Türkiye devleti ortadan kalktı!

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Türkiye’deki rejimin içini net olarak göremiyoruz. Bir kapalı kutu, söz konusu olan! İçinde olup bitenler, hiyerarşiler, güç odakları, anlaşmalar, rekabet, pazarlıklar, kimin nerede etkin olduğu, örneğin istihbaratı ve orduyu kimin kontrol ettiği gibi sorulara net yanıtlar veremiyoruz. Bu bir belirsizlik ve onun da nedeni, Türkiye’de anayasa dışı bir yönetim pratiğinin artık herkesçe kabul edilen bir realite olması. Oysa anayasaya uygun yönetilen ülkelerde karar alma süreçleri ve girdilerle çıktılar arasında olup bitenler, oldukça şeffaf ve anlaşılırdır. Buna ben anayasal devlet mimarisi diyorum. Tıpkı bir bina gibi, devletin de bir mimarisi vardır. Bir binayı renove ya da tamir ederken, elbette bazı duvarları yıkabilir, ya da su borularının yeri değiştirilebilir örneğin. Ancak taşıyıcı kolonlar ve kirişlere dokunamazsınız. Çünkü aksi takdirde bina yıkılır.

Devlet mimarisi de tıpkı bir binanın ana mimari unsurları gibi, dokunmamanız gereken bir sürü kurumla doludur. Anayasa bunları tarif eder ve diğer tüm alt yasaların sınırını oluşturur. Hiçbir yasa veya uygulama, bir hukuk devletinde o devletin anayasasıyla çelişemez. Çelişirse o yasa ve uygulama yok hükmündedir. Eğer yürürlükteyse de iptal edilir zaten.

Türkiye’de anayasanın öngördüğü devlet çoktan tahrip edildi ve ortadan kalktı. Yani Türkiye Cumhuriyeti çöktü. Ancak tıpkı Birinci Dünya Savaşı sonunda çökmüş olan Osmanlı Devleti gibi, bu fiili çöküşün de jure gereği yapılmadı. Başka bir ifadeyle, Türkiye’de olanları herkes görüyor, ancak adını koyamıyor. Ben adını koymuş olayım. Türkiye fiilen çökmüş bir devlettir ve bunun hukuki olarak kabul edilerek gereğinin yapılması belli bir zaman alacaktır. Ancak bu sonunda olacaktır, şüphe yok. Türkiye’de darbeler sonrası yapılan yeni anayasalar da esasında yeni bir devlet kurmuştu.

1990’ların ikinci Cumhuriyet tartışmalarını anımsatayım bu bağlamda yeri gelmişken. Bir anayasanın ortadan kaldırılması, ister askeri ister sivil darbe sonucunda gerçekleşmiş olsun, ortada var olan devleti ortadan kaldıran ve yerine yenisini kuran bir fiildir. Binayı tamir etmek yerine yıktığınızda, artık eski bina yoktur. Arsa aynı olsa da, üzerindeki bina başka bir binadır. Oysa renove veya tamir gören bina, yine aynı binadır.

Oysa 17 Aralık ve 15 Temmuz arası dönemden sonra olgunlaşan rejim, 15 Temmuz’un ardından var olan anayasal düzeni tümüyle ortadan kaldırmış, anayasayı şekle indirerek, devleti sonlandırmıştır. Bu nedenle yeni düzenle eskisi arasında bir bağ yoktur. Bu bağlamda 15 Temmuz sonrası artık kesinlik kazanan sivil darbe, önceki askeri darbelerden farklı olarak, devleti yıkıcı bir etkide bulunmuştur. Mesela 1960 ve 1980 darbeleri, eski düzeni tümüyle yıkma girişimi değildi. 1960 ve 1980 darbeleri, devletin ana iskeletine dokunmadı. Geçiş dönemindeki olağanüstü şartları devlet mimarisine eklemleyemedi. Mesela Kenan Evren, devlet başkanı olarak Türkiye’yi yönettiği 1980-1982 döneminden sonra, bir devlet başkanlığı müessesesini yeni anayasaya eklemlemeyi seçmedi. Ya da devletin kurumlarını, mesela üst yargı organlarını, ortadan kaldıramadı. Veto veya vesayet sistemini asker bakımından daha işlevsel kılacak kozmetik değişikliklerle yetinmek durumunda kaldı. Oysa 15 Temmuz, 27 Mayıs ve 12 Eylül’den farklı olarak, devletin ana omurgası da dâhil, hücresel seviyede farklılıklara gitti. Mesela MİT’in saraya bağlanması gibi!

Bugün bu mevcut koşullar altında Türkiye’yi yorumlamaya çalışan iç ve dış uzmanlar, siyaset duayenleri, partiler, gazeteciler, akademisyenler, çok büyük bir çoğunlukla hala eski parametrelere göre devleti anlamayı deniyorlar. Bu nedenle, yaptıkları çıkarımlar ve teşhisler devamlı hata üzerine hata yaptırıyor.

Türkiye’de olan durum bu nedenle çok karmaşıktır. Devletin dış kabuğunu görüyoruz. Ama içinde neler olup bittiğini ancak bazı emare ve işaretlerden anlamaya çalışıyoruz. Barem alabileceğimiz bir anayasal düzen kalmadı çünkü. Bunun son örneklerinden birisi, sevgili Haluk Savaş hocanın başına gelenlerdir.

Haluk Hoca’ya haksızlık

Profesör Haluk Savaş, haksızlığa uğramış bir KHK’lı – tıpkı ben ve yüz binlerce diğer mağdur gibi. Haluk Hoca büyük bir haksızlıkla üniversitesindeki görevinden ihraç edildi, sonrasında fabrikasyon bir müsamere ile hapse atıldı. Orada muhtemelen yoğun stresten, üzüntü ve hayal kırıklığından kansere yakalandı. Sonrasında, ilerleyen süreçte mahkemece suçsuz olduğuna karar verildi ve davası beraatle sonuçlandı. Ayrıca mahkeme, hocaya ve eşine yine haksızlıkla yurtdışı yasağı konmuş olmasını iptal etti. Yani hocanın ve eşinin pasaport alması ve yurtdışına tedavi amaçlı gitmesi önündeki engeller, hukuksal olarak ortadan kalkmış oldu. Haluk hoca, ilerleyen kansere alternatif tedavi olanaklarının olduğu bir ülkede tedavi olmak için, pasaport müracaatında bulundu. Fakat kendisine görevli memur tarafından KHK’lı olması gerekçesiyle pasaport alamayacağı söylendi. Anayasanın güvence altına aldığı seyahat özgürlüğü kısıtlanmış oldu. Yani anayasaya aykırı olarak idari işlem yapıldı.

Esasında bu yukarıda ele aldığım ve izah ettiğim durumun tipik bir uygulamasıdır. Oldubitti rejimi, kendi mahkemesinin aldığı kararı bile kabul etmemektedir. Keyfi uygulama yapabilen bir yürütmedir söz konusu olan. Kendi hukukunu eğip bükebilen, olmazsa ortadan kaldıran bir ceberut hukuksuzluklar ve kötülükler rejimi! Bu tür bir rejimde yurttaş veya vatandaş, ne derseniz deyin, hiçbir hakka ve hukuka sahip olamaz. Osmanlı reformlarından beri sadece kendi yasasının kendisi için de bağlayıcı olduğu bir devlet için uğraşan tüm reformcuların kemiklerini sızlatan, korkunç bir güç taşması yaşıyor memleket.

Rejimin SS’i gibi hareket eden ip çekiciler var

Uygulamaların gayrı insani oluşu falan ikincil meselelerdir. Önemli olan, uygulamaların prosedürel olmamasıdır. Astığım astık kestiğim kestik, bir iki kişinin iki dudağı arasından çıkacak bir komuta bakan bir devlet, devlet olamaz. Bu bağlamda, Adana Valiliği’nin insani gerekçelerle Haluk Hoca’ya ve eşine pasaport verileceğini deklare etmiş olmasına karşın, Süleyman Soylu’nun KHK’lıların pasaport alamayacağını buyurmuş olması, rejimin ne denli kontrolden çıkmış bir yapı olduğunu net bir biçimde ortaya koyuyor. Bu tür bir ortamda can güvenliği ve mal güvenliği gibi birincil haklar dâhil, hiçbir hak garanti altında değildir artık!

Muhalefetimsi yapı, mesela CHP, İstanbul’da kendisinden seçimi çalan rejime yine halim-selim muhalefet yaparak ve şirin görünerek, bu rejimin payandası olduğunu bir kez daha gözler önüne sermekte. Haluk Savaş hocanın başına gelen, esasında tüm Türkiye’nin başına gelmiştir bu bağlamda. CHP’den gasp edilen İstanbul büyük şehir belediye başkanlığı makro bir göstergedir. Haluk hocanın başına gelen fiili idam kararı ise, mikro ölçekte bu rejimi ayna gibi yansıtmakta, onun sefil gücünü gözler önüne sermektedir.

Bayrak aynı bayraktır. Meclis aynı meclis! Anayasa aynı anayasadır. Valilik aynı! Ama devlet bitmiştir, bittiğinden önemli olarak ortadan kalkmıştır. Ortada bir başka oluşum vardır. Adı eskisinin aynıdır. Biz ona hala Türkiye Cumhuriyeti diyoruz ya hala! O aslında Türkiye Cumhuriyeti değildir artık. Bunu anlamadıkça, Haluk hocadan sandığa, en mikro olandan en makro olana dek her şey tükenip gidecek. Kendimiz ve çocuklarımızın geleceği dâhil! Ne zaman uyanacaksın ey halkım, ne zaman?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin