İran protestoları: Mükemmel kötülük rejiminin alarm zili

Yorum | Bülent Keneş

İran halkı yine sokaklarda. Yine diyorum çünkü 28 Aralık’tan beri devam eden protestolar ne bir ilk ne de bir son olacak gibi. Olayları uzun erimli bir bağlam içerisinde değerlendirmeyenler her gelişmeyi sadece kendi bağlamında ele alıp, sanki o olay bir ilkmiş ve biricikmiş gibi yorumlayarak hak ettiğinden daha büyük önem atfediyor ve anlam yükleyebiliyorlar. Oysa basit bir iki klavye hamlesiyle Google’a ‘İran protestoları’ yazdığınızda size 1979 Devrimi’nden bu yana yaşanmış, bazıları bugünkünden çok daha şiddetli, birçok protesto eylemini ekranlarınıza getirebiliyor.

15 Temmuz 2016 darbe kumpasından hemen sonra hakkımda ağırlaştırılmış 3 müebbet artı 15 yıl hapis cezası istenmesine gerekçe gösterilen kapatılan Yeni Hayat’taki 9 Temmuz 2016 tarihli yazımda İran gibi kötülüğü mükemmelen sistemleştirmiş rejimlerin mukadder akıbetlerini irdelemiş ve maalesef Türkiye’nin de çoktan o yola girdiğinden bahsetmiştim. Dünya medyasının geniş yer ayırdığı İran’daki protestoların hedeflediği sonuca erişme ihtimalini çok düşük görmekle birlikte, yaşananların ve İran halkının maruz kaldığı çaresizliğin o yazıda konu edindiğim tezi desteklediğini söyleyebilirim.

DEMOKRASİNİN NE BÜYÜK NİMET OLDUĞUNU İRAN’A BAKIP ANLAYABİLİRİZ

Tipik bir teokratik despotizm düzeni olan İran rejiminin bu protestolarla yıkılması muhal olsa da nihai anlamda yıkılarak yerine daha insani, daha medeni ve daha demokratik bir rejimin kurulmasının, maalesef yaygın şiddete dönüşme riski de bulunan, bu tür çıkışlardan başka yolu olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu noktada, üç müebbetlik hapis değerindeki o yazının demokrasi teorisinde önemli bir yeri olan ana tezini şöyle bir hatırlayalım:

“Hiç şüphesiz ki, demokrasinin en değerli nimetlerinden biri de yorulan, yozlaşan, yoldan çıkan, güç sarhoşluğuyla keyfileşerek diktaya sapma belirtileri gösteren iktidarları kana, şiddete, kaosa, savaşa gerek kalmadan barışçıl yollardan zamanlıca değiştirme imkânı sunmasıdır.

Bu açıdan demokrasi, muhalefetin iktidar olma umutlarını canlı tutması kadar iktidardakilerin iktidar sonrası selameti için de büyük bir imkândır. Aksi halde askeri darbeyle, halk ihtilaliyle, suikastla ya da iç savaşla ama mutlaka şiddet ve kan yoluyla değiştirilmek zorunda kalırlar ki, tarih bunun pek çok feci örneğiyle doludur. Bu yüzden, iyi kötü işleyen bir demokrasiyi rayından çıkarıp otoriter bir tek adam rejimine dönüştürmekten en çok imtina etmesi, korkması gerekenler, paradoksal olarak, iktidardakilerdir.”

Savunduğu ilkecilik iddialarının aksine dünyanın gelmiş geçmiş en pragmatik rejimlerinden biri olan mevcut İran Devleti’nin ihtiyaca göre ileri geri salınan bir sarkaç misali kurguladığı siyaset yapma biçimini anlamakta güçlük çekenler, aşağı yukarı benzer temalarla ve belirli bir frekansla yaşanan yaygın protestolara İran rejiminin sonunu getirecek eylemler muamelesi çekmekten kendilerini alamıyorlar. Oysa bu protestolar, özellikle dış gözlemciler için İran rejiminin tahammül edilmezliğini gözler önüne serse de, rejimin uzun erimli siyaset sarkacında o an için bulunduğu konumu hızla gözden geçirmesi uyarısında bulunan bir alarm zili vazifesi de görmektedir.

2012 yılında yayınlanan “İran Siyasetinin İç Yüzü” isimli kitapta bünyesinde takiyye ve kitman gibi anlayışları da barındıran İran siyasetine yön veren düşünce sistematiğini, rejimin iç siyasi yapısını, karar alma mekanizmaları ve süreçlerini, ekonomik, sosyo-politik, askeri ve hatta kültürel güç odaklarını tarihi arka planlarıyla birlikte geniş geniş anlatmıştım. İran rejimi gibi mürailiği ilke edinmiş teokratik bir despotluğa doğru yol alan Erdoğan rejiminin bu kitabı hala piyasada tutup tutmadığından emin olmadığım için, mevcut İran Rejimi’nin iç siyasi yapılanmasının genel görünümü için Mahmut Akpınar’ın 1 Ocak günü TR724’te yayınlanan yazısına bir göz atmanızı tavsiye ederim.

ILIMLILIK İLE RADİKALİZM ARASINDA GİDİP GELEN SARKAÇ SİYASETİ

Oldukça rasyonel bir kurguyla çalışan bu sarkaç siyasetini en genel hatlarıyla şöyle anlatabiliriz: İran Rejimi, radikalizm ve pragmatizm ile devrimcilik ve ılımlılık dikotomilerini yerinde ve zamanında son derece başarılı bir şekilde kullanma becerisi gösteren bir rejimdir. Bu rejimin temel siyaset yapma anlayışı, halkın rızası ve beklentileri konusunda ipleri elinden kaçırmamak şartıyla, ülkenin ekonomik ve sosyo-politik alandaki ihtiyaçları ile rejimin önceliklerinin temel belirleyici olduğu güvenlik ve dış politika amaçlarının gereklilikleri arasında bir denge kurma üzerine kuruludur.

Bu açıdan bakıldığında İran’ın gerek iç siyaseti gerekse dış politika ve savunma stratejisi sürekli inişli çıkışlı, gelgitli bir salınım içerisindedir. Bir iktidar döneminde askeri ve devrimci önceliklerini perde gerisine iterek ılımlılık, reform, dünya ile entegrasyon ve diyalog öğeleri ile öne çıkmayı başarabilen İran, bir başka iktidar döneminde yine başarılı bir şekilde tam tersine yönelebilmektedir.

Bahsini ettiğimiz bu yönelimler, demokratik rejimlerdeki halkın demokratik beklentilerinin şekillendirdiği iktidar yapılanmalarının doğal yönelimleri ile karıştırılmamalı. Tam tersine bu yönelimler rejimin, yani çekirdeğini dini lider Ali Hamaney ve Devrim Muhafızları’nın oluşturduğu derin İran’ın, şekillendirdiği ve ihtiyaca binaen yol verdiği iktidar unsurları aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Bu amaçla kurgulanmış rejimin kurumlarının verdiği imkanlar sayesinde dini lider ve Devrim Muhafızları, istedikleri zaman istedikleri sonucu doğuracak bir siyasi ekibi iktidara getirebilmekte ve istedikleri zaman bunun tam tersi bir ekibin önünü açabilmektedirler.

Bazen buna bile gerek duymaksızın, 1989-1993, 1993-1997 yılları arasında iki dönem cumhurbaşkanlığı yapan Ali Ekber Haşimi Rafsancani örneğinde olduğu gibi, rejim aynı ekibin ilk dönemi üzerinden ılımlılığı, reformculuğu, güvercinliği ve dünyayla diyalogculuğu oynarken, ikinci döneminde yeniden devrimci fundamentalizme, radikalliğe, şahinliğe yani tam tersi bir yöne evrilebilmektedir. İran rejimi, kurguladığı bu pragmatik sarkacın ileri geri hareketlerini son derece bilinçli bir şekilde planlamakta ve bu sayede rejimi ayakta tutmayı başarmaktadır.

BİR ŞAHİN BİR GÜVERCİN, BİR ILIMLI BİR RADİKAL…

Şöyle ki, İran’da rejimin revizyonizmini ve dünyaya meydan okuyan devrimci iddialarını canlı tutacak her siyasi süreci mutlaka kısmen reformist ve nispeten özgürlükçü bir süreç takip etmektedir. Bu dönemlerde rejimin katı yapısı gevşemiş gibi bir his ve algı oluşturulmakta, halkın bir nebze de olsa nefes alması sağlanmaktadır. Bu dönemlerde İran dünya ile ilişkilerini yoluna koymakta ve ekonomisini yeniden toparlama şansı yakalamaktadır. Kurgu gereği bu tür ılımlı ve reformist her süreci, her defasında mutlaka yeniden bir meydan okumacı radikal süreç takip etmektedir.

İçeride ve dışarıda planlı bir şekilde şahinleşilen bu dönemlerde, ılımlılık ve reform süreçleri sayesinde elde edilen ekonomik, siyasi ve diplomatik edinimlerin oluşturduğu imkân ve kapasite kullanılarak tam tersi bir istikamete yönelinmektedir. Bu dönemlerde dünyaya meydan okunurken, halka radikalizm ve devrimcilik empoze edilmekte, silahlanma ve nükleer çalışmalar gibi dünyanın dehşetle izlediği programlara hız verilmekte ve rejimin dinamiklerindeki aşınmışlıklar giderilerek yeniden konsolide edilmektedir.

1993’e kadar ılımlı ve açılımcı bir siyaset güden Rafsancani iktidarının 1993-1997 yılları arasında radikalizme ve devrimciliğe yönelmesinin açıklaması budur. Rafsancani’nin radikal/devrimci ikinci dönemini 1997 yılında Muhammed Hatemi ılımlılığının ve reformculuğunun takip etmesi de bir tesadüf değildir. Her ikisi de rejimin çelik çekirdeğinin kurguladığı uzun soluklu oyun planına dahildir. Yanlış anlaşılma olmasın, Hatemi, eylem ve düşüncelerinde sahih olmasına sahihtir ama o sahihliğin kendisine alan bulup bulamayacağı tamamen rejimin insafına ve kurguladığı oyun planına uygun olup olmadığına kalmış bir konudur.

Neticede, birinci iktidar döneminde daha cesur atılımlar yapma imkânı verilen Hatemi’nin hareket alanı, rejimin gerek Devrim Muhafızları, gerekse tamamen Hamaney’in kontrolündeki yargı üzerinden yapılan karşıt hamleleriyle ikinci iktidar döneminde alabildiğine daraltılmıştır. Bununla da yetinilmemiş, iplerin ellerinden kaçmasına tahammülü olmayan rejim unsurları rejimi fabrika ayarlarına yeniden döndürecek Mahmud Ahmedinejad iktidarına yol vermiştir. Bu dönemde medeni dünya ile cedelleşirken rejimin devrimci ayarları bir kez daha gözden geçirilmiştir. Rejimin elinde bulunan ve büyük bir incelikle örüntülenmiş olan enstrümanlar da zaten uzun soluklu bu mükemmel oyun planı için kurgulanmıştır.

RAFSANCANİ BİLE OLSANIZ İHTİYACA BİNAEN SAKINCALI OLABİLİRSİNİZ

Ardarda iki dönemden fazla cumhurbaşkanlığı yapılmasına imkân vermeyen rejim, araya zaman girdikten sonra iki dönem cumhurbaşkanlığı yapmış bir ismin yeniden aday olmasına yasal açıdan müsaittir. Ama bu müsaitlik ancak rejimin adaylığınızı o dönem için uygun görmesiyle bir anlam ifade eder. Rejim tarafından siyaset yapma tarzınız o dönemin ihtiyaçlarına uygun bulunmuyorsa, Humeyni döneminde Meclis Başkanlığı, sonrasında iki dönem cumhurbaşkanlığı yapmış Rafsancani bile olsanız rejim sizi sakıncalı bulup adaylığınızı veto edebilir.

Ya da Humeyni döneminde var olan başbakanlık koltuğuna oturmuş Mir Hüseyin Musavi, ya da tıpkı Rafsancani gibi Humeyni döneminde Meclis Başkanlığı yapmış Mehdi Kerubi de olsanız alnınızın ortasına “rejim düşmanı” damgasını yer ve şansınız varsa şayet rejimin gazabından sadece ev hapsine alınmakla kurtulursunuz. Neden? Çünkü, rejimin oyun planının o dönem için uygun gördüğü radikalleşme, fabrika ayarlarına geri dönerek rejimin vidalarını sıkılaştırma, güvercinliği bırakıp şahinliğe yönelme, ılımlılık döneminde elde edilen ekonomik, sosyal ve siyasal sermayenin kullanılacağı radikal, revizyonist, meydan okumacı ve devrimci ana gündemin ihtiyaçlarına uygun görülmemişsinizdir de ondan. Kim bilir aynı niteliklerle ve aynı politik amaçlarla bir sonraki dönemde yeniden aday olsanız, o dönem için rejimin ihtiyaçları onu gerektiriyorsa, ana kurguya bağlı olarak kapılar sonuna kadar açılabilir de önünüzde…

Rejimin asıl aktörlerinin perde gerisindeki mükemmel kurgusuyla her dönemin ihtiyacına göre farklı bir görünürlük arz edebilen İran rejiminin en büyük başarısı belki de önüne engel koyduğu ya da önünü açtığı kadrolar üzerinden siyasetini ihtiyacına binaen gerip, ihtiyacına binaen yumuşatabilme becerisidir. Siyasetten ekonomiye, yargıdan savunmaya, eğitimden sosyal hayata kadar her alanda asıl oyuncular olan Hamaney ekibi ve Devrim Muhafızları’nın hem açılım hem de gerilim siyasetinin aynı amaca hizmet ettiğini aklımızın bir kenarında tutarsak, İran’daki gelişmeleri doğruya daha yakın bir şekilde anlama şansımız artar.

HUMEYNİ’NİN ŞAH’A KARŞI OLAN ŞANSI BUGÜNKÜ MUHALİFLERDE YOK

Peki, 28 Aralık günü ülkenin kuzey eyaletlerinde başlayarak ülkenin diğer kesimlerine yayılan protestoların hiç mi bir değeri, bir önemi yok. Elbette ki var. Ama, toplumu cendereye alma konusunda neredeyse hiç bir açık bırakmayan ceberut Iran rejimi karşısında maalesef fazla bir şansı yok. Sağlam bir ideolojik temeli ve halkta ciddi bir karşılığı olmayan, kurumsal altyapısını ise ancak dış destekle ayakta tutabilen Şah Rejimi’ne karşı Humeyni liderliğindeki mollaların elde ettiği şans, bugün ezici çoğunluğu teşkil etseler bile, maalesef muhaliflerin elinde bulunmuyor. Çünkü, Humeyni’nin temellerini attığı rejim aradan geçen neredeyse 40 yıllık süre zarfında, acımasız bir kıyıcılığın yardım ve kolaylaştırıcılığıyla, Şah’ın asla elde edemediği bir ideolojik donanımı ve rejim konsolidasyonunu, üstelik de tamamen kendi imkanlarıyla büyük ölçüde temin etmiş durumda.

Şundan herkes emin olabilir ki, bugün rejimin ihtiyaç duyması halinde halkın karşısına halka kurşun sıkmaktan imtina eden Şah orduları değil, kimlikleri ve benlikleri dahil herşeylerini borçlu oldukları rejimin militanları çıkarılacaktır. Dini ajitasyonla sürekli keskinleştirilen ideolojik bilenmişlikleriyle hareket edecek ne Devrim Muhafızları ne de onların kontrolünde örgütlenmiş milyonlarca Besiçten kimse Şahın askerlerinin halkla karşı karşıya geldiğinde yaptığına benzer bir şey beklemesin.

Bu açıdan bakıldığında maalesef İran halkının, geniş ve yaygın bir kadro, kendi içerisinde sağlam bir ideolojik temele dayanan ceberut rejim karşısında Tunus, Libya, Mısır halklarının tek adam diktatörlüklerine karşı olduğu kadar da şansı bulunmuyor. Kaldı ki İran rejimi, bu tür protestolarla ve hatta farklı etnik grupların ağırlıklı olduğu bazı Sünni bölgelerinde silahlı kalkışmaya varan olaylarla ilk kez karşılaşmıyor. Muhaliflerin imkanları hep aynı düzeyde kalmayı bile başaramasa da İran Rejimi, bu eylemlerle nasıl başa çıkabileceğine dair her seferinde daha fazla tecrübe ve imkan ediniyor. Bu tecrübelerini gerektiğinde kendi toprakları üzerinde acımasızca kullanmaktan çekinmediği gibi, bu tecrübe ve donanımlarını Suriye örneğinde olduğu gibi müttefiki ülkelerle paylaşmaktan da da geri durmuyor.

 

Bu yüzden, despot Erdoğan ve çevresindekilerin kendi amaçları doğrultusunda istismar ettiği dini bir siyasi sermayeye çevirerek, demokratik tüm kanalları ya tamamen kapatıp ya da tamamen kontrol altına alacak İran benzeri bir rejim kurma çabası boşuna değil. İran Rejimi’nin başardığı gibi konsolide edilmesi durumunda, sadece asimetrik imkanlara sahip olabilen iç dinamiklerle alt edilebilme şansı daralan böyle bir rejimin yıkılması ancak dünya savaşı niteliğindeki bir herc-ü mercle mümkün olabilir ki, böyle bir şey ne kadar arzu edilir, o da ayrı bir konu.

BUGÜNE KADAR OLANLAR BUNDAN SONRA OLACAKLARA İŞARET EDİYOR

Normal demokratik rejimler bu tür protestoları halkı rahatsız eden hastalıkların bir semptomu olarak algılar ve o hastalıkları tedavi etme yoluna sapar. Despotik rejimler, hele hele dini kuşanıp kendisine kutsallık atfeden İran benzeri rejimler ise, genelde tam tersini yapar. Kısa vadede başını kaldıranları ezer geçer, orta ve uzun vadede ise başlarını bir daha kaldıramayacak baskıcı bir süreci tesis eder. İran’daki protestoların ancak 5-6 yıllık, bazense 9-10 yıllık fasılalarla mümkün olabilmesinin sırrı da bu olsa gerek. Rejimin üzerinden silindir gibi geçtiği halkın korku duvarını yıkarak yeniden cesaret toplayıp kendine gelebilmesi ve sokaklara çıkma cüreti gösterebilmesi oldukça zaman alıyor.

Sözün özü, kendisini dört başı mamur teokratik bir despotluk olarak mükemmelen donatmış kıyıcı İran Rejimi karşısında sayıları milyonları da bulsa sokaktakilerin fazlaca bir şansı bulunduğunu sanmıyorum. Başlıkta da ifade ettiğim gibi, rejim bu tür protestoları kendisi için bir alarm zili olarak görüyor. Her defasında protestocuların taleplerine kulak verip gereklerini yapmak yerine tam tersine hareket ediyor. İplerin elinden kaymasına menfez oluşturacağı endişesiyle tüm nefes borularını tıkayarak daha tahakkümcü bir yola giriyor.

Bahsettiğimiz oyun planı çerçevesinde rejimin bir tercihi olan Cumhrubaşkanı Hasan Ruhani’nin kulaklara demokratik gelebilecek açıklamalarına rağmen, bu sefer de farklı olmayacağı kanaatindeyim. Biraz daha sürmesi ve artması durumunda protestolar tüm toplumu uzun süre sindirecek şekilde kan ve şiddetle bastırılır, akabinde binlerce muhalif tutuklanır, daha önceki gösterilerde olduğu gibi onlarcası bir daha kendilerinden haber alınamayacak şekilde kaybedilir. Bu sayede rejim 5 ila 10 yıl kadar rahat eder ve bir sarkaç şeklinde tasvir ettiğimiz oyun planını işlevsel bir döngü halinde sürdürmeye devam eder.

Bu tür protestolar İran rejiminin sarsılmasını değil, tam tersine katılaşarak, radikalleşerek her seferinde devrimci ayarlarına geri dönmesi ile sonuçlanmıştır. Bu sefer de farklı olması için elimizde herhangi bir sebep bulunmuyor. Bu yüzden bazı gözlemciler, bu tür protestoları dönemsel ihtiyaçları kapsamında açılım siyasetinden radikalleşmeye evrilmek isteyen İran rejiminin bir ‘false flag’ operasyonu olarak bile değerlendirebiliyor. Umarım bu defa mevcut durum ve muhtemel sonuçları anlattıklarımızdan farklı olur.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin