Kimin gerçeği?

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Gerçekler kendiliğinden var olmuyor. Onları elden geçiren ve drajeler halinde bize sunan bir devlet var. Tek başımıza yaşamıyoruz. Zaten zihin evrenimizde ne var ne yok, hepsi diğer insanlarla kurduğumuz ilişkiler düzleminde gerçekleşiyor. Tek başına toplum dışında var olan bir insan olsaydı eğer, ne dile, ne kültüre, ne müziğe, ne aşka, ne sanata, ne dine, ne de Tanrı’ya ihtiyaç duyardı! Bizi biz yapan her şey, insani birlikte yaşam düzleminde vardır. Düşünmek toplumsal bir ilişkiler ağında gerçekleşiyor. Düşünmenin en gelişmiş şekli olan dil, toplumsal bir ürün. Şimdi konuya gelelim: gerçekleri algıda toplumun etkisi nedir?

Edindiğimiz bilgilerin bize ulaşma kanalı olan beş duyumuz, öznel bir filtreyle donatılıyor. Topluma doğuyoruz biz. Gözümüzü ilk açtığımız andan, son nefesimizi verdiğimiz ana dek, tüm yaşamımız toplumda, toplumsal ilişkilerle çevrelenmiş bir şekilde geçiyor. Etik değerlerimiz ve karakterimiz toplumsal ürünlerdir. Sizi siz yapan bireyselliğinizin içinde ne kadar anne babanız, aileniz, okulunuz, arkadaşlarınız, okuduğunuz romanların kahramanları, dini tabular ve gelenekler vardır, düşündünüz mü? Sosyalizasyon denen bir etkileşim zincirinde, ömür boyu süren bir programlamaya tabi oluruz. Bizi var eden olmasa da, mutlaka şekillendiren birincil dış faktördür toplumsallaşma olarak da niteleyebileceğimiz sosyalizasyon sürecimiz. Bunun önemli bir bölümünü okullarda geçiririz.

Okulun en önemli görevlerinden biri, sizi toplumla ve toplumsal beklentilerle uyumlu bir birey haline getirmektir. Özellikle sanayi devriminden sonra, devletler toplumlarını kontrole yönelik olarak ders müfredatlarını merkezileştirdiler. Bireylere kimlikleri ve “programları” bu okullarda “yüklendi”. Okullar size ne zaman nerede nasıl davranacağınızı öğretmedi sadece. Aynı zamanda, nasıl düşüneceğinizi ve nasıl hissedeceğinizi de öğretti. Bir toplum ne kadar kapalı olursa, toplumsallaşmasını o denli standardize etmek ister. Diğer bir deyişle, bireyleri birbirine benzetmeye, fabrike etmeye, yeniden tasarlamaya çalışır. Toplumun devlete sadakati, bu çerçevede inşa edilir. Yani sizi siz yapan şeyler, Satürn’ü gözlemleyen bir astronomun yapacağı türden bir gözlemle anlaşılamaz. Daha derinlemesine bir “okuma” yapmak, içeriklerin size nasıl transfer edildiğini, nasıl sizin bunları özümsediğinizi, nasıl metotların bu süreçte kullanıldığını, ne tür güç ilişkilerinin size normal olarak verildiğini ve bunun gibi birçok başka ayrıntıyı atlamadan, göz önüne almalısınız. Sizin doğru-yanlış skalanız, “normal” olarak kabul ettikleriniz, inançlarınız ve ana akım dünya görüşü, okullarda “endoktrine ediliyor”. Sizi programlıyorlar. Topluluğun bir parçası olduğunuz müddetçe, onların doğrularını sizin kendi doğrunuz sanmanızı sağlıyorlar. Eğitimin esas amacı size bilgi vermek değil, sizin onların istedikleri yönde düşünmenizi ve hareket etmenizi sağlamak. Hatta esas püf noktası, bu olurken sizin bunu asla fark etmemeniz!

Yazmak kolay olmadı Agop’un öyküsünü

İşte Ermeni soykırımı konusu hakkındaki algılarınız böyle inşa ediliyor. 24 Nisan (dün) yayınlanan yazımda, bir hikâye anlattım ben. Bu öykünün kahramanı Agop, hem gerçeklere hem de benim betimlemelerime dayanarak size ulaştı. Yazmak kolay olmadı Agop’un öyküsünü. Okumak da kolay olmadı, eminim! Çünkü olanları görmeye başlamak acıdır. Başkalarının acısı acıdır! Her ne kadar başkalarını da acıtsa, insan olmaktan gelen bir özellik bu ya, başkasına olanı kendinize olmuş gibi hissedersiniz. Bu nedenle savaş tarihinde mesela, ağlayan, inleyen, uzuvları parçalanan, kafası-gözü yer değiştiren, haykıran, feryat eden, inleyen insanlar yerine başka şeyler anlatılır size! Kahramanlar, madalyalar, trampetler, törenler, bayraklar, topraklar, beyaz atlar, kötü düşmanlar, iyi biz gibi kurgulamalarla, ölüm güzellenir, ölüme ve öldürmeye güzelleme yapılır. Ölmekten gurur duymanız, ölmeyi arzulamanız sağlanır. Yoksa insanlar nasıl savaşa gider? En temel içgüdümüz olan hayatta kalma içgüdümüze karşın, nasıl olur da gençler orduya gönüllü yazılır mesela? Bunlar her toplumda olan şeylerdir. Fakat her toplumda örneğin bir savaşta kadınlara tecavüz ya da suçsuzların toplama kampına gönderilmesi gibi olaylar meşrulaştırılmaz. Savaş her ne kadar fenalıklar kümesi de olsa, savaşın savunma amaçlı yapılması, adil savaş olarak meşrulaştırılır. Ancak adil savaşın adil kuralları vardır. Örneğin bir halkı topluca imha etmek veya onları vatanlarından sürmek soykırım olarak kabul görür. Bu eylemleri hiçbir gerekçe meşrulaştıramaz. Almanların Yahudilere yaptığı, Sırpların Boşnaklara yaptığı, SSCB’de muhaliflere yapılanlar veya Tatarlara yapılanlar, Ruanda’da olanlar vs. insanoğlunun içinde kötünün hiç de sandığımız kadar derinde olmadığını bize kanıtladı. İyi ve kötü yan yanadır. Agop’un başını okşayan teyzeyle Agop’un babacığını katleden adamlar aynı mekânda, aynı zamanı paylaşmakta, aynı dili konuşmakta, aynı dine inanmaktadır!  Ürkütücü olan budur!

Siz kimsiniz? Bu sorunun yanıtı nedir?

Bu bir kâbustur aslında. Ve sadece Türk-Ermeni veya Alman-Yahudi meselesi değildir! İnsan olarak bizim kim olduğumuzla alakalı bir şeydir! Sizin programınızdan fazla bir şey olup olmadığınızla alakalı bir şey! Siz kimsiniz? Bu sorunun yanıtı nedir? Siz, size söylenen kişi misiniz? Sizi inşa etmek istedikleri adam veya kadınsınız? Sizin değerleriniz sizin değerleriniz mi, yoksa size empoze edilen, sizi programlarken size yükledikleri değerler mi? Siz aslında gerçekten kimsiniz? Agop’un başını okşayan teyzeyle onun babasını katleden askerler arasındaki fark, bizi biz yapan ince ayrıntıdır. O teyze o öyküde olmasa, “lanet olası Türkler!” diye bağırasınız gelir! Ama o teyze oradadır!

O teyze yokmuş gibi o tarihi okuyamazsınız! Ama Agop ve babası yokmuş gibi okuyabilirsiniz, öyle mi? İşte şimdi esas noktaya geliyoruz! Sübjektif algılar! Sizi inşa eden güç, sizin standartlarınızı manipüle edebilecek kadar güçlüdür. Siz Agop’un başına gelenlere “ama” diye bir açıklama yaparken, tam da bu olur. Devreye sizin okul müfredatınız, sizin endoktrinizasyonunuz, sizin ideolojik filtreniz, sizde inşa ettikleri o kimlik girer. Ve kontrolü eline alır. Artık acı bitti. Çünkü sizi programlayan üstün programcı bunu düşünmüştü! Sizin acılarınızı, empatinizi, insan yönünüzü nasıl ket vurarak engelleyeceğini biliyordu. Ve argümanlar: çeteler vardı, çeteciler vardı! Bu bir mukateleydi! Savaş vardı! Biz onları öldürmedik, sürdük gibi gerekçeler! Böylece beyninizdeki devlet, vicdanınızı da devletleştirir! Çünkü aslında siz yoksunuz, biz varız! Durun hemen itiraz etmeyin. Ben demek yok, biz demek var denen yaklaşımı size lanse ettiler, size doğru kabul ettirdiler ki bu durumlarda topluluktan aldığınız güçle doğruyu bulamayasınız. Oysa doğru size der ki, tarihin binlerce yıllık derinliğinden: öldürmeyeceksin! Ama… Hayır. Ama yok.

Ermeni soykırımını kabul etmek, gerçekliği fark ederek, programınızın dışına çıkmaktır. Özgürleşmek, kendi vicdanının inşasını ele almak, gasp edilen, hatta tecavüze uğrayan etik değerlerinizi yeniden tanımlamaktır. Esasında topluluğun parçası olmaktan, öz be öz insan olmaya geçiştir. Ermenilerin başına gelenlerin, Balkan Türklerinin başına gelenlerle ya da başka katliamlarla kompanse edilmesi mümkün değildir. Bu iş rakamların kıyaslanması da değildir ki bu zaten alçaklıktır. İş basit. Devlet, suçu kitleselleştiremez, devlet masumiyet karinesini ihlal edemez ya da askıya alamaz. Devlet çetelerin izlediği metodu izleyemez. Devlet birileri isyan etti diye 1915’teki gibi milyonlarca insanı katledemez, süremez, kolektif linç uygulayamaz!

Dedim ya, gerçek kendiliğinden var olmuyor. İnsan gerçekliğine Satürn’ü gözlemlemek gibi bir metotla yaklaşamazsınız. Algılardaki öznelliğin köklerine inmeniz, onları deşifre etmeniz, çözümlemeniz, özgürleşmeniz lazım. Birey olmanız lazım.

O öyküdeki gibi, Agopların başını okşayan olmak için!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Sadece belli bir kesimin mağduriyetlerini öne çıkarıp belli bir kesimi fail olarak göstermek de bir ‘ama’dır. Ermenilerin ne kadar kötücül bir millet olduğunu dayatan insanlarla Ermenilerin soykırıma uğradığını dayatan insanlarla çok mücadele etmek zorunda kaldım ve epey hırpalandığımı da söylemem gerekir. İnsanlar belli acıları kendileri yaşamadan anlamak istemiyorlar.
    Sizin yazdıklarınıza gelince, elbette çoğuna katılıyorum, benim itirazım belli kabullenmelerden yola çıkılarak yapılan dayatmalara. O Türk teyze orda olmasına rağmen Türkler yine tek fail. Daha geniş ve daha derin bir okuma gerekiyor bence. Benim için de örneğin Çerkeslerin Anadoluya gelip Ermenileri huzursuz etmesi, ardından tehcir esnasında olmayacak işlere girmesi kabul edilecek bir durum değil. Fakat biz akrabalarımızı sadece Ortaasya’da değil, Kürtler vesilesiyle Kuzey Irak’ta da, Çerkesler vesilesiyle Kafkasya’da da arayacaksak eğer, okumalarımızın ve itirazlarımızın içine hepsi dahil olmalıdır. Kuşların Karadeniz sahillerine vuran Çerkes kadınlarının saçlarından yıllarca yuva yapmış olması da buna dahil olmalıdır.
    Ve fail işte öyle aranmalıdır. Kasaları ağzına kadar doluyken bile yaptıkları soykırımların bedelini ödemeyen Rusyası, İngilteresi varken, soykırımın hukuku değil siyaseti yürürlükteyken kullanılan her bir soykırım lafı aynı zamanda bir istismardır, suiistimaldir. Maalesef bitakım kabullere çekilen acılar yön vermiyor, güç ve iktidar veriyor. Böyle bir ortamda bu gibi yazılar hiçbir yaraya da merhem olmuyor.
    İki gündür yazdığınız yazı için kullanılan fotoğrafa bi bakın. Bu fotoğrafı, her iki tarafın milliyetçileri de kendi mağduriyetini ortaya koyan bir delil olarak her yerde kullanıyorlar. Sizce artık o fotoğraftaki kadınların Türk veya Ermeni olmasının bir önemi var mı?

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin