‘Zeytin Dalı’ tankın ağırlığını çeker mi?

Bir askeri operasyonun anatomisi

ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Adına “Zeytin Dalı” verilen askeri harekâtın fikri arka planında, zeytin dalının uluslararası anlamı olan barış olup olmadığı tartışmasına girmeye bile gerek olmadığını düşünerek, bu analizde tümüyle uluslararası ilişkilerde yerleşmiş hukuk kuralları ve teamüller ışığında incelemek istiyorum konuyu. Gerek yok diyorum, zira Türkiye’yi yöneten kadronun ve yerleştirdikleri rejimlerinin en başından beri komşu Suriye’de barışla falan yakından uzaktan bir ilgisi olmadı. 2011 yılının ilkbaharında başlayan Suriye gösterilerinden bu güne dek işbaşında olan kadro, Ortadoğu’yu mezhepçi ve neo-Osmanlıcı – hayalci ve iç siyaset odaklı – gözlüklerle okuyarak, Sünni olmayan Esad’ın iktidardan düşürülmesine ve yerine İslamcı (dolayısıyla da Sünni) bir yönetimin getirilmesine yönelik bir politika izledi. O da olmadı, B planı olarak Suriye’nin fiilen bölünerek, Nusayri Esad denetiminde olmayan bir fiili Sünni bölgenin oluşturulmasına yönelik tutum içinde oldu. Yani barışı (rejim ve muhalefet arasındaki çatışma ortamının iç savaşa evrilişini) değil, çatışmayı destekleyen ve besleyen bir “komşu” olarak hareket etti.

Elbette bu tür bir politika risklerle doluydu. En başta, Suriye’nin fiilen merkezi hükümet otoritesinin olmadığı bir bölgeye dönüşmesi geliyordu riskler arasında. İkincisi, her ne kadar Türkiye İslamcı Sünni grupları Nusayri merkezi hükümet ve Kürtler karşısında desteklese de, İslamcı gruplar kendi aralarında ciddi farklılıklara sahiptiler. Ortak yönleri İslamcılık da olsa, radikalizm derecesi ve ideolojileri bakımından farklılardı. Tabi aralarında güç mücadelesinden ileri gelen mücadeleyi de buna eklemek lazım. Yani Suriye, son derece karmaşık bir iç savaş ortamına savruldu ve bu iç savaşın ateşi altında kasıp kavrulan ülke, Türkiye’ye dört milyona yakın mülteci ve sayısız güvenlik risklerini hediye etti. Her iki sorun da başlı başına majör problemlerdir ve bunların ekonomik bedeli inanılmaz rakamlara ulaşmıştır. Ancak yasa dışı göç sorunundan çok daha büyük zararı, güvenlik riskleri kalemi vermektedir Türkiye’ye. İŞİD terörü başta olmak üzere, Türkiye’nin cihatçı militan güzergâhı haline gelmesi, kendi sosyolojik yapısında da bu tür radikal ideolojilerin yaygınlaşması, yasa dışı ticaretten insan kaçakçılığına, Türkiye metropollerinde patlayan sosyal sorunlardan fiilen yapılan terör saldırılarına kadar pek çok başlık sayılabilir, bu güvenlik ana başlığı altında.

TÜRKİYE’NİN SURİYE İÇ SAVAŞINA ETKİSİ

Suriye’de rejim değişikliğine soyunan Türkiye karar alıcıları, elbette Suriye’nin fiilen bölünmesine de, bu ülkede yabancı güçlerin etkin şekilde yerleşmesine de neden oldu. İkincisinden başlarsak, herkesin malumu olan Rusya ve ABD’nin gerek istihbari, gerek askeri, gerekse de siyasi bakımlardan Suriye’ye uzun süreliğine yerleşmesi ve belirleyici hale gelmeleri söz konusudur. Dahası, Suudi Arabistan ve diğer körfez ülkeleri gibi, İran’ın da Suriye’de kendi ajandasının peşinde cirit atmaya başlaması da bundandır. Bu dış güçlerin aktivite sahası haline gelen Suriye, Türkiye bakımından çözülmesi çok daha zor bir denklem haline gelmiştir. Dahası, güç kazanacağım ve daha belirleyici olacağım beklentisiyle hareket eden Ankara, kendisini bir anda küçük oyuncu olarak buluvermiş, etkinliği artacağına adeta sıfırlanmıştır.

Fiilen bölünme meselesine gelirsek, yine bu çoklu güç denkleminin içine bölgesel fiili yönetimler meselesi de eklenmiş, Suriye’deki karmaşıklık ve kargaşa, içinden büsbütün çıkılmaz bir hal almıştır. Suriye ile – benzer sorunların altında ezilen – Irak arasında bir tür merkezi devlet otoritelerinden bağımsız “gri bölge” oluşmuş, bu sahada İslam Devleti adı altında ortaya çıkan tehlikeli, radikal, yıkıcı ve barbar bir terör odağı, Suriye ve Irak’ta önemli genişlikte bir sahayı kendi “siyasi kontrolü” altına almıştır. Bunların yanında, ideolojik olarak bunlardan çok da farklı olmamasına karşın, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) altında bir koalisyon, Türkiye-Akdeniz hattı başta, bazı bölgelerde etkin olmuş, denetim kurmuştur. Bunlara baştan beri silah, mühimmat, lojistik yardım, sağlık hizmeti, istihbari bilgi paylaşımı gibi destekler sunan Türkiye rejimi, Batılı devletlerin örneğin El Nusra türü El Kaide yapısının bir kolu olan terörist ve cihatçı gruplara karşı sürekli uyarılarına karşın, bu politikasından vazgeçmemiştir. Irak sınırından başlayarak, Türkiye-Suriye sınır hattı boyunca, bu bölgede bir Kürt kuşağı meydana gelmiş, seküler ve Batı yanlısı bir profil çizen Suriye Kürtleri, başta ABD olmak üzere tüm Batı ülkelerinden sempati yanında destek bulmuştur. Başlangıçta Ankara da bu Suriye Kürtlerine (tıpkı ÖSO gibi) destek vermiş, liderleri Salih Müslim resmi olarak Ankara’ya gelmiş, hatta gazetelerde sütunlarca röportajları yayınlanmıştır. Çok iyi Türkçe bilen Müslim ile Türk yetkililer gayet sıkı fıkı bir işbirliğini saklamaya gerek duymadan ilerletmişlerdir. Hatta Kobani’deki IŞİD’le olan mücadelede Irak Kürdistan Bölgesi’nden Kobane’ye gönderilen Peşmerge güçleri (yani Irak Kürdistan’ı askerleri) Türk toprakları üzerinden Suriye’ye geçirilmiştir.

Tüm bunlar, hâlihazırdaki siyasi kadronun bilgi, onay ve desteği ile olmuştur. Bunların yanında Rusya ve İran, merkezi Suriye hükümetine (BM tarafından kabul edilen meşru hükümete) destek vermişler, vermeye de devam etmektedirler. Bu ülkelerle ilişkilerde Suriye mevzusunda bir türlü dikiş tutturamayan Erdoğan rejimidir. Rusya ve İran, Suriye meselesinin başlamasından beri, altı çizildiği üzere, daima Esad yönetimini, yani merkezi Suriye rejimini destekleye geldiler. Ankara’nın ise ne beklediği, ne istikamette düşündüğü ve hareket ettiği cidden muazzam bir bilmecedir. Bu konuda bir makale yazmak dahi başlı başına akademik bir maceracılık olacaktır. Bu nedenle konuyu daraltarak incelemek daha mantıklı.

ALGI OPERASYONU BAŞARILI PEKİ YA ULUSLARARASI HUKUK?

Rejim yönetimi, bir süredir askeri yöntemler kullanacağı konusunda açıklamalar yapmaktaydı, YPG kontrolündeki Afrin konusunda. Erdoğan’ın açıklamaları, derin yapının ve Perinçek’in Erdoğan’a koşulsuz desteği, konunun çakma 2. Kurtuluş Savaşı’na dâhil edilmesi, Camilerde Fetih suresinin okunması, tekbirler ve mehter marşları eşliğinde, “Yeni Milliyetçi Cephe” bloğunun – Bahçeli ve saz arkadaşları yanında “sol” nasyonalist CHP’nin de koroya bir şekilde dâhil edilmesiyle, içeride yapılan “Zeytin Dalı” askerî harekâtı algı operasyonu “başarıyla” tamamlandı. Türk topçusunun sınır ötesi Kürt bölgesini dövmesiyle, askeri safhaya geçildi. Ardından, Erdoğan’ın “bir gece ansızın gelebiliriz” tehdidini doğrulayan hava saldırısı başladı. Havuz medyasındaki askeri uzmanlarca dünyanın en başarılı hava saldırısı olarak ilan edilen ve bu celalle Türk kamuoyunca satın alınan bu hamlenin arkasından, hafta sonu tankların sınır ötesine (yani Suriye’ye, bir başka egemen devletin toprağına) hareket ettiği haberlerine uyandık. Türkiye’de kimse ilgilenmese de, yine ben sorayım, her zaman olduğu gibi, en azından tarihe not düşmek babında: Bu askeri harekât, ne kadar uluslararası hukuka ve teamüllere uygun? Yanıt arayalım.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna dek, başka devletlerin toprağında silahlı müdahale yapmak, ya da başka ülkeler ile olan ihtilafları askeri güç kullanımı ile çözmek uluslararası hukuka göre olağan kabul edilmekteydi. Oysa bu durum, Milletler Cemiyeti ile beraber değişti. Bu tür güç kullanımı yasaklandı. Alman General Clausewitz’in “siyasetin devamı” olarak nitelediği askeri tedbirler-zorlamalar ile durum değişikliği yapma hali, gayrı meşru oldu. 1928 Briand-Kellogg Paktı (Paris Antlaşması) da bu durumu onaylayarak, askeri güç kullanımını hukuk dışı hale getirdi. 1945 Birleşmiş Milletler Şartı da bu uluslararası hukuk kuralını güçlendirerek kayıt altına aldı. BM Şartı’nın detaylandırdığı bu hukuk normunun yegâne istisnaları, bireysel ve kolektif savunma, yani başka bir saldırgan devlete karşı kendini korumaya yönelik askeri güç kullanımıdır. Erdoğan rejimi, bu Zeytin Dalı denen askeri harekâtı, belli ki jus ad bellum olarak (adil savaş) göstermeye çalışmakta, Birleşmiş Milletler Şartı madde 2(4) askeri güç kullanımı yasaklasa da, BM Güvenlik Konseyi kararı varsa, bölgesel bir yetkilendirme (uluslararası antlaşma vs.) bu hakkı doğuruyorsa, insani bir müdahale gerekliliği varsa (mesela bir soykırım vs.) ya da kendini koruma amaçlı olarak müdahalede bulunulabilir. Elbette bu operasyonda bir Güvenlik Konseyi kararı, bölgesel bir yetkilendirme veya insani nedenlerle yapılan bir müdahale değildir söz konusu olan. Yegâne dayanak kendini savunma gerekliliğidir.

Kendini savunma gerekliliği ise Zeytin Dalı operasyonunda oldukça çürük bir tezdir. İlk olarak vurgulanması gereken, eğer ortada bir tehdit varsa bugün Suriye Kürtleri kaynaklı, bunun sorumlusu 2011’den beri Ankara’nın izlediği (yukarıda eleştirilmiş olan, tutarsızlıklarla dolu) Suriye politikasıdır. İkinci argüman, aynı ilkenin diğer Suriye gruplarına uygulanmamasıdır. Örneğin IŞİD gibi, örneğin Nusra sempatizanları gibi grupların kontrolünde olan bölgelere bu kapsamda bir askeri vuruş yapılmıyor. Yani YPG’ye yönelik harekât, Ankara’nın sübjektif tehdit algılamasına göre meşrudur. Ama diğer gruplara gelince bu türden bir isteklilik hali yok. Bunun nedenini herkes biliyor. Ama gelin yazalım buraya. YPG, Türkiye içi siyaset bakımından, bugün Kürtlere yapılan muameleye paralel olarak düşman olarak algılanmakta. Oysa İslamcı gruplar, Esad’a karşı savaştığı için onlara yönelik çok daha farklı bir tutum benimsenmekte. Hâlbuki cihatçıların onlarca saldırısı ve eylemi söz konusu Türkiye’de. Suriye Kürtleri ise böylesi bir düşmanca tutum sergilemekten kaçındılar. Bunun en önemli teyidi, Ankara’nın başlangıçta YPG’ye bakışının çok farklı olmasıdır. Tıpkı Irak Kürtleri konusunda olduğu gibi, tıpkı Çözüm Süreci konusunda olduğu gibi, tıpkı Öcalan’la müzakere eden Erdoğan rejimi örneğinde olduğu gibi, bu böyledir. Bir başka tutarsızlık, Ankara’nın Zeytin Dalı’nda bile ÖSÖ içerisindeki militanlarını kullanmasıdır. Eğer YPG gayrı meşru ise, ÖSO nedir? Eğer Ankara Rusya ve İran pozisyonuna çark edip de, merkezi Suriye otoritesi (yani Esad) yanlısı bir tutum izleyecekse, ÖSO içindeki cihatçılara verilen destek ile bu milislerin Zeytin Dalı operasyonuna dahil edilmesini nasıl açıklayacak, Rusya ve İran’a? Dahası, YPG güçlerinin İŞİD karşısında sahadaki en etkin aktör olması ve ABD ile Batı tarafından desteklenmesi, NATO üyesi olan Türkiye tarafından nasıl karşılanacak? Havuz cengaverleri anti ABD yazıları döktürüyorlar da, öve-öve bitiremedikleri “reisleri” İncirlik’te konuşlu “müttefik ABD” çelişkisini nasıl açıklayacak? Madem bu operasyon esasen ABD’ye verilen bir ders, o halde NATO üyesi olmak ve ABD’nin Türkiye’deki askeri varlığı (nükleer silahları da dâhil) nasıl açıklanacak?

PEKİ YA SURİYE POLİTİKALARI?

Müdahale uluslararası hukuka aykırıdır. Diyelim ki müdahalenin haklı bir gerekçesi olsun (mesela PKK ile eş ideoloji benimsemek, potansiyel olarak tehdit oluşturmak, ne derseniz deyin artık). Peki, bu durumun ortaya çıkmasına yol açan Suriye politikalarını eleştirmeyecek miyiz? Dahası, bu politika halen devam ediyor – Ankara hâlihazırda ÖSO’ya silah, mühimmat, lojistik destek, istihbarat vs. veriyor. Bu tutarsızlık Suriye rejimini güçsüzleştirdikçe, bundan dolaylı olarak YPG de yararlanmıyor mu? Madem YPG bu kadar başlıca bir tehdit, o halde neden merkezi Suriye yönetiminin egemenlik haklarını yeniden tesis etmek için Rusya ve İran ile daha yakın işbirliği tercih edilmiyor? Bu türden çelişkileriniz varken, kim inanır sizin kendi güvenliğinizi gerekçe göstererek yaptığınız askeri operasyonun meşruluğuna! Fetih suresi ve mehter marşını geçtim, militarist ve şoven söyleminizi de haydi görmedik diyelim. Ortada bu kadar net tutarsızlık varken ve son yedi yılın tüm mezhepçi-nasyonalist Suriye’yi dağıtma tutumunuz varken, bunun bir savunma ve kendini teröristlere karşı müdafaa etme olduğuna kimi nasıl ikna edeceksiniz!

Zaten sadece şu soruyu sormak bile yeterli esasen: kendi anayasasına bile uymayan bir rejim, uluslararası hukuka ve teamüllere uyar mı?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Teşekkür ederim sayın M.Efe Çaman. Güzel bir analiz. Burdan anladığımı yazayım: 2-3 yıl sonra meşru Suriye Devletine savaş tazminatı olarak “Hatay”ın verilmesi gündeme gelirse şaşırmayın. Bir Hatay-Antakya’lı olarak canım acıyor gerçekten. Ha Hatay, ha başka bir vatan parçası. Hepsi canımızı acıtır. Hatay’ın, Suriye rejiminin “kızıl elma” tadında bir hülyası olduğunu hatırlamakta fayda var. Allah korusun böyle bir gelişme Rusya için bal-kaymak. Hatay üzerinden Doğu Akdeniz’de ve sıcak denizlerde emeline ulaşmış olacaktır. Yazık. Çok yazık. İnanmak istemiyorum ama gerçekler acıtıyor içimizi…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin