bağlamda esas alındı: fetih, sadakat ve din. 

Fetih, başkalarına ait toprakların ele geçirilmesi için gereken dinsel meşruiyeti sağlıyor. İslami doktrine göre gayrimüslimlerin devletlerine savaş ilan etmek ve topraklarını ele geçirmek tüm Müslüman devletlerce uygulanmış bir pratik. İslam’ın doğuşundan Osmanlı Devleti’nin 1299’da Söğüt’te kurulmasına dek, tüm İslam pratiği fetih politikalarını sürdürdü. 

Sadakat ise daha evrensel bir kavram olarak, tüm monarşilerde var olan bir unsur. Etnik ya da dinsel kökenine bakmadan önce, hanedan otoritesine karşı tebaanın vergi vermesi, asker olması, devletin koyduğu yasalara uygun hareket etmesi gibi, tüm kültürlerde görülen pratikler, sadakat kavramı altında toplanabilir. Devlete sadık olmamak en ağır şekilde cezalandırılırdı. 

Din ise, özellikle İslam’daki bazı konseptlerle birlikte ele alınması gereken bir unsur. İslam’daki dar-ül İslam ve dar-ül harp gibi kategoriler yanı sıra, dar-ül İslam’da yaşayan gayrimüslimlerin durumu (statüsü) de önem arz ediyor. İslam devletlerinde – Osmanlı İmparatorluğu gibi – dini aidiyet, tebaanın vereceği vergi oranını ve miktarını, hangi mesleklerde kimlerin çalışabileceğini, farklı dinlerin nasıl uygulanacağını, örneğin ibadethane yapımı veya tamirinin nasıl düzenlendiğini, askere alınma gibi devlet işlerinde başta gelen pratikleri belirleyen bir olgu. Bu nedenle çok ama çok önemli!

Osmanlı tarih anlatısında fetih (cihat, akınlar, fütuhatla elde edilen toprak kazanımları vs.), sadakat (isyanlar, ayrılıkçı hareketler, sosyopolitik çalkantılar, vs.) ve din (özellikle bir meşrulaştırma aracı olarak) ana merkezde yer aldı. Osmanlı tarihi yazılırken, bu unsurlardan hareket edildi. Bu nedenle toprak genişletmek (fetih), fethedilen topraklardaki insanların yeni politik otoriteyi kabullenmelerini olmalarını sağlamak (sadakat) ve toplumu dini esaslara göre organize etmek (dini yaymak, dine göre tebaayı tasnif etmek, vergileri ve sosyal statüleri dini esaslara göre organize etmek vs.) Osmanlı tarihçilerinin ilgilendiği hususlar oldu. Bu hususlar arasında Türk kimliğine veya Orta Asya aidiyetine bir atıf yoktur. Bu durum Türk klanlarının Anadolu’da politik kontrolü elde etmeye başladıkları on birinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıl başlarına dek değişmedi. Örneğin Osmanlı’lar Orta Asya’daki Türkî kavimlerle özel ilişkiler kurmadı – onlarla iletişimlerinde evrensel İslami halifelik statüsünü esas aldı. Osmanlı sultanları Orta Asya’daki ırkdaşlarına herhangi bir Müslüman lidere yaptıkları muameleden daha farklı bir diplomasi takip etmedi. Profesör Mehmet Saray – kendisi bir Türkçü olmasına karşın – bu gerçeği nesnelce teslim eder eserlerinde. Aynı şekilde Osmanlı devleti Türkçe konuşan Ortodoks Anadolulu grupları herhangi bir Hristiyan grup gibi vergiye tabi tuttu. Onların Türkçe konuşuyor olması veya olmaması Osmanlı hanedanı ve devleti için hiçbir anlam ifade etmiyordu.

Bu durum, dini esaslara göre kavranan Osmanlı millet sisteminin temelidir. Bu bağlamda Yahudiler ve Hristiyanlar, kitap ehli olarak, İbrahimi dinlerin mensuplarına uygulanan haklardan yararlanmıştır. Büyük oranda Anadolu Hıristiyanları on birinci yüzyıl ile yirminci yüzyıl arası dönemde Osmanlı’nın uyguladığı dini sosyopolitik uygulamaların etkisiyle giderek İslamlaştı. Bu bir nevi havuç-sopa taktiğiydi. Müslümanlığı kabul edenler daha uygun vergi düzenlemeleri, siyasi ve sosyal haklar, tebaa (vatandaşlık) güvencelerinden yararlanıyordu. Diğer yandan, gayrimüslimlerin uygulanan devşirme, kölelik, mala veya mülke el koyma, dini kısıtlamalar vs. pratikler, yıldırıcıydı. Bu havuç ve sopa stratejisi sonucunda Memalik-i Osmanî’de Müslümanlaştırma fiilen çok başarılı oldu. Dil değiştirmek din değiştirmeden çok daha hızlı ilerleyen bir süreçti.  Ticari hayatta (gündelik yaşam da diyebilirsiniz buna) kullanılan hâkim dil, hâkim etnik unsurun dilidir. Ve bu dil sarayda konuşulan dilin toplumda yaygın hale gelmesiyle sonuçlanır. Bunu şiveler arası da test edebilirsiniz: İstanbul Türkçesi denen şive, diğer Oğuzca şiveleri etkisi altına almış, sonuçta tüm Osmanlı’da hâkim şive olmuştur.  Anadolu’daki yerliler (Roma bakiyesi olan Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Lazlar, Kürtler vs.) Türkçeyi öğrendiler. Tıpkı Roma hâkimiyetinde Anadolu yerlilerinin Grekçe ve Latince öğrenmeleri gibi, ön birinci yüzyıl sonrasında Türk hanedanlarının politik kontrolü altında Türkçe hayata girdi. Din değişikliği olup Müslümanlığa geçen yerliler, kısa zamanda kendi etno-kültürel geleneklerini İslami gelenek, örf ve kaidelerle değiştirdiler. Bu durumun yakın tarihteki en somut örneği, Karadeniz Pontus Rumlarının Müslüman olduktan sonra Türkleşmesidir. 

Unutmayın, bu noktada halen kabul edilen tarih tezi (19. asır sonuna dek) İslami aidiyet üzerine inşa edilmiş olandır. Bu durum, yukarıda işaret ettiğim üzere, modern zamanlarla beraber değişime girdi. Dokuz yüz yıl boyunca giderek artan ivmede kabul gören toplumsal hiyerarşiler, kurallar, yasalar, devlet mimarisi ve hepsinden önce de kültürel-etnik dengeler, yirminci yüzyıla girerken bozuldu. Osmanlı toplumu allak bullak oldu. Westfalya Barışı (1648) ve Fransız Devrimi (1789) sonrasında Avrupa’da başlayan teritoryal devlet ve teritoryal ulus devlet, çok uluslu imparatorlukların birleştirici olma durumunu sona erdirdi. Etnisiteler, milli uyanış yaşadı. Osmanlı devletinde bu etki batı vilayetlerinde iki sebepten dolayı daha erken başladı: değişikliklerin doğduğu bölgelere olan coğrafi yakınlık ve dini olarak değişikliklerin ortaya çıktığı toplumlara olan kültürel yakınlık. Böylece Balkanlar Osmanlı’dan koptu. Çünkü coğrafi üst kimliğe dayalı millet (Amerikalılık gibi) önerisi olan Osmanlılık tutmadı.

Osmanlı aydınları bu olanları gözlemlerken, kadim İslami tarih anlayışının artık eskidiğini ve çok uluslu Osmanlı devletini bir arada tutacak tutkal görevini yapamadığını gördü. Osmanlı üst kimliği tutmadığından, ona alternatif olarak 1) İslamcılık ve 2) Türkçülük perspektiflerinden çözüm arayışına girişildi. Yusuf Akçura Üç Tarz-i Siyaset makalesinde Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük anlayışlarını ele alır ve Türkçülük dışında bir şık olmadığın sonucuna varır. Akçura tek değildi. Çoğu kendisi gibi Osmanlı toprakları dışında doğmuş Türkî (çoğu Kıpçak kökenli) aydın, İstanbul’da kültür hayatı üzerinde etki oldular ve Türkçülük ideolojisini Memalik-i Osmanî’de yaydılar. İttihatçılar, Önceleri Osmanlıcı-liberal fikirlere eğilim göstermiş de olsalar, ilerleyen zamanlarda “Realpolitik” ağır bastı. Ve Pantürkizm mefkûresi, “İmparatorluğu kurtarma” fikirlerinin merkezine yerleşti. İttihatçılar neden İslamcılığı seçmedi? Çünkü tarihsel deneyim, İslamcılığın Arapların ve Arnavutların Osmanlı’ya sadakatini sağlamadı. İslami ümmet (umma) aidiyeti birleştirici tutkal olma özelliğini çoktan yitirmişti. Böylece İttihatçılar Arnavutlar ve Araplar gibi Müslüman Osmanlı tebaasını da Türkleştirmek stratejisine eğilim gösterdi. Bu bir hataydı ve sadece Arnavutların ve Arapların Osmanlı’dan kopuşunu hızlandırdı. 

İttihatçı yöneticiler için esas sorun, Anadolu’da ve Rumeli’de Türklerin halen homojen bir çoğunlukta olmamalarıydı. Hatta bazı bölgelerde Hıristiyanlar Müslüman Türklere oranla daha fazlaydılar. Rumeli’deki ulus devletlerin kuruluşundan sonra oradan Osmanlı’nın kalan bölgelerine (Anadolu başta olmak üzere) yaşanan göç, İttihatçıların gözünü karartmıştı. Aynı durumun tekrar etmesini istemiyorlardı. Özellikle doğu Anadolu’da Ermeniler ve kuzey ve batı Anadolu’da Rumlar Osmanlı toprak bütünlüğü bakımından tehlike oluşturuyordu. 

Ermeni zorunlu göçü ve bunun soykırımla sonuçlanması, işte bu algının eseri. Tarih tezinin İslami’den nasyonaliste geçişiyle beraber, Osmanlı topraklarında oluşmuş bulunan sosyal hiyerarşi sekteye uğradı. Kendi alt statülerini kabullenen gayrı Müslim profilden, kendi ulus devletini talep eden profile geçişle beraber, şiddetli ve ekstremist bir Türk nasyonalizmi doğdu. “Millet-i sadıka durup dururken neden bize isyan etti, rahat mı battı!” türü tarih okuması, bu yukarıda anlattığım bağlamda neden anlamını yitiriyor, görebiliyor musunuz?

Ermenilerin ne yaptığı veya ne yapmadığı üzerinden okunamaz soykırım. Bir dönemin ve anlayışın sona ermesi ve yeni kimliklerin ve anlayışların ortaya çıkması sürecinde yaşanan çalkantılar, büyük bir insanlık suçuna neden oldu. On birinci asırdan itibaren Anadolu’da politik gücü ele geçirmiş bulunan bir etnisite, 1789 sonrası “aktive edilen” etno-nasyonalizmle, Anadolu yerlisi olan bir başka kavmi soykırıma tabi tuttu ve onları Anadolu haritasından sildi. Dokuz yüz yıla yakın bir süre devlet normlarını belirleyici olarak etkileyen İslami millet sistemi çökünce, geriye kurallandırılmamış vahşi ve içgüdüsel milliyetçilik kaldı. Ermeniler, devleti kontrol etmiyordu. Ermeni çeteleri veya bağımsızlık talepleri, hatta Ermeni çetecilerin yaptığı katil eylemleri, Osmanlı’nın uyguladığı ve soykırımla sonuçlanan zorunlu göç uygulamasını haklı çıkartamaz, meşru ve mazur gösteremez. 

Aynı şekilde, son yüz yıldır Kürtlere karşı uygulanan Türkleştirme politikaları da bugünkü modern soykırım literatürüne göre soykırım girişimidir. Çünkü modern soykırım literatürüne göre soykırım sadece bir halkı sistematik ve topluca katletmekle sınırlı değildir. Bir haklın dilini ve kültürünü yok etmek veya yok edecek politikalar uygulamak da soykırımdır. Geriye dönük olarak, Ermenilerin zorunlu göçe tabi tutularak kitleler halinde ata yurtları Anadolu dışına sürülmeleri politikası, tek bir Ermeni’nin burnu bile kanamamış olsa yine de soykırım olurdu. Tabi Osmanlı belgelerine göre bir milyondan fazla Osmanlı Ermeni’sinin sürülmesi ve yollarda büyük bir çoğunluğunun öldürülmesi, zaten çifte soykırımdır. Hem göç ettirmek soykırım girişimidir, hem de korkunç rakamlarda Ermeni’nin öldürülmesi soykırımdır. 

Diğer irili ufaklı soykırım girişimleri de oldu. En büyüğüne Kürtler son 100 yıldır maruz kalıyor. Kürtlerin asimile edilerek dillerinin unutturulması da soykırımdır. Etnik mühendislik girişimlerinin tümü soykırımcı politikalardır. Kürt yerleşim birimlerinin boşaltılması uygulamaları, erken cumhuriyet döneminde yaşanan Şeyh Sait ve Dersim olaylarından bu yana, Türk devleti tarafından uygulanıyor. Aynı ceberut devlet, 1920’lerde mübadele yaparak da Osmanlı’dan İttihatçı etnik mühendislik politikalarını devraldığını gösterdi. Kurtuluş Savaşı sonrasında İzmir’de bugünkü Fuar meydanında bulunan Rum mahallelerinin Türkler tarafından kundaklandığını, bu olaya bizzat tanık olmuş Girit göçmeni anneannemden dinledim. Gözleri yaşlı, “evlerini onlar yakmadı oğlum, bizimkiler yaktı!” demişti. Sonrasında bunu başka kaynaklarda da gördüm. Bunun dışında 6-7 Eylül olayları ve Varlık Vergisi de bu ırkçı-etnik milliyetçiliğin tezahürleridir. Her biri ufak çaplı yarım kalmış soykırım bitirme operasyonlarıdır. 

En kötüsü bunların olması değil. En kötüsü, bunları hala haklı çıkartmaya çalışan nesillerin varlığıdır. Oysa benzeri olaylar Afrika’da, Amerika’da, Mağrip’te, Kanada’da veya Avustralya’da da yaşandı. Ancak bugün Afrika’da yaşananlar için Avrupalı kolonyal devletler kendi tarihlerinde bununla hesaplaşıyor. Amerika’da yerli halkların uğradığı soykırımlar tarih kitaplarında anlatılıyor, devlet bu insanlardan özür diledi ve zararlarını en azından ekonomikman kompanse etti. Fransa Cezayir’de olanlar için resmi olarak özür diledi. Kanada yatılı okullarda yerli halkların çocuklarının ailelerinden kopartılarak İngilizce ve Avrupa kültürünün dayatılmasından dolayı özür diledi, bu yanlışı okul kitaplarında yeni nesillere anlatıyor. Almanlar Hitler döneminde 6 milyon Yahudi’nin toplama kamplarında soykırıma tabi tutulmasından dolayı (Holokost) özür diledi. Bu olay bugünkü Alman devletinin anayasasının temelini oluşturuyor ve bu olayın tekrar edilmemesi, Alman devletinin birincil hedefidir. 

Oysa Türkiye’de yukarıda ele aldığım tüm soykırımlar ve soykırımcı politikalar, resmi Türk tarih tezince meşrulaştırılmaya çalışılıyor. İhanet eden Ermenilerden, denize dökülen Yunanlılardan bahseden tarih kitapları, genç nesilleri zehirlemeye devam ediyor. İstiklal marşında bile “kahraman ırk” ibaresi geçiyor! Andımızda yedi yaşındaki çocuklara kendi öz varlıklarını milletlerine armağan etmelerine dair her sabah yemin ettiriliyor! Kimse kendisini aldatmasın. Bunların değişmesi gerekiyor. Devletin faşizan ve ırkçı söylemlerinin resmi tarih tezlerinden ayıklanması lazımdır. Ermeni soykırımını kabul etmek, bundan dolayı bir özür ve telafi kültürü filizlendirmek, insani değerleri ulusal değerlerin üzerinde addeden bir devlet kurmak, insan haklarını ve azınlık haklarını özümsemek kaçınılmazdır. Bunlar yapılmadan uygarlaşılmayacak. Bunlar yapılmadan insanlar huzur bulmayacak. Tüm bunların başlangıcı ve sonu tarih tezidir. O insanlara kim olduklarını öğretir. Yeni insanı inşa eder. Yeni ülkeyi ancak bu yeni insan inşa edebilir. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. Ozaman Almanlarin Türklere yaptigida soykirim, asimilasyon degil. Anadoludaki hiristiyanlarin haklariyla, batida müslümanlarin haklari karsilastirilamaz. Bizde Almayada 10 milyon, avrupada 60 milyon ayri müslüman devleti istiyoruz. Gelecek 20 yilda bu sayi 100 milyonu gececek.

  2. Sorular:
    1-Israil devleti neden Almanyada kurulmadi?
    2- Son 20-30 yilda ABD ve ortaklarinin müslümanlara yaptigi soykirimi anlatin. Enaz 10-15 milyon ölüm, göc ….
    3- Fransizlarin Afrikada yaptigi Soykirimlarida anlatin
    4- 11 Eylül yalanlarini anlatin

    soru cok ….

    • Hepiniz ademin cocuklarısınız adem ise topraktandır. (veda hutbesi) artık bu turk kurt mevzuları gundem olmasa yuksek ahlakı konusur olsak cok ıyı olur dostum, hele hele muslumanlar arasında cok sirin olmuyor hangi milletdensin mevzu. zaten bu millet mevzu kulturel bir tanım.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin