Bunca şey neden yaşanıyor?

YORUM | SÜLEYMAN SARGIN

“Fıtratın gayesi, hilkatin neticesi iman-ı billahtır” der Bediüzzaman. Onun ardından marifetullah, muhabbetullah, peşi sıra da zevk-i ruhanî gelir. Zevk-i ruhanîden kasıt “iştiyak likâullah” olmalıdır. İman ederek varlığını peşin kabul ettiği Rabbini uzun mücahede ve gayretler sonunda marifet ile tanıyan insan, irfanını muhabbet ile taçlandıracaktır. Tanıdıkça sevecek, sevdikçe içinde O’nu tanıma aşkı daha da derinleşecektir. Bu muhabbet elbette tek taraflı olmayacaktır. İmam Rabbâni, kulun ulaşacağı en büyük seviyenin “mahbûbiyet” (Allah tarafından sevilme) olduğunu ifade eder. Böyle bir sevilmenin ruhta hâsıl ettiği zevk herhalde “Sevgiliyle mülâkî olma iştiyakı” olsa gerektir. Bütün bunlar, insanın mahiyetinde var olan ve inkişafı insanın tercihine bırakılmış cevherlerdir. İrade, insana bunları gerçekleştirsin diye verilmiştir.

Peki, insanda olanı genellikle cüz’î olarak tanımlanan irade nedir? İnsana cüz’î de olsa bir iradenin verilmesini nasıl anlamalıyız? Bediüzzaman iradeyi, “Bir meyelan (eğilim) veya meyelandaki tasarruf” olarak tarif eder. Yani iki şeyden birini seçme durumunda bulunan bir insanın, onlardan herhangi birini seçme cehd ve gayretini ortaya koymasıdır. Hocaefendi, irade için daha çok “şart-ı âdi” tabirini kullanır. Bu aynı zamanda iradenin hem kulun fiili için bir şart olduğunu hem de hakikatte tesirinin bulunmadığını (âdî) anlatan enfes bir tanımlamadır. İradeyi kullanmanın zorunluluğunu “şart” ile hakikatteki etkisini ise sıradan ve basit anlamında “âdî” kelimesi ile anlatır.

“Şart-ı âdi”de sebeple sonuç arasında doğrudan, bağlayıcı bir ilişki de aranmaz. Bir tohumun filizlenip göğermesi için toprağa atılması şarttır. Toprakla temas etmeyen, çuvalda, depoda bekleyen hiçbir tohum çatlayıp yeşermez. Ama toprağa düştükten sonra tohumun geçireceği hiçbir aşamada onu toprağa atanın bir tasarrufu söz konusu değildir. Çocuğun oluşumu da böyledir. Basit bir spermin bir yumurtayı döllemesi için küçük bir şart söz konusudur ama döllenme gerçekleştikten sonra o çocuğun cinsiyeti, rengi, sağlık durumu, vücut yapısı ve hatta huyu, karakteri ve kişilik özellikleri tamamen sperm ve yumurta sahibinin tasarrufları dışında şekillenir.

Mesajı doğru anlamalıyız

Rabbimizin bize en büyük nimetlerinden olan iradeyi doğru yere koymak, tevhid telakkimizin sıhhati açısından da önemlidir. Çoğu zaman sahiplendiğimiz, başardığımızı iddia ettiğimiz, sonuçlandırdığımızda mutlu olduğumuz işlerimizde irademizin rolü o çekirdeğin ağaçtaki rolü kadardır. Allah’ın apaçık inayetini görmeden neticeyi tamamen irademize bağlayıp sahiplenmek Allah’a karşı saygısızlıktır ve Allah buna sebep olan nimetleri sevdiği kullarının elinden alır.

Tekrar başa dönecek olursak Allah bizi yeryüzüne Kendisini bilip tanımamız, kulluk etmemiz ve başkalarına da tanıtmamız için gönderdi. İradeyi de bu hedefi tahakkuk ettirelim diye bizlere ekstradan bir lütuf olarak ihsan etti. Yaşadığımız her şeyi bu iki temel gerçeği aklımızdan çıkarmadan değerlendirmeliyiz. Zahiren hayır gibi görünen işlerin de, şer gibi görünenlerin de hakikatte bu gayeye matuf ilâhî bir tercih olduğunu asla unutmamalıyız.

Sırf hizmete gönül verdikleri için yüzbinlerce insan kitlesel bir zulme ve kırıma maruz kalıyor ve bu imtihan hız kesmeden devam ediyor. Bütün bunları Celâlî tecelliler olarak görüp irademizi o istikamette kullanabilirsek imtihanı kazanırız. İster zindanda, ister sürgünde, isterse de kahredici bir atmosferde bu süreci yaşıyor olalım; her ne olursa olsun hakkımızdaki ilâhî tercihe karşı şikâyet etmemek irademizin hakkını vermek adına ilk adımdır. Bediüzzaman’ın ister hapis, ister sürgün başına gelen her yeni hadiseyi “el-hayru fî mâ’htârahu’llah- Hayır, Allah’ın benim hakkımdaki tercihidir” ifadeleriyle tam bir teslimiyetle karşılaması bizim için önemli bir örnektir.

İkincisi ise, bulunduğumuz şartları gerek Allah’la şahsi irtibatımız gerekse inandığımız değerlerin ihyası adına en verimli şekilde nasıl değerlendirebileceğimiz üzerine kafa yormaktır. Kader bir kısmımızı medrese-i yusufiye’de inziva ve uzlete alıp şahs-ı manevinin kalbini iman, marifet, muhabbet, ihlas, takva ve daha pek çok zümrütten güzelliklerle nakış nakış örüyor. Oradaki kardeşlerimize düşen, bu durumu kulluk ve kıvam adına en iyi şekilde değerlendirip hem kendileri hem de dışarıda varlık cilvesi göstermeye çalışan kardeşleri için dua dua yalvarmaktır. Aklını, fikrini, kalbini hiçbir şeyle kirletmeden, dedikodulara ve fitnelere prim vermeden bu muvakkat imtihanı kayıpsız atlatmaya çalışmaktır.

Geri dönmeyi unutmak lazım

Zindanda olmayanların bir kısmını da Allah, cebrî bir lütufla daha önce akıllarından bile geçirmeyecekleri coğrafyalara sevk edip yeni dünyalarla ve farklı insanlarla tanıştırıyor. Elbette dışarıda da işler kolay yürümüyor ama neticede kader cebriyle gerçekleşen bir hicret söz konusu. Cebrî hicrete mazhar olanların birinci önceliği, geri dönmeyi kafalarından ve kalplerinden çıkarmalarıdır. Onlar için geri dönmek bundan sonra sadece ziyaret ve sıla-i rahim gayeli olmalıdır. Bunu kabullendikten sonra bulunduğu ülkeye adapte olmak için başta dil öğrenmek olmak üzere bütün sebeplere eksiksiz riayet edilmelidir. (Daha önce başta değerli Mahmut Akpınar olmak üzere pek çok insan yurt dışında neler yapmak gerektiğini detaylarıyla yazdıklarından o fasla girmek istemiyorum.)

Tabii, ilahi takdiri bu kabulleniş Allah’a karşı saygımızın gereğidir, yoksa bu durum pasif ve pısırık bir duruşu netice vermemelidir. Dışarıdakilerin, yaşanan hukuksuzlukları, zulümleri, mağduriyetleri bütün dünyaya etkili bir şekilde duyurmak gibi bir sorumlulukları da var. Kim bilir belki de kader onları, bu gayeye matuf olarak yurt dışına çıkarmıştır. İradeleri böyle bir meyelan-ı hayır istikametinde kullanmak, sebeplerin çok ötesinde verimli ve bereketli neticelerin doğmasına vesile olacaktır. (Yeri gelmişken bu konuda en göz dolduran ve hakikaten ciddi emek sarf edip kimlik sormadan bütün mazlum ve mağdurların sözcülüğünü yapan İsveç’teki Stockholm Center for Freedom (SCF) ekibine dolu dolu teşekkür etmek gerekiyor. Pek çok imkândan mahrum olmalarına rağmen insan takatini zorlayan bir azim ve gayretle iradelerinin hakkını veriyorlar.)

İster içeride ister dışarıda olsun herkesin ama herkesin boynuna borç olan ise kesintisiz dua etmektir. Çünkü dua hem meyelan-ı hayra (irademizi iyi yönde kullanmaya) kuvvet verir, hem de Rabbimizle ve kardeşlerimizle kalbi irtibatımızı kuvvetlendirir. Marifet, muhabbet ve likâullaha iştiyak yolunda daha kat edeceğimiz çok mesafe var…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. Günlük olayları daha fazla ilgi ile izler ve okumaya çalışırken, bu tür kalbi ve aklı ikna edecek yazıları atlamamayı kendime ve başkalarına şiddetle tavsiye ediyorum. Ancak, olup biteni anlamaya çalışma ve bu meyanda aklı kurcalayan sorular hiç bitmiyor. Rabbim, bizleri kendi rızasına razı olan kullardan eylesin. Yoksa, kadere taş atmak ve bu sayede sırat-ı müstakimden uzaklaşmak çok çok kolay. Kazanma kuşağında kaybedenlerin gerçekten çok çok cüzi olması dilegimle, çünkü kaybedilecek olan ne maldır, ne paradır ne de candır, canandır…

  2. 26 sözde “şartı adi” geciyor. Yani o tabir Üstada ait.

    YEDİNCİSİ: İrade-i cüz’iye-i insaniye ve cüz-ü ihtiyariyesi, çendan zayıftır, bir emr-i itibarîdir. Fakat Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zayıf, cüz’î iradeyi, irade-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yani, mânen der: “Ey abdim, ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes’uliyet sana aittir.”

    Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp “Nereyi istersen seni oraya götüreceğim” desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette “Sen istedin” diyerek itab edip, üstünde bir tokat vuracaksın. İşte, Cenâb-ı Hak, Ahkemü’l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder.

  3. insanları kadere taş atmak gibi ağır bir cürümle suçlamak aynı hatanın tekrarını istemektir. Diyelimki otomobiliniz savruldu. Demez misiniz ki bu tekerin patlayacağı belliydi bidaha eskimeden çaresine bakacağım veya motordan ses geliyordu, bi daha yola çıkacağım zaman daha dikkatli olacağım demezmisiniz arkadaş. Kimin sözü bilmiyorum amma bir askerlik arkadaşımdan duymuştum hiç unutmadım. arkadaşın ismini unuttum o sözü unutmadım. “ Düşmeden düşünseydin, niye düştüğünü düşünmeyecektin.” Kadere taş atma diyenlere diyorumki: Bırak herkes niye düştüğünü düşünsün. Düşünsün ki ayağa kalkıp yola revan olalım. Yoksa düşünürse “bazı yanlışlarınız çıkar diye mi korkuyorsunuz” Endişelenmeyin, kişilerle değil günahlarımız ve akılsızlığımızla mücadele ederiz. selam olsun haktan ayrılmayanlara.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin