Kurtuluşun reçetesi

ANALİZ | MEHMET EFE ÇAMAN

Türkiye’nin sadece temel, anayasa ve taraf olunan uluslararası sözleşmeler tarafından garanti altına alınmış olan özgürlüklerden uzaklaşmadığı, aynı zamanda had safhada otoriterleştiği, hatta faşizan bir tek adam rejimine dönüştüğü görülüyor. Bu değerlendirme ülke dışında neredeyse bütün Türkiye uzmanlarınca benimseniyor. İçeride, söz konusu rejimin doğası gereği hissedilen büyük baskılara rağmen, farklı kesimlerden bağımsız kalemler de bu olumsuz gidişata işaret eden yorumlarda bulunuyorlar.

Aralarında dostlarımın da bulunduğu birçok uzman, yazar ve akademisyen, yaşadığımız sürecin siyasi dinamiklerini temel belirleyici olarak görüyor. Diğer bir ifadeyle, rejim dönüşümünün temel belirleyicisinin politik olduğuna inanıyor. Bu görüşe göre, nasıl ki sorunların ortaya çıkmasında siyasi faktörler belirleyici şekilde rol oynadıysa, normalleşme için de siyasi bir dönüşüm yeterli. Erdoğan ve AKP yerine gelecek herhangi bir lider ve parti, Türkiye’yi yeniden normalleştirebilir, bu düşünceye göre. Ben bu görüşe katılmıyorum.

BU REJİM DEĞİŞİKLİĞİ NASIL GELDİ?

Neden katılmadığımı açıklamaya çalışayım. Her şeyden önce bu rejim değişikliği nasıl oldu sorusuna verdiğim yanıt farklı. Ben, yaşadığımız İslamofaşizmin siyasi değil, sosyolojik nedenlerle doğduğunu düşünüyorum. Sorunların sebebi değil, yaşadığımız rejim. Toplumda var olan sorunların siyasete yansıması. Diğer bir ifadeyle, mevcut siyasi rejimin nedeni, toplumsal dinamikler.

Türkiye, kamplara bölünmüş bir sosyal yapıya sahip. Bu yapıya toplum demek bile zor artık. Bir toplum olabilmenin de asgari koşulları var. En temel koşullar, biz duygusu, temel tarihsel ortak hafıza ve ortak gelecek beklentileri. Türkiye’de bugün biz duygusu var mı sorusuna kaçımız evet var diye cevap verebiliyoruz? Tarihsel ortak hafızanın temel koşulu olan ortak geçmiş var şüphesiz Türkiye’de, ama acaba bu ortak geçmişin toplumun tüm büyük çoğunluğunca aynı şekilde ‘okunduğunu’ ve anlaşıldığını söyleyebilir miyiz? Hepsinden önemlisi, geleceğe yönelik beklentiler konusunda Türkiye toplumunun ortak bir ana akıma sahip olduğunu söyleyebilen var mı?

Biz, kendimizi uzunca süredir biz olarak görmüyoruz aslında. Aramızdaki ortaklıklardan çok daha ön planda olan farklılıklarımız var, bize kimlik üreten. Etnik-dilsel farklılıklar gibi kolayına kaçarak hemencecik tespit edebileceğimiz farklılıkların dışındakilerden söz ediyorum. Ya da mezhepsel farklılıklar gibi, herkesçe bilinen farklılıkların dışındaki farklılıkları kast ediyorum daha çok. Zaten biz olmaya engel değil, etnik ve dilsel farklılıklarla inanç temelli farklılıklar. Benim asıl kast ettiğim, hayatı nasıl okuduğumuzun kodlarına ilişkin farklılıklar. Dünya görüşü ve ideolojik temelli olan ve biz duygusunun, yani, birbirimize ait olduğumuz, kader ortağı olduğumuz, aynı toprakların çocuğu olduğumuz gibi bizi bir arada tutan çekim alanının altını oyan, bizi korkunç bir santrifüj etkisiyle etrafa savuran farklılıklar. Mikro düzeyde kalması gereken kimliksel farklılıkların, makro kimlik temeli oluşturduğu bir yapıdan söz ediyorum. Bu parçalanmış toplumun birbirine taban tabana zıt kimlikleri, bir zamanlar var olan tarihsel ortak hafızaya da sahip değil artık. Aynı tarihsel mirasın birbirinden farklı yorumları var sadece. Bu birbirinden farklı tarihsel hafızalar, yeni kimliklerin meşrulaştırılmasına hizmet ediyor görünürde. Ama aslında meydana gelen, ortak hafızanın silinmesinden başka bir şey değil. Geçmişi yok edilen ve hatırlanmayan bir beraber var oluş hikâyesinin sonlarını yaşamaktayız. Ve ortak gelecek beklentileri. Farklı kesimlerin Türkiye’yi götürmek istedikleri yer, birbiriyle alakasız, birbirinden son derece kopuk.

Birbirinden kopmuş, sadece fiziksel olarak aynı mekânı paylaşmakta olan, birbirine paralel olarak var olan, birbirinden etkilenmeyen, birbirini nötralize ve ekarte etmeye çalışan grupların mücadele sahnesi bugün Türkiye. Her bir grup, tepeden tırnağa kendi tasavvuruna uygun bir toplum tasarlamaya çalışıyor. Herkesin herkese karşı olduğu, birbirine çelme takmaya çalıştığı, birbirine güvensizlik duyduğu, dolayısıyla uzlaşma kültürünün yeşeremediği bir sosyal yapı var.

BÖLÜNMÜŞ YAPILARDAN BİRİ KONTROLÜ ELİNE ALDI

Şimdi bu yapılardan biri, idareyi, yargıyı, akademiyi, medyayı kendi denetimine almayı başardı. 90 bin muhalifin hapse atıldığı, 160 bin kamu görevlisinin işine hukuka aykırı şekilde KHK’larla son verildiği, kontrolsüz bir rejimin tek adam elinde şekillendiği bir fiili durum yapısının devletin yerini aldığı bir Türkiye, işte bu toplumsal yapının neden olduğu bir kâbus. Herkesçe üzerinde anlaşılan bir mağdur bile yok bu patolojik sosyolojide. Herkesin kendi “mahallesine” sahip çıktığı Hobbesyen bir doğa hali var.

Bu şartlarda mevcut faşizan yapıyla mücadele edilemez. Rejimin beslendiği ana kaynak, toplumun bölünmüşlüğü çünkü. Bu bölünmüşlük, yaşadığımız İsamofaşizmin, ceberut ve hukuksuz tek adam rejiminin enerjisini ve gücünü devşirdiği asıl kaynak. Ortak değerler oluşturmalıyız. Temel insan hak ve özgürlüklerinin istisnasızca sağlandığı, güçler ayrılığının ve hukukun üstünlüğünün anayasa tarafından garanti altına alındığı tarafsız bir devlet hayal etmedikçe tüm farklı toplumsal kesimler ne bu rejime, ne de bundan sonraki benzerlerine karşı bir başarı elde etme şansımız var. Her toplumsal grubun kendisine hak, kendisine özgürlük, kendisine hukuk talep ettiği bir Türkiye’nin bizleri getirdiği son duraktan memnun değilseniz eğer, ötekilerin ve diğerlerinin de haklarına sahip çıkmalısınız. Bunun için grup kimliğinden sıyrılıp, birey olma yönünde ilerlemeli. Farklılıkların değil, ortak noktaların vurgulandığı, baskı ve zulümlere karşı ortak hareket edilebilen, asgari müştereklerin ağır bastığı bir yeniden doğuşa ihtiyacımız var. Sorunların temeli siyasi değil, sosyolojik. Mevcut sosyoloji değişmedikçe asla özgür olamayacağız. Bugün toplum değiliz biz. Yeniden toplum olmak, kurtuluşun reçetesi olmasın sakın?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin