Kınıyorum, öyleyse haklıyım!

Yorum | Bülent Keneş

İnsan yıllar sonra, geçmişte devleti yönetenlerden sıklıkla duyduğu o ruhsuz, o soğuk, o basmakalıp, o klişe “resmi” açıklamaları bile arar mıymış? Evet, ararmış. Çünkü, beterin beteri varmış…

Aşağı yukarı 1990’dan beri zaman zaman çok yakın, zaman zaman nispeten mesafeli olmak üzere Türk dış politikası hep takibimde oldu. 1990’lı yıllarda yapılan resmi ziyaretler, ikili ve çok taraflı görüşmeler sonrası yapılan yüzlerce, binlerce açıklamayı haberleştirip gazetede yayınlamışımdır. Çoğu birbirinin aynı olan bu açıklamalar genelde “Son derece faydalı bir görüşme oldu…” diye başlayıp her defasında benzer kuru cümlelerle devam eder ve çoğunlukla “İkili ilişkilerimizin daha da geliştirilmesi konusunda mutabık kaldık…” şeklinde biterdi.

Merhum İsmail Cem’in dışişleri bakanlığı dönemi, basmakalıp ifadelerin o ana şablonu fazla değişmese de, temas ve görüşmelerin içeriğine dair ufak tefek detayların verildiği istisnai bir dönem olarak aklımda kalmış.

Abdullah Gül’ün dışişleri bakanlığı döneminde de, “ağır ol molla desinler” şeklindeki müesses devlet geleneğimizin derin izleri hala devam ediyor olsa da, yorumlu içerik ve detay paylaşımı konusunda İsmail Cem’in tarzından epey ileri gidilmişti. Tabii ki bu, en ufak bir detayın bile peşinde koşan dış politika gözlemcilerinin ve gazetecilerin şikayet edebileceği bir durum değildi.

TEYO DAYI’DAN MASALLAR TADINDA DAVUTOĞLU MENKIBELERİ

Sonra Ahmet Davutoğlu’nun her görüşme, her temas, her dış politik adımı bir efsane havasına sokup cenk menkıbeleri tadında anlattığı açıklamaların kesintisiz sökün ettiği yıllara geldik. Kendisini sadece dünyanın değil, kainatın bile merkezine konumlandırıp “Tam uçağa biniyordum ki, Hilary Clinton aradı,” “Tam eve girmiştim ki, İngiliz meslektaşım ‘Alo Ahmet’ dedi,” “…falanca yerden yeni gelmiştim ki, Gürcistan krizi patlak verdi. Başbakanla uçağa atladığımız gibi yola çıktık. Bilmem kaç aşamalı stratejimizi havada belirledik,” vb gibi sürreal bir masal kahramanı, bir Teyo Dayı tarzı anlatımlara da alışmıştık. Yılların tecrübesiyle keçiboynuzundan bal çıkarma kabiliyetini geliştirmiş olanlar, Davutoğlu’nun “her daim dünyayı kurtaran adam” rezonansını hiç kaybetmeksizin anlattığı lüzumlu lüzumsuz menkıbelerden, alacaklarını yine alırdı.

Her devrin eleştirilecek bazı yönleri olsa da Türk dış politikası hiçbir döneminde bugünkü kadar büyük kepazeliklere sahne olmamıştı. Bir centilmenlik ve nezaket sahası olan diplomasiyi, magandavari bir üslupla irat ettikleri tehditlerin, şantajların, küstahlığın, yalanların, iftiraların, yakınmaların, evzinmelerin ve kınamaların alanına dönüştürmek bugünkülere nasipmiş. Tek sermayeleri şirretlikleri, sınırsız yüzsüzlükleri, bitmez tükenmez arsızlıkları olan bugünkü kadrolar, içeride yedikleri her türlü herzenin çok benzerini dış muhatapları nezdinde de yiyorlar.

Sanki bir kendileri doğruymuş da tüm dünya yanlışmış havasında heyheylendikçe heyheyleniyorlar. Önlerine gelene ayar çekiyorlar. En haklı eleştirilere karşı burunlarından kıl aldırmıyor, ağzını her açana en üst perdeden veryansın ediyorlar. Ne AB dinliyorlar ne ABD. Ne BM’ye kıymet veriyorlar ne NATO’ya. Ne AİHM’i umursuyorlar ne de Avrupa Konseyi’ni. Ne uluslararası insan hakları örgülerinin feryatlarına kulak asıyorlar ne de uluslararası medyanın haberlerine…

YÜZLERİNE GÜLDÜKLERİNİN ARKASINDAN SÖVÜYORLAR

Tekrar işleri düşüp de arsızca yılışacakları ana kadar herkesi ahmak bir kendilerini akıllı görüyorlar. Şark kurnazlığını ahlak edinip, yüzlerine güldüklerinin arkasından sövüyorlar. Efsunlanmış kıtaların doldurduğu tribünleri karşılarına alıp üç gün önce arkalarından atıp tuttuklarına, sövüp saydıklarına üç gün sonra yılışıp sarmaş dolaş olmaktan utanmıyorlar. Dün yüzüne tükürdüklerinin bugün tükürüğünü nimet biliyor, arsızlığın hal diliyle ‘Yarabbi Şükür’ diyorlar.

2000’li yıllara kadar diplomasi diline hakim olan alabildiğine ağırbaşlı, alabildiğine soğuk ve basmakalıp ifadelerin yerini, tantanası eksik olmayan bugün başka türlü bir klişe ve basmakalıplık almış durumda. Mesela, AB Türkiye’de gerileyen demokrasiden, artan insan hakları ihlallerinden mi bahsediyor, hemen en sert ifadeyle kınıyorlar. Avrupa Parlamentosu insanlık dışı uygulamaları gündem yapan bir karar mı almış, “Siz kim oluyorsunuz da…”yla başlayıp en kibar ifadeyle “aldığınız karar yok hükmündedir”le bitiriyorlar… Bazıları orada bile durmuyor, evrensel insani değerleri baz almakla kalmayıp 29 ülkenin iradesini temsil eden bu kararlara “çöp” muamelesi yapıyor… Avrupa Konseyi işkenceye dair bir rapor mu hazırlamış mesela, gelsin tehditler, hakaretler, aşağılamalar… AGİT ayyuka çıkmış seçim hilelerini mi raporlamış, tabii ki o rapor “yok” ve hatta “çöp” hükmündedir…

Türkiye’yi adım adım bir “serseri devlet” konumuna oturtmanın taşlarını döşeyen bu tür her çıkışta, goygoycuların goygoyuyla mest olup kendinden geçenler, kendilerinin hızla “terörist” damgası yiyecekleri yere doğru sürüklendiklerinden bihaber bir vaziyette nihayet en muteber uluslararası örgütleri bile “teröristlik”le  suçlar hale geldiler. Kendilerinin “teröristlik”le ya da “terör işbirlikçiliği”yle suçladıkları köklü uluslararası kuruluşlara bu saçma sapan suçlamaların olumlu ya da olumsuz herhangi bir etkisinin olamayacağını, ama bu kuruluşlardan bir ya da birkaçının kendilerine “terörist”, Türkiye’ye “terör devleti” veya “serseri devlet” demeleri durumunda ise dünyanın hem kendilerine hem de 80 milyona nasıl dar edileceğini birileri bu andavallılara anlatsa iyi olur.

Neredeyse her gün hep birlikte yeni bir skandala tanıklık ettiğimiz için, bu konuda belki örnekler vermeye bile gerek yok. Ama, söylediklerimiz ete kemiğe bürünsün diye son birkaç gün içerisinde yaşananlardan bazılarını burada zikretmekte fayda var.

BM İNSAN HAKLARI KONSEYİ’Nİ TERÖRİSTLİKLE SUÇLADILAR

İsterseniz yenilen herzelerin en büyüğünden, yani tüm dünya ülkelerini temsil eden Birleşmiş Milletler’den başlayalım. Yok hayır, burada mevzumuz Erdoğan ve avanelerinin “Dünya 5’ten büyüktür” safsatasını hakkında laf salatası gibi tekrarladıkları Güvenlik Konseyi değil. Türkiye’de yaşanan insan hakları ihlallerini, işkenceleri, tutuklu gazetecileri, kapatılan gazeteleri, televizyonları, gaspedilen mülkleri, yargının tükenişini, Kürtlere ve Hizmet Hareketi’ne yapılan soykırıma varan zulümleri raporlayan  BM İnsan Hakları Konseyi. Daha doğrusu o raporda imzası olan BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Zeyd Raad el-Hüseyin.

“Dünya Zeyd Raad el-Hüseyin’den büyüktür” diye saçmalamalarını bekliyordum ki, o saçmalıktan bile ileri gittiler. Akıl alır gibi değil ama, BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri’nin şahsında BM İnsan Hakları Konseyi’ni “terör örgütlerinin işbirlikçisi” olmakla itham ettiler. Yani içeride cılkını çıkardıkları o adi formül, dışarıda da bilfiil uygulandı. Hani Türkiye’de kim hak diyor; kim hukuk diyor; kim demokrasi, insan hakları, özgürlük diyor; kim zulme, işkenceye hayır, gaspa dur diyorsa hemen “terörist” damgasını yapıştırıyorlar ya, ha işte o damgayı bu sefer BM İnsan Hakları Konseyi’ne de yapıştırıverdiler. Şaka gibi ama, durum ciddi.

Dışişleri Bakanlığı gibi en soğukkanlı olması gereken kurumdan yapılan yazılı bir açıklamada, BM’nin eni konu 28 sayfalık raporuyla ilgili neler neler demediler ki? “Bu son belge, terör örgütlerinin propagandalarıyla bire bir örtüşen, asılsız iddialar içermektedir,” denildi mesela ve hükmü anında kesildi “…bu metin bir anlam ifade etmemektedir.”

Kahvehane ağzı mı desem, meyhane ağzı mı desem karar veremediğim küstah bir üslupla Zeyd Raad el-Hüseyin’den “bu kişi” diye bahsedilen açıklamada, sağır sultanın bile duyduğu, tüm dünyanın bildiği ülkedeki feci gerçeklerin çok azını raporuna taşıyabilen Zeyd Raad el-Hüseyin için “BM organını maalesef terör örgütleriyle işbirliği yapan bir kuruluş konumuna düşürdü” ithamında bulunuldu. Kendisine “…terör iltisaklı çevrelerle iş birliği halinde bu belgeyi hazırlamıştır,” suçlaması bile yapıldı.

“…çarpıtılmış, taraflı ve yanlış bilgiler içeren bu metin kabul edilemez,” şeklindeki bu tür durumlarda hep tekrarlanagelen terane faslından hemen sonra Türkiye’nin nasıl mükemmel bir demokrasi olduğuna, hak, hukuk, özgürlük ve insan haklarının şahikasında bulunduğuna cümle alem şu cümlelerle şıpın işi ikna edildi: “Türkiye, insan haklarının korunması, mevcut standartların en ileri seviyelere taşınması ve bu konularda BM dahil uluslararası kuruluşlarla işbirliğini yürütme kararlılığını muhafaza etmektedir.” O kadar!..

BİR YALAN UĞRUNA YA RAB, NE AHKAMLAR KESİLİYOR!

İnsan hakları gibi en insani bir konuda bile dönüp aynaya bakmak yerine, kepazeliklerine ayna tutan BM’ye bile gözleri karartıp veryansın ederek ağızlarına geleni söyleyenler Avrupa Birliği (AB) gibi nispeten dar kapsamlı bir uluslararası örgüte neler demez ki?

19 Mart günü AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temcilsici Federica Mogherini, Türkiye’nin radikal cihadist gruplardan oluşan ÖSO ile birlikte Afrin’e yaptığı saldırı sonrası yaşanan gelişmelerden kaygı duyduğunu belirtti. Mücadelede BM’nin terör listesinde yer alan örgütlere odaklanılmasını tavsiye etti. Ve nihayet Türkiye’yi çatışmaların hafifleyeceği yönünde güvence vermeye çağırınca, kendisine yönelik “tutmayın küçük enişteyi” tarzında bir hücumat da anında başladı.

Bu sefer şanlı görev, üyelik ihtimalinin serap, AB ile ilişkilerin tümden harap olduğu bir noktada ne işe yaradığı anlaşılamayan AB Bakanı ve Başmüzakereci konumundaki Ömer Çelik’e verilmişti. “Bize ‘sadece BM listesinde olan terör örgütleri ile mücadele edin’ diyorlar. BM listesinde olmayan bir terör örgütü topraklarımıza roket atarken, bununla mücadele etmek yerine, yıllarca BM’nin listeye almasını mı bekleyeceğiz?” diyen Çelik, “Terörle mücadele için somut önerisi olmayanlar, teröre karşı mücadeleyi eleştiriyor” şeklinde cevabını da Mogherini’nin alnının çatına yapıştırıverdi.

Çelik’in burada bahsettiği saldırılar, herhalde, Erdoğan’dan Erbil Konsolosuna varıncaya kadar irili ufaklı devletlûlerin 700 ve hatta bazılarının 1000 diye zikredip de BBC’nin basit bir araştırmayla ve çoğu Afrin operasyonu sonrası olmak üzere, 30 olarak belirlediği saldırılar olmalı. Tabii bunların kaçının sınır ötesinden bu tarafa füze atmakta oldukça mahir olan Hakan Fidan’ın adamlarının işi olduğunu bilemeyiz.

YALANI YALANLA YALANLAMAK: ‘ANLAŞMA’ DEĞİL, ‘ANLAYIŞ’ DEMİŞMİŞ

Kambersiz düğün olamayacağı gibi elbette ki ABD’siz bir kınama yazısı da olamaz. Malumunuz muhatapları tarafından sıklıkla yalanlanması ve tek ayak üstünde 40 yalan söylemesiyle maruf Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, 10 Mart günü Almanya’nın Die Zeit gazetesine bir açıklama yapmış ve Menbiç konusunda Türkiye ile ABD’nin anlaştığını dünyaya ilan etmişti. Bu kuyruklu yalan başta Erdoğan’ın resmi hık deyicisi İbrahim Kalın olmak üzere daha sonra diğer yetkililer tarafından da tekrarlanmıştı. Bu yalana ABD’nin cevabı günler sonra Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Heather Nauert üzerinden gelmişti.

Nauret geçtiğimiz günlerde bir basın brifinginde Türkiye ile Menbiç konusunda herhangi bir anlaşma olmadığını söylemiş ve “Bu komik, çünkü Menbiç konusunda bir anlaşma yok” ifadesini kullanmıştı. Bu açıklama üzerine eli ayağına dolaşan Çavuşoğlu, 10 gün önce yaptığı ve tam 10 gün boyunca dolaşımda olan bu açıklamasını düzeltme yoluna gitti. Yok yok, tabii ki namuslu bir şekilde değil. Kendisine yakışan, yani tescilli yalancılığına halel getirmeyecek bir şekilde…

Çavuşoğlu, Lesoto’lu meslektaşıyla birlikte yaptığı bir basın toplantısında, insanların gözlerinin içine baka baka, bugüne kadar Menbiç konusunda ABD’yle anlaşmaya varıldığı yönünde herhangi bir açıklamaları olmadığını ileri sürdü. Ve pişkin pişkin ekledi: “‘Anlaşmaya vardık’ demedik, ‘anlayışa vardık’ dedik.” Tabii canımmm!.. Yalandan kim ölmüş? Ah bir de Google olmasaydı…

Çavuşoğlu yalancı malancı ama mevzu kendisi olduğunda sağlamcı. Yalanlamayı yalanla yalanladığı için alay konusu olunca Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü’ne yaptırdığı bir açıklamayla rezaletin üzerinde bir sis perdesi oluşturmaya çalıştı. Yalanının açığa çıkmasından ne utanacak ne de pişman olacak hali yoktu herhalde. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü üzerinden yaptıkları bir açıklamayla dikkatleri başka yöne çekmeye giriştiler. “ABD makamlarının Zeytin Dalı Harekatı’nın gerekçesini, amacını ve mahiyetini hala idrak edemediklerini veya maalesef anlamak istemediklerini” ileri sürdüler.

BU PESPAYELİK KARŞISINDA GEL DE 1990’LARI ÖZLEME!..

Belki yalancılar malancılar ama kınama işinde hakikaten çok iyiler. Belki bu konudaki kompetanlıklarını günde en az birkaç kez irili ufaklı muhataplarına kınamalarda bulunma tecrübelerine borçlulardır. Sistemleri kabaca şöyle işliyor: Göz göre göre temel insani değerlere, evrensel hukuka, en temel ahlaki ilkelere aykırı eylemlerde bulunuyorlar, bu eylemlere yönelik haklı bir eleştiri geldiğinde ise işi yüzsüzlüğe, şirretliğe vurup eleştirenleri ağır hakaretler eşliğinde kınıyorlar. Sırası gelen herkes bu şirretlikten nasibini alıyor.

Mesela, son bir iki gün içerisinde bu kınamalardan Alman Şansölyesi Angela Merkel de, Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı da nasibini alıverdi. Kınama mesleğinde muhatabın konumu önemli değil. Önemli olan Erdoğan rejiminin kof kabadayılığının cihanşumül bir temsili niteliğindeki kınama kapasitesinde herhangi bir zaafiyet görüntüsü verilmemesi.

Sanırım, varlığından zaman zaman şüpheye düştükleri özgül ağırlıklarını ve kendilerince haklılıklarını galiba bu yolla tescil edip, kendilerini kendilerine ispatlıyorlar. Descartes’i takip ederek bu yolla bir nevi “Kınıyorum, öyleyse varım ve hatta haklıyım” diyorlar. Bu pespayelik, bu pejmurdelik, bu paçozluk karşısında ister itemez 1990’ların o ruhsuz, o kupkuru, o monoton ve klişe tarzını bile ister istemez özlüyor insan…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin