Devletler büyüdükçe, bireyler küçülüyor

YORUM | YAVUZ ALTUN

İfade özgürlüğünün kalesi olarak görülen Avrupa Birliği’nin (AB) sınırları içinde, son iki yılda, siyaseti ve iş dünyasını etkileyen kirli ilişkileri açığa çıkarmış üç önemli gazetecinin öldürülmesi, sıradan insanların hiç olmadığı kadar tehlike altında olduğunu gösteriyor.

Bu isimlerin ilki Maltalı gazeteci Daphne Caruana Galizia’ydı. 53 yaşındaki deneyimli gazeteci, vergi cenneti olarak bilinen Malta’daki banka hesapları üzerinden siyasilerle iş adamlarının kirli ilişkilerini deşifre etmişti. Panama Papers adlı bu dosya yayınlandıktan bir süre sonra, Ekim 2017’de arabasına bomba konarak öldürüldü. Malta hükümeti iyi niyetini göstermek için FBI’dan yardım istedi ancak hâlen suikast emrini kimin verdiğine ulaşılamadı.

Bu yılın Şubat ayında Slovakyalı bir araştırmacı gazeteci Both Kuciak nişanlısıyla birlikte evinde ölü bulundu. Ölümünden sonra yayınlanan, üzerinde çalıştığı son haber İtalyan mafyasıyla Slovakya Başbakanı Robert Fico’nun yakın çevresi arasındaki bağlantılardı. Slovakya medyası cinayeti doğrudan hükümete yıkmanın “acelecilik” olacağını savundu ama gazetecinin ölümünden kısa süre sonra Kosice’de bir vergi dairesinde şüpheli bir yangın çıktı. Zaten Slovakya halkı aylar öncesinde Fico’nun yolsuzluğu aleyhine protestolar düzenlemişti.

Son olarak geçen Cumartesi günü Bulgaristan’ın Rusçuk şehrindeki bir parkta TV habercisi Viktoria Marinova’nın tecavüze uğramış, cansız bedeni bulundu. O da AB fonlarıyla ilgili bir yolsuzluğu ortaya çıkarmıştı. Bulgar hükümeti, “Kanıtlar toplandı, katil zanlısının yakalanması an meselesi,” şeklinde açıklama yapsa da, ortada bir azmettiricinin olup olmadığını muhtemelen öğrenemeyeceğiz.

Suudi Arabistan vatandaşı gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suud konsolosluğunda kayıplara karışması, Türkiye’deki AKP hükümetinin dünyanın çeşitli ülkelerindeki Gülen Cemaati mensuplarını kaçırma girişimleri, Rusya’da muhalif politikacı ya da gazetecilerin kaza süsü verilerek öldürülmeleri ise artık neredeyse “normal” görülüyor.

Bütün bunların işaret ettiği daha büyük ve önemli bir gerçek var: Devletleri hesap verebilir tutmak, hukukun dışına çıkmalarını engellemek ve sivil toplumu devlet organizasyonunun üstünde görmek gibi fikirler eskidi, sanki yirminci yüzyılın son çeyreğinde kaldı. Yeni otoriter siyasetçilerin bütün bu denge ve denetleme mekanizmalarını çiğneyip geçmelerinin hiçbir politik masrafı yok.

Politikacıların aralarındaki kişisel ilişkiler, devletler arası kurumsal ilişkilerin önüne geçmiş durumda. İhaleler, rüşvetler ya da kâğıda dökülmemiş alışverişler dış politikada birçok parametreden daha belirleyici hâlde. Hiçbir surette Meclis’e taşınmayan ve haliyle denetime açık olmayan bu “yakınlıklar” çoğu zaman milyonlarca insanın kaderini belirleyebiliyor. Karar vericiler, eylemlerinin meşruluğundan zerre şüpheye düşmüyor üstelik. “Devletin bekâsı” meselesi hiç de sanıldığı gibi “yerli ve milli” bir ideoloji değil.

Uluslararası düzenin “hâmisi” olduğu varsayılan ABD’nin başında işkenceyi hoş gören bir başkan (Donald Trump), CIA’in başında ise işkenceciliği ile nam salmış bir direktör (Gina Haspel) var. ABD artık dış politikada “insan hakları”nı gündemine almıyor bile. Şirazesi o kadar kaymış vaziyette ki uluslararası düzenin, Interpol gibi bir teşkilatın Çinli başkanı Meng Hongwei, ülkesine gidiyor, kendisinden bir hafta haber alınamıyor, ancak olay medyaya sızdığı vakit Çin’den bir açıklama geliyor ve başkanın bir soruşturma dolayısıyla gözaltına alındığını, görevinden de istifa ettiğini öğreniyoruz.

Devletler büyüdükçe, bireyler küçülüyor. Güç zehirlenmesi politikacıları ve iktidar sahiplerini etkilerken, küçük insanlar da güç illüzyonu altında gerçeklikten kopuyor.

Bunun doğal sonucu olarak gazeteciler hayatlarından endişe duyarak otosansür yöntemlerine başvuruyor. Medya şirketleri, Macaristan ve Türkiye örneklerinde olduğu gibi her an devletin el koyma baskısı altında yaşıyor. Yakın tarihli bir çalışmaya göre Avrupa’da işini yaptığı için psikolojik şiddet gören gazetecilerin oranı yüzde 69. Türkiye’de bu oran yüzde 83.5. Avrupa’da gazetecilerin yüzde 38’i kişisel güvenliğinden endişeli. Yüzde 40’ı, kişisel hayatının mesleğinden ötürü etkilendiğini kabulleniyor. Türkiye’de tahmin edersiniz ki rakamlar çok daha yüksek.

“Aman canım gazetecilerin sorunu bunlar,” diye düşünüyor olabilirsiniz. Ancak iyi kötü bir medya olmadığında kişilerin haklarını koruyacak fazla bir mekanizma kalmadığını da görmek gerekiyor. Bugüne kadar dünyada verilmiş hak mücadelelerinin hemen hepsinde medyanın rolü büyüktür. Kitlelere duyuramadığınız bir itiraz, tam da iktidarların istediği şeydir. Türkiye gibi örneklerde iktidarların yanlışlıkları itiraf edenlerden çok, o yanlışlıkları medyaya taşıyanlara, ya da o yanlışlıkları gündeme getiren gazetecilere ceza verdiğini görmek bile, bunun en büyük delili. Türkiye’nin en çok gazeteci hapseden ülke olması, boşuna değil.

Sanırım burada asıl sorulması ve cevaplanması gereken soru şu: Biz, sıradan vatandaşlar olarak, bizi açıkça tehdit devletler ya da kurumlara karşı ne yapacağız?

İnsanların karşılaştıkları adaletsizlikleri, ne kadar küçük görünürse görünsün, kayda geçmesi adına, etrafındaki kimselerle paylaşması zaruri. Sosyal medya, bunun için önemli bir kaynak. Belki medyanın ilgisini hemen çekmek zor olacaktır ancak detaylı şekilde anlatılmış adaletsizlik hikâyeleri, zamanla kitlesini bulur. Medya, zamanla buna ilgi duyar.

Bir adım sonrasında dayanışma ağları oluşturup haksızlığa uğramış insanların mağduriyet kozasından çıkmalarını ve tıpkı IŞİD’in tarifsiz zulümlere maruz bıraktığı, yılmayıp başına gelenleri bütün dünyada soğukkanlılıkla anlatan, bu sebeple de Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen Nadia Murad’ın hikâyesinde olduğu gibi, bu mağduriyetlerin tekrar yaşanmaması için mücadelede ön safta olmalarını sağlamak gerekir.

ABD’de siyahların hakları için mücadele eden beyazlar hep vardı. Kölelik zamanında dâhi. Ancak mücadelenin somut adımlara dönüşmesi için bizzat vahşeti yaşayanların öne çıkmaları, başlarına gelenleri anlatmaları gerekliydi.

Kurumların giderek aşındığı, iletişimin ve hayatın aşırı hızlandığı 21. yüzyıl dünyasında, kendi sesini bulamayan bireyler ya da topluluklar (cemaatler) maalesef ne kadar “haklı” olurlarsa olsunlar, kendilerini tarihin çöplüğünde bulacaktır. Devletler ve iktidar sahipleri, toplumların sessizliği için her şeyi feda ederler. Bu çağda susmamak (tabi, doğru iletişim teknikleriyle), en büyük erdemdir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin