ABD artık diktatörlere diktatör demeyecek [Analiz: Kemal Ay]

Malumu ilân etme görevi, dış politika meselelerinde Trump’ın damadı Jared Kushner’in gölgesinde kalan Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’a verildi. Petrol devi EXXON’un eski CEO’su Tillerson, önceki gün dış politikadaki ‘insan hakları’ baskısının ABD’nin çıkarlarına zarar verdiğini açıkladı. Bundan böyle ABD, diğer ülkelerle işbirliği kurarken insan hakları karnesine bakmayacak. Zaten ABD Dışişleri Bakanlığı’nın her yıl hazırladığı ‘İnsan Hakları Raporu’nun bu yıl ilk kez dışişleri bakanının basın toplantısıyla değil gazetecilere giden bir e-posta ile duyurulması, işareti vermişti.

Geçen gün CNN International’ın yaptığı bir haber sosyal medyada hayli ilgi çekti. Başlığı “Trump’ın Diktatör Yorumları” olan haberde 5 fotoğraf vardı: Kuzey Kore Lideri Kim Jong-un, Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Mısır Devlet Başkanı El-Sisi, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Filipinler Devlet Başkanı Rodrigo Duterte. Donald Trump, bu isimlerin hepsiyle ilgili ABD teamüllerinde pek olmayan şekilde ‘olumlu’ ifadeler sarf etmişti.

Siyaset bilimci Ian Bremmer, Rex Tillerson’ın sözlerinin üzerine, Twitter adresinden ‘Pax Americana gitti, G Sıfır geldi’ yazdı. ‘G Sıfır’ (G Zero), Ian Bremmer’ın icadı bir kavram. Bu konuda bir kitabı da var. Bremmer’a göre ABD’nin dünya siyasetindeki ağırlığı gün geçtikçe azalıyor. Tek kutuplu, tek süpergüçlü dünya düzeninin sonuna geliyoruz. Üstelik ‘dünyanın jandarması’ rolünü üstlenmek hayli pahalı olduğu için kimse de ABD’nin boşluğunu doldurmak istemeyecek. En fazla bölgesel çıkarların peşine düşülecek. Bu da, uzun vadede daha istikrarsız bir dünya demek.

İKİLİ İLİŞKİLERDE ÇİN MODELİ

11 Eylül 2001’deki El Kaide terör saldırılarından hemen sonra ABD dış politikası çoğu Müslüman nüfuslu ülkelere yapılan yardımları arttırmıştı. Politika yapıcılar, bir çeşit ‘ulusal güvenlik meselesi’ olarak görüyordu. Donald Trump ve ekibi ise tam tersini düşünüyor. Yeni başkanlık bütçesinde en çok kesinti yiyen kalemlerin başında ABD’nin dış yardımları geliyor.

Afrika ülkeleriyle ilişkiler konusunda ABD ve Çin iki farklı yaklaşımı temsil ediyor. Amerikalılar ‘liberal demokratik değerler’ konusunda ısrarcı oluyor, bunun uygulanması için maddi yardımlarda bulunuyor. Çin ise birçoğu koltuğundan pek kalkmak istemeyen liderlerle anlaşarak bu ülkelerde altyapı yatırımları yaparak ülkenin kaynaklarına doğrudan ortak oluyor. Bu pencereden bakınca Tillerson haklı. Çin’in insan hakları, demokrasi, ifade özgürlüğü gibi ‘dertleri’ olmadığı için Asya-Pasifik’te ve Afrika’da ABD’den daha etkin pozisyonları alabilir hâle geldi. Her ne pahasına olursa olsun ‘güçlünün yanında olmak’, dış politikada tavizler koparmanın en ‘verimli’ yöntemi.

OBAMA DÖNEMİNİN ETKİLERİ

Peki, ABD de Çin gibi davranmaya başlarsa ne olur? Muhtemelen ABD bürokrasisindeki bazı karar mekanizmaları uzun zamandır, Trump-Tillerson ikilisinin düşündüğünü düşünüyordu. ‘Değerler’ odaklı dış politika önceki başkan Obama’nın elini zayıflatmış, ABD’nin uluslararası süpergüç imajını yerle bir etmişti. 2000-2008’deki Bush doktrininin getirdiği kaosun ardından, Obama’nın 2008’deki ‘ABD askeri geri dönmeli’ çıkışı popüler bir fikirdi. Ancak Suriye iç savaşında Rusya karşısındaki ‘aciz görüntü’ ABD siyaseti için kullanılabilir bir argümandı.

Obama, ABD’nin savaş ihraç eden bir ülke olarak anılmasının önüne geçmek, Ortadoğu’da ve diğer ‘etki alanlarında’ daha ziyade ‘değerler’ siyasetiyle anılmak istiyordu. Ancak Arap Baharı’nda tuzağa düştü. Libya müdahalesi, Obama doktrininin kendini yalanladığı andı. Suriye iç savaşının her aşamasında, muhalifler ve uluslararası destekçileri şu soruyu sordu: “Neden Libya’ya müdahale edildi de, Suriye’ye edilmedi?” Aslında cevabı basitti: Libya’da Rusya, İran ve Çin gibi aktörlerin karşı dayatması yoktu. Ama yine de ABD’den daha ‘etkili’ bir dış politika bekliyordu herkes. Brookings gibi ‘liberal’ bir düşünce kuruluşunda çalışan Shadi Hamid bile, dünya barışının yolunun ABD’nin askerî operasyonlarından geçtiğini yazacaktı.

EKONOMİ MERKEZLİ DIŞ POLİTİKA

Eğer ABD, Rusya ve Çin aynı tarz-ı siyaset ile uluslararası meselelere yaklaşacaksa bundan sonra neler olabilir? Evvela ‘liberal demokratik değerlerden’ vazgeçmek, aynı zamanda liberal ekonomi politikasından vazgeçmek anlamına gelmiyor. Ancak zaten Rusya ve Çin de ‘devlet destekli liberal ekonomi’ modelini benimsemiş ülkeler uzun zamandır. Bu sebeple, bu üç etkili ülkenin tamamen ekonomi odaklı bir uluslararası sistem inşa edeceği beklentisi gerçekçi. Birbirlerinin ticarî çıkarlarını doğrudan tehdit etmedikleri sürece, ufukta ciddi bir çatışma da görülmüyor üstelik. Ancak kimse de çatışmasızlığı garanti edemiyor ve zaten bu yüzden yeni döneme G Sıfır adı veriliyor.

Bu arada, bu üç nüfuzlu aktörün üzerinde anlaştığı en önemli mesele, radikal İslamcı terörle mücadele. Üstelik bu kez nüanslara pek dikkat edilmeyecek. Bush Doktrini, sahada silahlı terör gruplarıyla çatışırken, Müslüman nüfusun yaşadığı ülkelerde siyasetteki ‘ılımlı İslamcı’ gruplarının (Mısır’da İhvan, Türkiye’de AKP) desteklenmesine dayanıyordu. ‘Türkiye modeli’ propagandasının bir sebebi de buydu. Ancak bu politikanın bir işe yaramadığı, radikal İslamcı terörün Suriye’de olduğu gibi ılımlı İslamcı gruplar tarafından da desteklendiği görülünce, nüanslar rafa kaldırıldı.

OdaTV’den Barış Terkoğlu’nun önceki gün Twitter’da tespit ettiği gibi: “Tarihte tesadüf yok: Aynı anda ABD İhvan’ı terörist ilan etmeyi, Hamas İhvan köklerinden kopmayı, AKP İslamcılardan kurtulmayı tartışıyor.” (Hamas’la El Fetih arasındaki son görüşmenin Moskova’da gerçekleştiğini de hatırlatalım.)

DİKTATÖRLER HEMEN SEVİNMESİN

Bu gelişmeler, ABD’nin yeni dış politikasından ‘insan hakları’ kartıyla sürekli sıkıştırılan diktatörlerin en büyük faydayı göreceğini düşünenleri yalanlıyor. Zira madem dış politikada ‘güç merkezli’ ve tamamen ekonomik çıkarlara dayalı bir yöntemi benimsiyorsunuz, o hâlde ‘stratejik ortaklık’ gibi konumlar elde edemezsiniz. ABD’nin yeni dış politikasının daha müdahaleci olacağı ve çıkarları için askerî araçları kullanmaktan çekinmeyeceği de ayrıca aklınızda bulunmalı…

Son olarak, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden imar etmek üzere 13 milyar Dolar (bugünün parasıyla yaklaşık 130 milyar Dolar) yardımda bulunduğu Avrupa ise, şimdilerde ‘liberal demokratik değerlerin’ tek hâmisi olarak görülüyor. Eğer Fransa’da Emmanuel Macron, Almanya’da da Merkel ya da Schulz seçilirse, Avrupa bu konumunu sürdürebilir. Ancak ABD’nin askerî desteği olmadan ne ölçüde ‘nüfuzlu bir aktör’ olabilir, orası ayrı tartışma konusu.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin