Zarrab’ın itirafları ekseninde Türkiye-İran ilişkilerini yeniden okumak

ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

İran’a ticaret diye bir şeyin söz konusu olmadığı, ithalat ve ihracat rakamlarının tümüyle uydurma olduğu, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin organize bir şekilde İran’a uygulanan Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi 1929 sayılı yaptırımlarına aykırı politikalar izlediği ve Amerika Birleşik Devletleri’nin uyguladığı ambargoları bilerek ve planlı olarak deldiği ortaya konuldu.

İspatlanmış, maddi olarak delilleriyle ortaya konmuş, işi organize eden ve sahada uygulayan Reza Zarrab tarafından mahkeme önünde itiraf edilmiş bir gerçek bu. Bu suç değildir, Türkiye egemen devlettir, istediğini yapar, istediği ülkeyle istediği türden ilişki kurar, ABD yaptırımları Türkiye’yi bağlamaz türünden yorumları kaygıyla izliyorum. Çünkü bu yorumları yapanların ne uluslararası hukuktan, ne de uluslararası ilişkilerden zerre kadar haberi yok. Büyük bir cehalet içerisinde temennilerle gerçekleri bilinçli ya da bilinçsiz olarak birbirine karıştırıyorlar. Analitik düşünmek soru sormakla başlar: İran’a neden BM Güvenlik Konseyi yaptırım kararı aldı? Neden ABD İran’a ambargo uyguluyor? İran neyle suçlanıyor? Suçlamalar sağlam temele dayanıyor mu? Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin “egemen devlet” olarak İran’la istediği ilişkiyi kurabileceği savı geçerli bir gerekçe mi? Türkiye’nin İran için BM ve ABD engellerini aşmada yardımcı olması Türkiye’nin çıkarına mı? Türkiye’nin İran’ın nükleer programına dolaylı destek olmasının manası nedir? Bu ve bunun gibi birçok soru var sorulması gereken. Zarrab’ın ifadelerinin ve ABD’deki mahkemenin magazinsel yönüne odaklanılınca bu sorular sorulmuyor. Maalesef olaylar arasındaki korelasyonu kurmayınca, “Ne olacakmış canım, bize ne ABD mahkemesinden” türü bir yaklaşım egemen oluyor insanlarda. Oysa şeytan ayrıntıda gizlidir.

SIRADAN BİR YOLSUZLUK DEĞİL

Bu iş sıradan bir yolsuzluk değil. İşin içinde yolsuzluk var tabi. Ama yolsuzluk boyutu asıl suçun sadece küçük bir detayı. Burada söz konusu olan Türkiye bakımından vatana ihanet suçu. Uluslararası bakımdan ise İran’ın nükleer silah üretimini engellemeye yönelik uluslararası engelleri fiilen engelleyen bir politika izlenmesi. Yani küresel güvenliğin altının oyulması. Bu iş Kasımpaşa mantığı ile, “başka ülkelerde de nükleer silah var, onlara neden yaptırım yok” türünden sığ ve cehalet kokan yorumlarla izah edilemez. Türkiye’de “Akkoyunlu Devleti” idare eder gibi davrananlar, iç kamuoyuna bunu elbette satabilir, satıyor da. Neticede doğal gaz teknolojisi ile nükleer teknoloji arasındaki farkı bile bilmeyen bir kitleyi 7/24 propagandayla kandırmak zor değil. Ancak dünyayı kandıramazsınız. BM, ABD, AB gibi küresel aktörler etkin bir şekilde İran’ın nükleer teknolojisinin silah üretimine yönelik olarak geliştirildiğini ve bunun engellenmesi gerektiğini söylerken siz eğer bunu dikkate aşmaz ve açıkça uluslararası toplumu karşınıza alırsanız, bunun Türkiye’yi nereye ittiğini de görmek durumundasınız.

Türkiye bakımından meseleye baktığımızda: Türkiye’nin nükleer teknolojisi yok. Nükleer silah üreten bir İran, Türkiye karşısında inanılmaz asimetrik bir güce sahip olacak. Türkiye nükleer bir İran’la kendi askeri olanaklarıyla denge kuramayacağına göre, üçüncü aktörlere daha fazla bağımlı bir savunma politikası takip etmek zorunda kalacak. Bu durumda, “biz bağımsız dış politika yapan egemen bir devletiz” söyleminin gerçeğe tekabül etmediği açık. Çünkü o “bağımsız” ve “dik” denilen dış politika duruşu, özünde Türkiye’yi daha bağımlı bir aktör haline getirmeye hizmet ediyor.

İRAN’IN NÜKLEER SİLAH ÜRETME KAPASİTESİ

İkinci bir konu: İran’ın nükleer teknolojisi yanında balistik füze teknolojisi geliştirmesi. İran 2400 km. menzilli Sajjil-2 ve 1500 km. menzilli Shahab-3 balistik füzelerini kendi üreten bir ülke. Balistik füze, konvansiyonel savaş başlığı için üretilmez. Bu nedenle, literatürde bu tür bir füze teknolojisi üreten ülkeler, kitle imha silahları üretebilmeleri bakımından zan altında kalır. İran’da olan bu. İran 1970’lerden beri nükleer teknoloji üretimiyle ilgileniyor. “İslam Devrimi” sonrasında bu konuya ağırlık veriyor. 2012 Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) verilerine göre İran’ın elinde 6876 kg. uranyum heksaflorid var. Bu miktar yüzde 5 zenginleştirilerek (nükleer santral yakıtı olacak oranda) U-235 elde edilmiş durumda. Bunun dışında – burası çok önemli – İran’ın elinde yüzde 20 oranında zenginleştirilmiş 43,8 kg. UF6 var. Yine IAEA verilerine göre İran’ın elinde 190 kg. kadar yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum olduğu tahmin ediliyor. İran neden normal nükleer santrallerde kullanılacak uranyumun çok daha fazla oranında bir uranyum zenginleştirmesi yapıyor? Dahası da var. İran, uluslararası antlaşmalara rağmen bu yüksek oranlı zenginleştirmeyi Birleşmiş Milletler’den ve uluslararası gözlemcilerden gizliyor. Bir takım “yer altı” üretim merkezlerinde bu işi yapıyor. Ve BM ile IAEA gibi kuruluşları manipüle etmeye çalışıyor. Yine, uluslararası sözleşmelerle taahhüt altında olmasına karşın, ülkesine rutin olarak gelen ve araştırmalar yapan uluslararası gözlemci uzmanların istedikleri yerde ölçüm yapmalarına engel oluyor. İşte bu nedenle BM Güvenlik Konseyi ve ABD önlemler alma gereği duyuyor. Çünkü gün gibi meydanda: İran nükleer silah üretmeye çalışıyor.

İşte Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, Zarrab’ın önüne yatan bakanları aracılığı ile İran’a yukarıdaki nedenlerle uygulanmakta olan yaptırım ve ambargoyu deliyor. Bunu neden yapıyor? İşte bu soru, işin Türkiye boyutunu ilgilendiriyor. İran’ın bu işleri neden yaptığı aşikâr! İran işin ucunda askeri olarak büyük bir sıçrama yapmak ve bölgenin lideri olmak peşinde. Dahası, büyük güçler karşısında, nükleer silahların sağlayacağı dokunulmazlıkla daha rahat hareket etmek motivasyonu ile hareket ediyor. Meşru ve doğru bulmasak da, İran’ın izlediği politika rasyonel olarak kavranabilir bir tutum. Yani kendi kurgusu içerisinde bir mantığı var.

ERDOĞAN VE ADAMLARI BUNU BİLMİYOR MUYDU?

Ya Türkiye’nin politikası? Kasrı Şirin Antlaşması’ndan bu yana güç dengesi bozulmamış olan Türkiye-İran ilişkilerinde İran’ın bir anda on-katlarca daha güçlü bir askeri vurucu güce kavuşacağı bir silahlanma projesini Türk hükümeti neden destekledi? Neden bu programın değirmenine su taşıdı? İllegal şekilde İran’ın parasını akladı ve İran’ın nükleer programına finansal kaynak bulma konusunda birinci dereceden yardımcı oldu? Bunun bir izahı var mı? Bu rasyonel mi! Elbette bu izlenmiş olan politika, Türkiye’nin ulusal çıkarları ile taban tabana terstir. İran’ın onlarca kat güçlenmesine olanak veren bir askeri teknoloji programına Türkiye’nin destek olmasının rasyonel bir izahı yoktur. Çünkü Türkiye’nin bu işte hiçbir çıkarı yoktur. Dahası, Türkiye’nin bu politikadan dolayı korkunç bir stratejik kaybı söz konusudur. Nükleer teknolojiye sahip bir İran karşısında konvansiyonel silahları olan ve asker sayısı bakımından neredeyse eşit konumda bir TSK’nın hiçbir caydırıcılığı kalmaz! Erdoğan ve adamları bunu bilmiyorlar mıydı?

Peki, neden bu ihaneti yaptılar? Zarrab bu işin yolsuzluk ve rüşvet boyutunu gözler önüne serdi. Yani işin içinde para hırsı var. Kendi maddi menfaatlerini vatanının ve milletinin en hassas çıkarlarının önüne koyacak kadar alçalan bir takım siyasetçiler, bugün kendilerini azıcık eleştiren herkesi vatan haini olmakla suçluyor. Vatanının âli menfaatlerini 45-50 milyon dolara pazarlayan bakanların yer aldığı hükümet, hem işledikleri suçları Türkiye’de yargı sürecini baltalamak suretiyle örtbas etti, hem de işledikleri korkunç suçun ortaya saçılmasına engel olabilmek adına bir sivil darbe yaptı. Bu arada, AKP içerisinde ciddi bir gönüllü İran lobisi olduğunu da hatırlatmak istiyorum. Bu İrancı ekibin bağlantıları nedir? Neden İran’ın çıkarlarına hizmet etmişlerdir? Nerelerde adamları vardır? Bunlar bir gün elbette araştırılmalı.

Ne oldu sonuçta? Herkesi olmayan iç ve dış düşmanlarla korkutarak içeride kendisi için daha rahat bir ortam sağladı. Anayasa suçu işleyerek, anayasal düzeni fiilen ortadan kaldırdı. ABD’deki dava, işlenen suçun uluslararası boyutu. Halkbank ve adı geçen diğer Türk bankalarına ağır parasal cezalar kesilmesinin yanında, bazı bankaların uluslararası lisansları da iptal edilebilir. Bunun Türkiye ekonomisi için çok olumsuz gelişmeleri beraberinde getireceğini görmek için kâhin olmaya gerek yok. Yine, bu işlerde adı geçen siyasetçiler – en tepeye kadar uzanıyor – bundan böyle yurtdışına çıkarken diplomatik zırhlarına karşın kendilerini güvende hissedemeyecekler. Pasaportunu hukuksuzca iptal ettikleri yüz binlerce vatandaşın ahı mı?

İRAN VE AVRASYACILAR

Bugün Avrasyacı derin güç perde arkasında çok etkin konumda. Bunu birçok yazıda farklı açılardan ortaya koymaya çalıştım. İran bağlamında da değinmeden geçmeyeyim: NATO’cuların 15 Temmuz sonrasında tasfiyesinden sonra Avrasyacı derin yapı TSK’da fazlasıyla etkin konuma geldi. Kafalarındaki Enver Paşa’nın hayallerini bile solda sıfır bırakacak bir stratejik körlükle Türkiye’yi Rusya eksenine kaydırıyorlar. Erdoğan kendisini ve çevresini hukuk devleti normlarından kurtarmak için ABD ve NATO karşıtlığı yapıyor. Ama Avrasyacı derin yapı Batı’dan kopan bir Türkiye’nin daha aktif ve güçlü bir ülke olacağını zannediyor. Rusya ile işbirliğini yoğunlaştırarak Ortadoğu’da etkinleşen Kürt milliyetçiliğine ve ayrılıkçılığına karşı bir denge sağlayacaklarını zannediyorlar. Rusya ABD’nin ve NATO’nun Ortadoğu’dan dışarı çıkartılması ve Doğu Akdeniz’in bir Rus etki alanı haline gelmesini istiyor. Bu yönde çalışıyor. İran da Rusya ile işbirliği yapıyor. Ama İran, Irak Şiiliği üzerinden ve Esad’ın Nusayri (Alevi) yönetimine destek vererek, dahası Lübnan’da milisler üzerinde etkinliği ile, bir Şii Hilali oluşturmak peşinde. Yani anlayacağınız, Rusya’nın da İran’ın da politikaları rasyonel – en azından kendi bakış açıları ile. Ya Türkiye?

Suriye’de Esad’ı devirmek ve Sünni (AKP’ye ve Erdoğan’ın çakma halifeliğine bağlı olacak) bir yönetim kurmak uğruna Suriye’de iç savaşa giden yola taş döşeyen Ankara, bu uğurda tüm cihatçı gruplara el altından silah-teçhizat ve lojistik destek verdi. Şimdi ise, baştan beri Esad’ı koruma politikası izleyen Rusya ve İran ile aynı ittifakta, NATO ve ABD düşmanlığı üzerine inşa edilmiş garip, tutarsız ve mantıksız bir dış (düş) politika izliyor.

Zarrab’ın itiraflarına kozmetik ve sansasyonel, magazinsel boyutlarla yaklaşan yorumları okuduğumda canım sıkılıyor. Büyük resmi görmeyen Kılıçdaroğlu ve CHP’li milletvekilleri, “merkez medya” ve hatta havuz medyasındaki tetikçiler ile “yazar” kasalar, içimi burkuyor. Fetret devrini yaşayan Türkiye’de toplum atomize olmuş durumda. Hatta yurtdışından yorum yapan bazı yazarların dahi Zarrab’ın itiraflarını bütünsel resmin içine yerleştirmekte zorlandıklarını üzülerek görüyorum. Bu yazının bu durumun değişmesine katkıda bulunmasını umuyorum.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. son paragraftaki temennilerinize ben de katılıyorum.
    Malesef resmin bütününü görme hususunda zaaflarımız var.
    Zarrap ne demiş, ne kadar rüşvet vermiş.. gibi küçük ve magazinsel parçalar daha çok hoşumuza gidiyor.
    Birileri zaten odağı o taraflara çekmeye çalışıyorlar.
    Sizin bu avrasyacı ekibe sürekli vurgu yapmanız bence çok önemli.
    Bu gerçeği gözardı etmememiz gerekiyor.
    Aklıma takılan bir soru:
    Belki de avrasyascılık bile resmin tamamı değildir. İranı, Rusyayı.. ortak noktalarda buluşturan sadece ülke menfaatleri değildir.
    Çok fazla komplo teorileri ile bazı gerçekleri sulandırmak isteyenler çıkabiliyor ama ben abartılmamak şartı ile temeli satanistliğe dayanan bir ideolojinin ve ekibin bu ülkerlerde çok etkili olduğuna inanıyorum.
    Bu husustaki görüşlerinizi de paylaşabilirseniz sevinirim.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin