İslamcılık üzerine notlar (4)

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

2000’li yıllar, revize edilmiş İslamcılığın kendisini Müslüman demokrat bir hareketmiş gibi lanse etmesi ve 28 Şubat’ın yarattığı fırtınanın artçı rüzgârlarıyla yelkenlerini doldurarak iktidara tek başına gelmesiyle, yeni bir evreye şahit oldu. İslamcılığın en temel kuramsal dayanağı, demokratik yollarla iktidarı elde etmekti. Bu nedenle İslamcılık demokrasiden daima sandığı anladı, seçimsel süreci demokrasiyle eşanlamlı olarak algıladı. Başka bir ifadeyle, Erdoğan’ın sözlerini kullanacak olursak, “Bu demokrasi amaç mı olacak, araç mı olacak. İşte burası tartışmaya açılmalıdır. Bize göre demokrasi hiçbir zaman amaç olamaz. Demokrasi(yi) ancak (…) bir araç olarak göreceğiz”. Bir başka konuşmasında Erdoğan yine İslamcıların demokrasiye bakış açılarına dair bir metafor yaparak demokrasiyi, yeri geldiği zaman inilecek bir tramvay’a benzetti.

Erdoğan’ın anladığı anlamda seçimsel süreç (seçimler yoluyla iktidara gelmek) tüm İslamcı hareketler için geçerli bir stratejiydi. Türkiye’deki diğer İslamcı akımlar da demokrasiden sadece seçimleri anlıyorlardı. En çok güvendikleri, Türkiye halkının büyük çoğunluğunun inanan dindar Müslümanlar olmasıydı. Siyasi pratikte, Müslüman veya İslam etiketine sahip olan veya algısal bakımdan İslam’la özdeşleştirilen tüm politik projeler, diğerlerine göre anlamlı bir üstünlük elde ediyorlardı. Merkez sağ partilere çok cazip gelen bu korelasyon, dini (İslamcılığa temayülü olan) tabanın araçsallaştırılarak avantaj elde edilmesi stratejisinin yeni kurulan ve İslamcı Milli Görüş köklerinden gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) tarafından da benimsenmesine neden oldu. Ancak başlangıçta AKP İslamcı retoriği son derece sınırlı tutarak Avrupa Birliği (AB) reformlarına yöneldi. Bu bağlamda liberallerle, Kürtlerle ve Gülen Cemaati ile yakın ilişkiler kurdu. Daha çok merkez sağ bir parti görünümü vermeye çalıştı. “Değiştik” mesajı vererek iktidar elitlerini ve derin devleti sakinleştirdi. AB yönelimli dış politika, Erbakan döneminin karikatürize edilen İslam dinarı, İslam NATO’su gibi realiteyle bağları kopuk projeleri unutturdu, ayakları yere basan ve ekonomik reform sürecini devam ettirmeye kararlı bir siyasi parti izlenimi oluşturdu. AB yönelimi, yine seküler toplum kesimlerinde – her türlü güvensizliğe karşın – belli oranda bir yatıştırıcı etkide bulundu. AB standartlarının ve modernitenin İslamcı tabanı da dönüştüreceği varsayıldı. Sosyolojik modernite dinamiklerinin daha seküler ve rasyonel bir dindar kesim oluşturacağı, yerelci İslamcılığın önem yitirerek, küreselci Müslüman demokratlığın önem kazanacağı varsayıldı.

Liberaller ve Avrupa sosyal demokrasisine yakın solcular, bu sürecin İslamcı kesimin cumhuriyete entegre olmasına açılan bir kapı olacağını umuyordu. Ötekileştirilen Kürtler gibi İslamcılar da cumhuriyetle “barıştırılmalıydı”. AKP bu süreci çok erken fark etti. Bu algının kendilerinin iktidarının konsolide olana kadar hayati önemde olacağının ayırtındaydılar.  Refah Partisi ve 28 Şubat süreci deneyiminden dolayı çok dikkatliydiler. Derin devlet dinamiğinin halen çok etkin olduğunu biliyorlardı ve iktidardan indirilmekten korkuyorlardı. AB yönelimi ve Müslüman demokrat, merkez sağ bir AKP imajı oluşturmak onlar için çok önemliydi. Seçimle işbaşına gelmiş meşru bir hükümet olarak, 12 Eylül Anayasası’nın öngördüğü askeri-bürokratik vesayetle ve derin devlet etkisiyle beraber yaşamak durumundaydılar. MGK gibi, Askeri Şura toplantıları gibi, Cumhurbaşkanlığı gibi, üst yargı organları (Anayasa Mahkemesi başta!) ile uğraşmak, bu dengeleri gözetmek durumundaydılar. Tüm bunları dengelemeye çabalarken, AB sürecinin önemini hissetmişlerdi.

AB süreci, Türkiye devlet mimarisinin AB müktesebatıyla uyumlu hale getirilmesini öngörüyordu. Bunun en başta gelen dayanak nokrası, atanmışların seçilmişlerin otoritesi altına gireceği bir normalleşmeydi. Yani özellikle asker-sivil ilişkileri yeniden düzenlenmeliydi. Daha dar çerçevede Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) askeri üyelerin sivillerle aynı karar alma mekanizması içinde yer almaları durumuna son verilmeli, sivil siyaset askeri bürokrasiyi kontrolü altına almayı başarabilmeliydi. Bu, AB süreci gibi bir manivela olmadan yapılamayacak bir işti. Bu durum, AKP İslamcılarının AB konusundaki tutumunu belirledi. Adeta Erdoğan AB sürecini de bir “tramvay” olarak tasarladı. Üstelik tramvaydan indirme konusunda AB kendisinden bile daha istekliydi. Bunu görmek Erdoğan’ın hoşuna gitmiş olmalı. Çünkü AB süreci üyeliğe götürebilen bir süreç olabilseydi eğer, o zaman herhalde Türkiye’nin kaderi de değişecekti. Ancak Erdoğan ve çevresi, çok ustalıkla AB zırhını kullanarak, vesayetçi kanadı adım-adım tasfiye etti. Bunu yaparken meşhur “kurbağanın soğuk suda ağır-ağır ısıtılması” stratejisini uyguladı. Hararetli bir insan hak ve özgürlükleri retoriği benimsendi. AB değerleri bu süreçte harika bir kamuflaj sağlamaktaydı.

Erdoğan bu süreçte giderek AKP’de kontrolü elinde tutan tek adam olmaya yöneldi. İslamcılar her ne kadar demokratik “şura” gibi İslam tarihinde istisnai olarak yaşanmış bazı süreçleri vurgulasalar da, özellikle tek adam liderliği konusunda neredeyse evrensel bir yaklaşıma sahiptir. AKP de, “özgül ağırlığı olan” önemli isimlerin birbiri ardına tasfiye edildiği bir sürece şahit oldu. Bu arada, şeffaflıktan uzaklaşıldığı ve yolsuzlukların giderek arttığı bir siyaset-ticaret-diyanet üçgeni çerçevesinde Erdoğan gücünü arttırmayı sürdürüyordu. Ergenekon, Sarıkız, Ayışığı, Balyoz, Askeri Casusluk gibi davalarda, derin devletin aktif hücreleri (ve kurunun yanında hatırı sayılır oranda yaşlar) TSK’dan tasfiye ediliyor, askeri vesayet sistemi etkisizleştiriliyordu. Bunun yanında Kürt siyaseti ile yakınlaşılıyor, Oslo Görüşmeleri ve Çözüm Süreci çerçevesinde bir siyasi çözüm yönelimi, AKP çevresinde toplanan liberalleri, Cemaat’i, Kürtleri, demokrat aydınları AKP’nin halen ehven-i şer bir Türkiye gerçeği olduğuna ikna ediyordu. Bu arada özellikle diğer İslamcı gruplar da (Cemaat gibi) AKP’ye destek oluyor, onun etrafında kenetleniyordu.

17-25 Aralık ve Gezi Parkı süreçleri sonrasında AKP ve Erdoğan çok ağır hasar aldı. Ancak taktiksel rasyonel adımlarla, umulmadık şekilde özellikle 17 Aralık sürecini etkisiz hale getirmeyi başardılar. 17 Aralık’ta suçüstü yapılmalarına ve tüm yolsuzluk ilişkileri deşifre olmasına karşın, yargıya operasyon yapan Erdoğan hükümeti, devam eden hukuki ve polisiye süreci bitirterek, iktidarının alanını anayasal zeminin öngördüğü sınırların dışına doğru genişletmeyi başardı. Bu süreçte Ergenekoncu derin devletle işbirliği yaptığına dair kuvvetli göstergeler var. Muhtemelen bu çerçevede, derin yapının beklentilerine uygun olarak (veya verdiği desteğe karşılık olarak) Çözüm Süreci’nin bitirilmesi, Cemaat’in terör örgütü ilan edilmesi, Suriye politikasında Rusya’ya yaklaşmak, ABD ve Batı ile araya mesafe konması gibi konularda politika değişikliklerine gidildi. İslamcılar, kendilerinden etkice güçlü olan nasyonalist bir gruba boyun eğmişlerdi.

15 Temmuz sürecinde İslamcıların nasyonalist Avrasyacılarla olan ortaklığı yeni bir boyuta taşındı. TSK’daki Batıcı-NATO’cu askeri yapı, 15 Temmuz’da “FETÖ’cü” ilan edilerek, hem darbe Cemaat’e yamanmaya çalışıldı, hem de Avrasyacılara alan açacak geniş bir tasfiye harekâtı geçekleştirilmiş oldu. Derin yapı, 12 Eylül 1980 darbesinin Türkçülerle İslamcıları birleştirmeye yönelik Türk İslam Sentezi ideolojisini devletin ana taşıyıcısı yapması olgusu gibi, 15 Temmuz sonrasında da Kemalist devlet çerçevesinde İslamcılarla nasyonalistleri (Ülkücülerle ulusalcıları) birbirine eklemleyen yeni bir sentez ideoloji piyasaya sürüldü. Eli 17 Aralık sonrası çok cılızlaşan Erdoğan ve çevresi, bu yeni korunma sağlayıcı koalisyon zırhını bir lütuf olarak gördüler. Avrasyacı derin yapının beklentilerine uygun şekilde, İslamcı ve nasyonalist jargon kullanılarak, geniş toplum kitleleri Batı aleyhtarı, pro-faşizan, anti demokratik politikaların doğruluğuna şartlandırıldılar. Tabanda İslamcılar, Ülkücüler ve Ulusalcılar, aynı zeminde buluştular. İslamcılık sonunda devletle gerdeğe girmiş ve bütünleşme gerçekleşmişti.

Türkiye örneğinde Erdoğan, birleştirici karizmatik İslamcı lider olarak algılandığı müddetçe, İslamcı tabanı bu devletlu güç merkezine adapte eden bir enstrüman olarak görevini yerine getirmeyi sürdürecek. Bu bağlamda, İslamcılar devleti dönüştüremedi, ama devlet İslamcıları dönüştürdü. Marksistleri bile Kemalistleştirebilen çapta bir devletlû derin devletten de bu beklenirdi zaten.

Osmanlı’dan beri süre gelen Türkçülük ve İslamcılık arasındaki rekabet, bir tür hiyerarşik işbirliğine evrilmiş oldu böylece. Çünkü oluşan mutant veya hibrit yapının ortak birleştiricisi a) anti demokratik oluşu, b) yerel oluşu (küreseli reddedişi), c) Batı aleyhtarı oluşu. Batıyı reddetmenin gerekçesi ne olursa olsun, sonucu aynı. 1945 sonrası Türkiye’nin entegre olduğu güvenli limandan, gemiyi dalgalı ve fırtınalı, kayalıkları ve girdapları hiç de azımsanmayacak ölçüde tehlikeler beraberinde getiren ucu bucağı belirsiz denizlere sürüklemek. Bu gemide kılavuz kaptan olarak Rusya’yı seçmiş olmak, başlı başına ayrı bir tehlike kategorisi oluşturuyor.

Bu hikâyenin sonu nasıl olur bilemiyoruz henüz. Görünen şey sadece şu: demokrasi ve temel insan haklarına saygılı bir hukuk devleti bekleyenler için kötü haber var. Onlar için bu hikâyenin bir mutlu sonu yok.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin