‘Malum yafta’ ve elfaz-ı küfrün tarihi temelleri [Abdullah Salih Güven]

Elfaz-ı küfür ve ef’al-i küfrün İslam’ın erken dönemleri merkeze konulduğunda tekfir ile birlikteliğini anlatmış, söz konusu kavramların ortaya çıkışında siyasi çalkantıların rolü olduğunu söyleyerek bir önceki yazımıza son vermiştik. Kaldığımız yerden devam edecek olursak; İslam’ın erken dönemleri maalesef siyasi tartışmalarla, çalkantılarla, kavga ve mücadelelerle ve nihayet iç savaş nitelendirmesini hak edecek tecrübelerle doludur. Bunun temelinde de hiç şüphesiz iktidar mücadeleleri yatmaktadır. Bu mücadeleler Müslümanların 15 asırlık siyaset zihniyetini hatta sistemini belirleyen bir zemin olmuştur.

‘ERKEN DÖNEMLER’ NE ZAMAN?

İslam’ın erken dönemleri; işin aslına bakılırsa muğlâk bir söylem. Bunu netleştirmek lazım. Cevabım, belki acı ve kabullenilmesi zor olacak ama alabildiğine net; “erken dönemler” Peygamber Efendimizin (sas) vefatının hemen sonrası; hem de daha mübarek bedenleri toprağa verilmeden önce başlamış ve devam etmiştir. Malum, bir devlet reisi olarak Hz. Peygamber’den boşalan yere kim oturacak? Başka bir ifadeyle devlet başkanı, halife, ‘emirü’l müminîn’ kim olacak sorusu ve sorunu Müslümanların Hz. Peygamber’siz (sas)  hayatta karşılaştıkları ilk siyasi sorundur.

Bunun için Arap örf ve âdetinin de etkisiyle sahabeden bir grup insan -ki kaynaklarımız bize bunların hemen hepsinin Evs ve Hazreç kabilelerinden oluşan Ensar’dan insanlar olduğunu söylüyor- Sakife-i Beni Saide’de toplanıyor. Devlet başkanını seçim bağlamında önce kendi aralarında daha sonra Muhacirîn’in devreye girmesi ile daha geniş katılımlı olarak müzakereler, yer yer de sert tartışmalar yaşanıyor. Malum süreç, Hz. Ebu Bekir’in halife seçilmesi ile neticeleniyor.

Amacım bu konuyu detayları ile anlatmak değil; aksine yukarıda sorduğum soruya cevap vermek. Bana göre erken dönemlerin başlangıcını işte bu siyasi hadise oluşturuyor ve Hz. Ali ile Muaviye dönemindeki iç savaşla zirve noktasına çıkıyor. Biliyorum ve farkındayım; Sünni gelenek bu çalkantılı dönemlerin çok fazla irdelenmesini sevmez. Binlerce insanın öldüğü ve öldürüldüğü hadiseleri içtihat hatası deyip kapatmayı tercih eder. Fakat bu yaklaşım yaşanmış tarihi gerçekliği görmezden gelmeye yetse bile kapatmaya yetmez.

Çünkü adı üzerinde yaşanmış gerçeklik bunlar. Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin şehit edilmesini netice veren hadiseleri, Cemel, Sıffin, Kerbela, Nehrevan iç savaşlarını nereye koyacaksınız?

PARAMPARÇA OLMA SÜRECİ

Kısaca hatırlatmada bulunduğumuz bu çalkantılı dönemlerin, elfaz-ı küfrü ele aldığımız konu ile çok yakından bir alakası var. O da şu; özellikle Hz. Osman’ın şehit edilişini takip eden yıllarda cereyan eden siyasi yorum farklılıkları, toplumda kökeni Cahiliye dönemine uzanan kabilecilik zihniyetini yeniden açığa çıkardı. Gerçi bu açığa çıkma Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer döneminde de vardı. Özellikle bu ikisinin halife seçilme sürecinde bunun işaretlerini görmek mümkündü. Hz. Osman’ın 12 yıllık hilafeti zaten bu işaretlerin bütünüyle gün yüzüne çıktığı zamanlardı. Onun şehadeti ise işleri çığırından çıkardı ve toplum Beni Ümeyye-Beni Haşim, Hz. Osman’ın katillerini hemen cezalandırmak isteyenlerle bunu belli bir sürece yaymayı tercih edenler, meşru devlet yanlıları ile isyancılar vb. şeklindeki isimlendirmelerle ayrıştı.

Çok sonraları ‘Ehli Sünnet’ adı verilen kategoride yer alan bu gruplara Cemel ve Sıffin sonrası Ali tarafları (Şia) ve Hz. Ali’yi Muaviye ile olan hilafet mücadelesinde hakem kabul ettiği için tekfirle suçlayan Hariciler olmak üzere iki grup daha katıldı. İşin özeti, Hz. Peygamberin vefatının 30. yılında toplum bir manada paramparça oldu ve Peygamber Efendimiz dönemindeki uhuvvetten, birliktelikten ne bir iz, ne de bir eser kaldı.

MESELENİN KELAMA ‘SIÇRAMASI’

İşte Müslümanın Müslümanı öldürmesi ile devam eden bu siyasi kamplaşma imanî/kelâmî bağlamda başka tartışmaları da beraberinde getirdi. Bunun en uç noktasını “Siyasi iktidarı ele geçirmek için Müslümanın Müslümanı öldürmesi caiz midir? Bu uğurda hile yapmanın, yalan söylemenin, meşru devlet başkanına isyan etmenin hükmü nedir?” gibi sorular oluşturdu. Aslında uzayıp giden bu sorular silsilesi “Amel imandan bir parçadır ya da değildir” noktasında düğümlendi.

Hariciler “Amel imandan bir parçadır, amel etmeyen kişi kâfirdir, katli helaldir” derken, Mürcie “Amel imandan parça değildir. Amel ayrı, iman ayrıdır. İmanla beraber amelsizlik veya kötü amel insana zarar vermez” diyerek tam karşı uçta kendine yer buldu. Mutezile “Amel imandan bir parçadır ama amelsiz insana kâfir diyemezsiniz; akıbetini Allah belirler” diyerek orta bir yolu tercih etti. Daha sonra bu sürece çok benzer ama farklı sıfatını da almaya layık görüşleriyle Maturidi ve Eş’ari’ler katıldı.

Tekfir, elfaz-ı küfür ve ef’al-i küfür’ün teolojik ve teorik kökeni işte bu zeminde aranmalıdır. Başka bir tabirle siyaset ile başlayan hadiseler zinciri teolojik düzlemde iman-amel ilişkisine yansımış, karşıt görüşte olan Müslümanları öldürme dâhil, bütün söylem ve eylemler meşruiyetini bu sahada cereyan eden yorumlarda bulmaya çalışmıştır. Yani söz konusu görüşler çıkış noktasını oluşturan siyasi arenada silah gibi kullanılmıştır. Haricilerin hakemi kabul ettiği için Hz. Ali’yi kâfir ilan etmeleri, kanını dökmeyi helal saymaları bunun en çarpıcı örneğidir.

Bugünkü hadiselere de bakın, farkını göremeyeceksiniz. Zaten üç yazıdır devam eden ve oldukça uzun sayılabilecek bu girişi günümüzle olan irtibatı daha iyi anlaşılsın diye yazıyorum.

 

Devam edeceğiz.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin