Değişim kaçınılmaz ama…

HABER-ANALİZ | KEMAL AY

Eğer aklî yönden yüzde yüz sağlıklı bir insansanız, geçmişi detaylarıyla, sebep sonuç ilişkileri içerisinde hatırlarsınız. Ancak geçmiş hayat tecrübesi sizde travmalar meydana getirmişse, geçmişi hatırlamaz, ‘sayıklarsınız’. Hatırlamak, size tecrübe sağlar. Bir hatayı, kolay kolay tekrar etmezsiniz. Ancak eğer travmatik bir zihnin pençesine düşmüşseniz, o geçmişi, bugün de aynı duygusal etkileriyle yaşamayı sürdürürsünüz.

Türkiye’de toplum 2013’ten bu yana travmatik bir süreç geçiriyor. İktidar, beka mücadelesi verildiği konusunda insanları ikna etmek için yoğun bir çaba içerisinde. Tarihteki bütün sosyal mühendislik projelerinden parçalar alınarak Türkiye toplumuna enjekte ediliyor. Bu uğurda, devletin bütün imkânları, bunun yanında medya araçları ve sokaktaki insana değen ne kadar ‘sivil’ vasıta varsa kullanılıyor. Ortalama muhafazakâr Türk insanının bütün sosyalleşme kanalları, AKP propagandasıyla dolu. Yeni icat edilen bir ‘yakın tarih’, damardan zerk ediliyor.

Propaganda makinası sadece AKP seçmenini hedeflemiyor elbette. Sağcısından solcusuna, milyonlarca insana çeşitli biçimlerde ‘mesaj’ gönderiliyor. Siyasetin mevcut tıkanıklığını daha beter hâle getirmek, asla bir çözüme mahal vermemek için dindar veya seküler her türlü ‘mesaj verici’ çeşitli katmanlarda kullanılıyor. Şunu hiç unutmamak gerekir: Bu iktidar gücünü toplumun bölünmüşlüğünden alıyor ve bu bölünmüşlüğü sürekli kılmak için çabalıyor.

Çeşitli kesimler, bir yandan iktidarın baskıcılığından şikâyet ederken diğer yandan birbirlerinden de alabildiğine korkuyor. Bunu devam ettiren de mevcut medya düzeninden, ‘âkil insan’ zannedilen insanların çapsızlığından başka bir şey değil.

Siyasetteki ve toplumdaki bu tıkanıklığı en güzel anlatan veri analizini, geçenlerde KONDA’nın Genel Müdürü Bekir Ağırdır yazdı. Birbirinden neredeyse kopuk üç farklı Türkiye’den bahsediyor Ağırdır. Sosyo-ekonomik anlamda gelişmiş kentliler, devletle ilişkisi sayesinde ayakta kalabilen Orta Anadolu ve yoksulluğun yoğun yaşandığı Güneydoğu bölgesi. Bu üç Türkiye’den ciddi oranda oy alabilen tek parti ise AKP. Ağırdır’a göre bu durumu bir grafikte göstermek gerekirse, bir ekseni sosyo-ekonomik gelişmişlik ve diğer ekseni etnik kimlik olan bir tablo çıkıyor karşımıza.

Görsel: Bekir Ağırdır’ın yazısında kullandığı Türkiye’de 230 bin kişiyle yapılmış bir çalışmaya dayanan demografik dağılım.

Yine Ağırdır, partilerin son 8 yılda aldığı oy oranlarına bakarak AKP ve CHP’nin tabanının neredeyse hiç değişmediğini saptamış. ‘Aynı sosyolojik, toplumsal ve ekonomik kümelerin içinde hareket etmişler.’ Bunun sonucu olarak da kimlik siyaseti baskın çıkıyor ve insanlar ‘Türkçülük, Kürtçülük, laikçilik ve dincilik’ ekseninde sıkışıyor.

Gelgelelim, bu analizin ortaya çıkardığı bir başka gerçek de şu: Ülkenin yüzde 45’i aslında her seçimde ‘kararsız seçmen’ görünümünde. Ağırdır’a göre Saadet Partisi ve İYİ Parti gibi henüz ne yapacağı bilinmeyen partiler de bu yüzde 45’in içinde temsil ediliyor:

“Bu yüzde 45 insan ne yapıyor? Bütün araştırmalarımız gösteriyor ki sadece gündelik hayatının geçim gailesi ile hanenin dirliği, düzenliği ile meşguller; siyasetten giderek umudu kesiyorlar ve ‘hangi parti ülkenin sorunlarını çözer’ dediğimizde yüzde 50’si ‘Bu ülkenin sorunları çözülmez’ noktasına gelmiş durumdalar. Bu insanların bir kısmının tabii ki bir siyasi tercihi var, hepimizin olduğu gibi ama o siyasi tercih artık bir umut taşımıyor ya var olan durumu korumayı hedefliyor ya da korkuları taşıyor. Dolayısıyla burada gördüğümüz gibi İyi Parti, Saadet Partisi ve diğer partiler yok, çünkü onlar hâlâ gri alanın içinde.”

Ancak son yıllarda yaşadığımız seçimlerdeki katılım oranlarını düşündüğümüzde, bu yüzde 45’in her şeye rağmen sandığa gittiğini de gözden kaçırmamak gerekir.

Bekir Ağırdır, konuyla ilgili yazdığı ikinci yazıda ise daha farklı bir probleme dikkat çekiyor: Sanayileşme ve şehirleşmenin problemlerini çözemeden, bilgi toplumunun sorunlarıyla karşılaşan ve bunları da çözmek yerine siyaseten yönetme yolunu seçen bir Türkiye tablosu var. Pek hesaba katmadığımız değişkenlerden birisi ‘iç göç’ mesela:

“Son 40 yılda bu ülkede, önümüzdeki seçimde oy verecek 57 milyon seçmenin 31 milyonu göç etmiş. Modern tarihte hiçbir Batı toplumunda böyle bir göç hareketi yok, üstelik de devam ediyor. Bugün sabah sorduğunuz zaman her 5 insandan 1’i daha iyi bir hayata ulaşmak arzusuyla yarın sabah taşınmak istiyor.”

Elbette bu insanlar öncelikle büyük metropollere gidiyor. 87 milyona yaklaşan Türkiye nüfusunun yüzde 65’i 5 metropolde yaşıyor Ağırdır’ın paylaştığı verilere göre. Bu şehirleşme beraberinde farklı bir Türkiye tablosu çıkaracak fakat şimdilik, bunun farkında olan iktidar, korku pompalayarak seçmenleri konsolide olmaya zorluyor. Şehirlileşme sürecinin oturaklaşmasıyla böyle bir ‘sıkışmışlık’ bir daha elde edilemeyecek muhtemelen. O yüzden ‘sessiz devrim’ süreci olarak adlandırılan AKP fenomeni, 2013’teki Gezi Parkı eylemleriyle birlikte ‘sesli devrim’ yoluna girdi.

Buna karşılık, ‘devrimsel’ sürecin tantanası arasında çok sayıda mağdur grup oluşurken, muhalefet bir türlü siyaset üretmeyi beceremedi. Genel hava, bu dalganın geçici olduğu ve sona gelmiş iktidarın biraz daha can çekişip ömrünü tamamlayacağı yönündeydi. Ancak iktidar, çeşitli projelerle kendini ayakta tutmayı başarırken muhalefet hâlen bir alternatif üretebilmiş değil.

Yukarıda da gördüğümüz üzere CHP, bir sıkışmışlık yaşıyor ve bunu aşmak için ‘dindar seçmene yanaşma’ stratejisi güdüyor. Ancak bu da mevcut kitlesinde rahatsızlıklar oluşturuyor. Önümüzdeki seçime kadar geçecek iki ayda bu tıkanıklığa çare üretmesi de pek mümkün görünmüyor. Öte yandan İYİ Parti ve Saadet Partisi arasındaki ittifakın, hem küskün seküler seçmene hem de küskün dindar seçmene hitap edebileceği ve böylece CHP ve AKP’den koparacağı parçalarla bir yeni siyaset imkânı bulabileceği iddiası var. Baskın seçimin bir sebebi de, bu türlü hazırlıkların önünü almaksa eğer, başarılı olunmuş denebilir.

Bu toplumsal tablo kilitlenmiş  gibi görünse de, hızlı değişimlere de müsait bir zemin. AKP’nin en büyük rakibinin yine kendi politikaları olduğu bir ortamda, erken seçim istemesi kadar doğal bir şey yok. Muhalefetin toplumun tamamına ulaşabilecek iletişim kanalları bulma, bu kanallardan yatıştırıcı ve çözüme yönelik mesajlar verme imkânı kısıtlı. Ancak basit meselelerle uğraşmak yerine, kapı kapı dolaşmak dâhil, son seçimmiş gibi çalışırsa, en azından Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turuna umut taşıyabilir. Aksi takdirde, ilk turda Erdoğan’ın kazanmaması için ortada bir gerekçe yok.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin