M. NEDİM HAZAR | YORUM
Felsefede ayniyet, bir varlığın kendisiyle olan ilişkisini veya bir nesnenin zaman içinde koruduğu sürekliliği ifade ediyor. Örneğin, bir kişinin yaşamı boyunca değişimlere rağmen “aynı” kişi olarak kalıp kalmadığı, kişisel kimlik ve ayniyet üzerine yapılan tartışmalarda sıklıkla ele alınır. Ayniyet, ayrıca, iki nesnenin veya kavramın özdeş olup olmadığına dair soruları da beraberinde getiriyor.
“Misliyet” terimi, genellikle iki şeyin birbirine benzerliği veya eş değer olması durumunu ifade etmek için kullanılmakta. Bu kavram, felsefe, edebiyat ve günlük dilde farklı bağlamlarda karşımıza çıkabilir. Misliyet, ayniyetin (tam özdeşlik) aksine, iki farklı nesne veya durum arasında var olan benzerlikleri ve karşılıklı ilişkileri vurguluyor. Misliyeti alanlara göre ayırdığımızda tablo daha netleşiyor ve Gülen’in neyi kast ettiğini daha iyi anlıyoruz:
Felsefede, misliyet genellikle metafizik veya epistemoloji tartışmalarında ele alınıyor. İki farklı varlık veya kavramın birbiriyle olan benzerlikleri, bu varlıkların özünde veya niteliklerinde ortak olan yönleri üzerinden incelenir. Misliyet, varlıkların özdeş olmamasına rağmen aralarında bulunan derin ve anlamlı benzerliklere dikkat çekmekte.
Dil ve edebiyatta ise misliyet, benzetme veya metafor gibi edebi figürlerle ifade edilebiliyor. Yazarlar ve şairler, farklı nesne veya kavramlar arasında anlam üretmek ve okuyucunun konuya farklı bir perspektiften bakmasını sağlamak için misliyeti kullanabiliyorlar.
Diğer taraftan günlük dilde ise misliyet, genellikle “benzer”, “eş değer” veya “karşılık gelen” gibi ifadelerle eş anlamlı olarak kullanılıyor. İki durum, nesne veya kavram arasında karşılaştırma yapılırken, aralarındaki benzerlikler veya eş değer yönler vurgulanmak istendiğinde bu terim devreye giriyor.
Ezcümle; misliyet, ayniyetle karşılaştırıldığında, tam bir özdeşlikten ziyade benzerlikleri ifade ediyor ve bu nedenle farklı disiplinlerde ve günlük dilde çeşitli yollarla kullanılıyor.
Yazar kısmının en çok karşılaştığı durumlardan biri, yazılarınızı seven, sizin entelektüel duruşunuza inanan bazı okurların sizinle karşılaştığı anda “Acaba hangi kitapları okumamızı tavsiye edersiniz?” şeklindeki sorudur. Her yazar gibi ben de hemen her gün gerek yüz yüze gerek sosyal medyada gerekse mail yoluyla filan aynı soruyu alırım.
Aranızda bana bu soruyu yöneltip cevap almış olanlar vardır illaki.
“Hazır bir kitap listem yok!” diye başlarım cevaba ve ardından mutlaka şunu derim, “Bakınız elinizde hangi kitap olursa olsun varsa okuduğunuz onu hemen bırakın ve Ahzâb suresini okuyup anlamaya çabalayın!”
Ben günümüzde yaşanan olaylar ile bu suresinin çok yakından ilgili olduğuna inananlardanım.
Evet tıpkı Hocaefendi’nin de söylediği gibi, geçmiş misliyle yaşanmaktadır.
İzah edeyim izninizle.
İnanan insanlar neredeyse çevrelerindeki tüm toplulukların ortaklaşa oluşturduğu bir nefret objesine dönüştürülmüşler ve bu toplulukların neredeyse tamamı müminlerin yok olması için bir çaba içindeler.
İnananlar kesinlikle yalnızlaştırılmış, ötekileştirilmişler.
Bununla beraber inananların arasında “kandırıldık, kandırılmaya devam ediyoruz, bu savaşı çoktan kaybettik” algısını yaymaya çalışanlar mevcut.
Kimileri düne kadar inanan topluluğun en önünde giderken zorluğu ve korkuyu gördükleri anda bir anda çark edip vazgeçtikleri yetmiyormuş gibi, ellerinden geldiğince fazla insanı da inandıkları şeyden geri döndürmeye çabalıyor.
Ahzâb suresinin bahsini ettiğimiz bölümünü bu bilgiler ışığında tekrar gözden geçirelim.
Şu tablo enteresandır mesela.
Müslümanlar kendilerine destek veren Medine Yahudilerinin (Beni Kurayza) ihanetine uğramış, arka taraftan ciddi bir açık verilmiştir. Günlerce süren ok sağanağı altında günlük ibadetlerini bile yapmakta zorlanan müminler adeta nefes alamaz bir konumdayken atını hendeğe doğru süren Ebu Süfyan şöyle haykırmıştır: “Ey Muhammed, şimdi seni elimizden kim kurtaracak?”
İbnü Kesir Tabakat’ta bunun üzerine Fahr-i kainat’ın ellerini açıp şöyle dua ettiğini nakleder: “”Ey Kitabı (Kur’an’ı) indiren, hesabı en çabuk gören, kavim ve kabileleri bozgunlara uğratan Allah’ım! Onlara karşı bizlere yardım et! Allah’ım Sen bu bir avuç Müslümanın helâkını dilersen, artık Sana ibadet edecek kim kalır?”
Başka bir surede (Bakara) geçen bir ayet enteresandır mesela: “Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara maruz kalmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara duçar oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ile yanındaki müminler bile “Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?” diyecek duruma geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara: 214)
Şimdi bugünün Türkiye’sine bakmadan önce biraz geriye giderek bir tespitte bulunalım.
Beğenin ya da beğenmeyin fark etmez, Gülen Hareketi sadece Türkiye’nin değil, belki İslam tarihinin en önemli küresel markalarından biri olmuştu. Kimileri “güç sarhoşluğu” olarak niteliyor, kimileri “iktidar ortaklığı onlara yetmedi, tek başlarına tek güç olmak istediler”, ben ise epey farklı düşünüyorum. Ülkenin böyle bir marka çıkarması Türkiye gibi vasatlar ülkesi için çok rahatsız eden bir şey olarak görüldü. Düşünün “Okuma oranı arttıkça oy oranımız düşüyor.” diyen bir iktidarın 20 yıldır yönettiği bir ülkede yaşıyoruz. Tek cümle ile tanımlayacak olursak “eğitim hareketi” olarak rahatlıkla nitelendirilecek bir hareketin şeytanlaştırılması çok sürpriz sayılmamalıydı.
Tarih 6 Ekim 2010… Nurlar içinde yatsın belki de ülke tarihinin en gerçek gazetecisi M. Ali Birand’ın yazdığı bir yazı, daha hiçbir şey yaşanmadan çok ama çok enteresan bir yazı kaleme aldı. Başlık ilginç: “Cemaat, efsaneleşen gücü’nün esiri oluyor…”

Yazı neredeyse kehanet sayılabilecek bir yakın gelecek içeriyordu: “Bilmem durumun farkındalar mı, ancak Gülen Cemaatini son derece ciddiye alınması gereken bir tehlike bekliyor. Komplo teorilerine hemen inanan ve gerçek olarak kabul eden Türk toplumunun gözünde bu Cemaat, gerçek boyutlarının ötesinde efsaneleşiyor. Gücü öylesine abartılarak dilden dile dolaşmaya başladı ki, önlem alınmazsa, bir gün o güç kendini yok edebilecek.
Türk toplumuna yepyeni bir efsane yaratılıyor. Bu efsanenin adı: Gülen Cemaati.
1970–2000 arasında, yaklaşık 30 yıl süreyle bir ölüm-kalım mücadelesi veren Cemaat, şimdilerde inanılmaz bir güç atfedilen, ülkenin her kurumuna hâkim, her gelişmenin altından çıkan, müthiş bir organizasyon konumuna girmiş durumda. Neredeyse, bir mafya gibi koordineli çalışan, her yerde bir adamı bulunan örgüt gibi sunuluyor.
Belki kimilerinin hoşuna gidebilir, ancak önlem alınmazsa, bu gizemli hareket bir süre sonra, iktidarlar tarafından tehlike olarak görülebilir. Eskiden, Cemaati sürekli şekilde asker izler ve örselerdi. Yok etmeye çalışırdı. Eğer bu gidiş değişmezse, ilerde siyaset peşine düşer ve yok etmeye kalkabilir.”
Çok ilginç değil mi?
Çok değil birkaç yıl sonra Birand’ın yazdığı her şey gerçekleşti. Hem de fazlasıyla.
Gelelim günümüze…
Kurgu olduğu artık neredeyse her kesim tarafından kabul edilen ancak kimsenin bu konuda kılın kımıldatmadığı 15 Temmuz hadisesinden sonra toplumun neredeyse her kesimi şeytanlaştırdı Gülen Cemaatini…
Böylesine bir düşman görme konsensusu sanırım tarihte yoktur.
Evet bir dönem gayr-ı müslimler hedefe konulmuştur devlet ve milliyetçi kesim tarafından.
Sonra Aleviler, Kürtler vesaire.
Ama bu düşmanlıkların hiçbirinde toplumun tamamının şeytanlaştırma algısına tam iştirak ettiği görülmemiştir.
Bugün bambaşka bir durum var.

Bakınız her kesim diyorum…
Başta devlet mekanizması. Ardından iktidar ve paydaşları. Yani siyasal İslamcılar, faşist ortakları, Ergenekoncu gizli ortakları.
Sonra muhalefet…
CHP zaten ezelden beri hiçbir dini hareketten haz etmezdi. Bu sebeple bir cemaate, toplumun bir sosyal kesimine yapılan kırıma bırakınız itirazı, alenen “Oh olsun!” diyorlar.
Siyasi Kürt hareketi… hatırlayın bugün neredeyse her Cemaat insanının mağdur olarak gördüğü Selahattin Demirtaş bile iktidarın anlatısını sahiplenmişti.
AKP’den farksız olan mitoz ve mayoz bölünme ile çoğalan DEVA’sından Gelecek Partisi’ne kadar olan kitleyi saymıyorum bile. Zira siyasal İslam’ın farklı uzantıları onlar.
Yahu Adnan Hoca bile aynı türküyü söyleyerek yırtabileceğini zannetti.
Son olarak Osman Kavala’nın avukatının mahkemeye verdiği dilekçeyi gördünüz mü?
Tıpkı kendilerinden önceki çaresizler gibi Kavala da son bir gayret FETÖ(!) ipine sarıldı.
Bir umut belki işe yarar diye düşündüler ama elbette yaramadı ve yaramayacak.
Nereden biliyorum?
Tarihten elbette.
Yaşananları bilmek, yaşanacaklar hakkında gerçekçi tahminler yapmanızı sağlıyor.
Tıpkı rahmetli Birand’ın yaptığı gibi.
Ahzâb; hizipler demek.
Bir dört yüz küsür sene evvelin Mekke’sinde toplumun ne kadar kesimi varsa hepsi inanan insanlara karşı birleşmişti.
Yapılan şeylere bakın…
Misliyle aynısı…
Önce görmezden gelindiler.
Ardından ötekileştirildiler.
Ardından düşmanlaştırıldılar.
Sonra şeytanlaştırma geldi.
Ve en nihayetinde tutuklama, işkence, hapis ve savaş!
Yakın zaman içinde yaşananları gözünüzün önüne getirin bakalım var mı bir fark?
Biliyorum içiniz karardı.
Ama olanları bilmeden olacakları bilmek imkansızdır sevgili dostlar.
Bu sebeple size bir kötü bir de iyi haberim var.
Ne Dünya ne de Türkiye öyle siyasi hamlelerle filan düzelmeyecek.
Toplumlar perperişan olmadan meselenin asli oyuncuları sahneye inmeyecek çünkü.
Geçmişi biliyoruz da söylüyoruz.
İyi haber şu ki, filmin sonu da bellidir. Kötülük eninde sonunda layığını bulacaktır.
Üzücü olan bu kötülüğe bilerek, isteyerek, açık ya da gizli ortak olanlar da bu acı verici süreci yaşamaya devam edecek.
Açıksa açlık, sefaletse sefalet, kötülükse kötülük…
“Bir masada bir Nazi konuşuyor ve 9 kişi itiraz etmeden onu dinliyorsa o masada 10 Nazi vardır!” der bir Alman atasözü. Kötülük ve zulüm üzerine bu kadar büyük bir konsensüsün yaşandığı bir toplumun ödeyeceği bedelden korkmakta haklısınız elbette. Korkun da zaten!
Son bir not…
Allah selamet versin 8 yıla yakındır hapiste tutulan Ali Ünal hocanın bir tespiti var. Tüm bu yaşananlar daha olmadan söylemişti hem de. Şöyle demişti: “Özellikle kendilerine Müslüman diyen cemaatler, tarikatların hepsinin birden Gülen hareketine düşman olması, bu cemaatin haklılığının ispatıdır.”
Cemaat gerçekten haksız mı filan tartışmasına girmiyorum elbette. Şu ana kadar takdirle okuduğunuz yazının son kısmında öfkenizi (en azından bugünlük) çekmek istemem.
Hani bunları bilin de boşuna kimsenin mazlumlara sahip çıkmasını filan beklemeyin. Yapmayacaklar, yapamazlar çünkü tarihten gelen hakikate ters olur bu durum.
Üzgünüm ama böyle…

Bu arada Almanca espirisi muhteşemdi. Cem Yılmaz’dan duymadıkları bu için tepki gösteriyorlar bence. Bana yaşattığiniz gülme krizinden dolayı teşekkür ederim.