Yargı nasıl siyasetin köpeği yapılır? 

YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Öncelikle şunu söylemekle başlamak lazım: bir hukuk devletinin en önemli özelliği yargı ve yargıç bağımsızlığıdır. Yürütme erkinin müdahale edebildiği yargının da yargıcın da bağımsız olması olanaklı değildir. Mahkemelere istediği kararı aldırtabilen bir siyasal sistem hukuk devleti olamaz. 

İşte bu temel hukuk ilkesinin ihlal edilmesiyle başladı her şey. 17 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmalarının açılmasından sonra yürütme erki, yasa uygulayıcı emniyete ve sürecin hukuksal takibini yapması gereken yargıya doğrudan müdahale ederek soruşturmaları akamete uğrattı ve sonunda da durdurdu. Soruşturmalarda görev alan polis memurlarını görevden aldı, onları hapse tıktı, işleyen yargısal süreci engelledi. Düşünebiliyor musunuz, yargıya intikal etmiş, apaçık kanıtların olduğu, Cumhuriyet tarihinin en büyük çaplı, dünyanın da en büyük yolsuzluklarından biriydi söz konusu olan. Bu soruşturmalarda İran devletine uygulanan yaptırımların delinmesi, böylelikle yasadışı nükleer programının devamı, yasaklanan petrol ticaretine kılıf bulunması, buradan Ankara’daki en üst seviyeye akan dolarlar, kısacası aklınıza gelebilecek her türlü şark kurnazlığı ve pislik vardı. Ucu en tepe noktaya dek uzanıyordu. Bakanların evlerinden para makineleri, ayakkabı kutuları içerisine istiflenmiş destelerce döviz cinsi para ele geçti. Bunlar devede kulaktı. Esas soruşturmaların kanalize olduğu yer, Bilal Erdoğan ve dolayısıyla Tayyip Erdoğan’dı. Telefon tapeleri internet ortamına düşünce tüm Türkiye gerçekleri kendi kulaklarıyla duydu. Oğluyla telefonda fısıldaşarak konuşan dönemin başbakanı, ona paraları sıfırlamasını söylüyor, bunu nasıl yapacağını tüm ayrıntılarıyla anlatıyordu. 

Bu skandalın sonu Yüce Divan’dı. Muhalefetin de toplumsal vicdanın da talebi bu yöndeydi. Anayasaya göre olması gereken de buydu. 

İşte bu esnada, hükümet çok stratejik bir karar verdi. Yürütme olarak polisiye sürece ve yargıya müdahale edeceklerdi. Polis memurlarını apar topar derdest ettiler, onların “hırsızdan korksak polis olmazdık!” bağırışları arasında hepsini içeri attılar. Bu uygulamaların anayasaya ve yasalara aykırı olduğu belliydi. 

Bu polislerin avukatlarının itirazı üzerine, davalara bakan yargıçlar, Metin Özçelik ve Mustafa Başer, 17 Aralık soruşturmalarında görev alıp tutuklanan polis memurlarının serbest bırakılmasına hükmetti. Böylece polis memurları tahliye edildiler. 

Bunun üzerine iktidarın güdümüne girmiş bulunan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) aldıkları talimat gereğince bu iki yargıcı açığa aldı. Sonrasında yargıçlar gözaltına alındılar ve akabinde tutuklandılar. Yargıç Mustafa Başer, ifade vermek için teslim olduğu gün kameralar karşısında tüm toplumu uyardı, adeta bugün etrafı sarmış olan kara bulutların gelişin o günden haber verdi. Tutuklanması halinde, yargı ve yargıç bağımsızlığının sona ereceğini ve bunun çok tehlikeli olacağını ifade etti. “Bundan sonra eğer yargıç bağımsız karar veremeyecekse, (mağdurların) davalarını açabilecekleri bir mahkeme kalmaz. Çünkü yargı bağımsızlığı benim kişisel bağımsızlığım değildir. Bana bu bağımsızlığı ve dokunulmazlığı, toplumda oluşabilecek sorunların adil ve objektif bir şekilde çözülmesi için, anayasa vermiştir.” 

Bu yargıçlar 10 yıl hapis cezasına çarptırıldılar! 

Bu yargıçların suçlanabilmeleri için, “Paralel Yapı” adı verilen Gülen Cemaati’nden talimat aldıklarının, bizzat “suç örgütü lideri” olarak suçlanan Fethullah Gülen’le bağlantılı olduklarının bir şekilde ortaya konması gerekiyordu. Bunu yapmak için sahte bir mektup düzenlediler. Bu mektupta sözde Gülen bu yargıçlara içerideki polislerin bırakılması için ricada bulunuyordu. İşte bu mektubun üzerine inşa ettikleri suçlamalar çerçevesinde hem yargıçları örgüt üyeliğinden on yıl hapis cezasına mahkûm ettiler, hem de yargıda “paralel yapılanma var” tezine dayanak ve kanıt oluşturmuş oldular. Bu sayede yargıda yapacakları operasyonun ve “temizlik harekâtının” yol taşlarını ustalıkla döşediler. 15 Temmuz 2016 kontrollü darbe girişimi sonrası, istedikleri politik iklimi yaratmış ve bahaneleri üretmiş olarak, yargıda operasyon için düğmeye bastılar. Daha önceden hazırlanmış fişleme listelerinden kopyala yapıştır yapılarak oluşturulan kara listelerle, haklarında hiçbir disiplin puanı eksiği olmayan binlerce yargıcı ve savcıyı anayasaya ve yasalara göre yok hükmünde olan uyduruk kararnamelerle (KHK) bir gecede görevlerinden aldılar. Bu sayede yargıyı da tümüyle zapt-ı rapt altına almış oluyorlardı. 

Bu yapılan bir sivil darbedir. Bunu uzun zamandır hep dile getirdim, getirmeye de devam edeceğim. Çünkü olanın başka bir izahı ve yorumu mümkün değildir. 

Dünyanın hiçbir hukuk devletinde yürütme erki denen hükümet, yargı erkini oluşturan bağımsız mahkemelere ve o mahkemelerin belkemiği olan yargıçlara ve savcılara böyle bir muamelede bulunamaz. Yargıçların ve savcıların konumları, yürütme hiyerarşisine veya bürokratik prosedürlere tabi değildir. Yürütme ayrıdır, yargı ayrıdır. Eğer yürütmeyi yargının başına zangoç gibi geçirirseniz, geriye devletin enkazından başka bir şey kalmaz. Yargıç Mustafa Başer bunu gözaltına alındığı gün basın mensuplarına söylemişti. Bir geminin direğine tırmanıp, rota üzerindeki kayalıkları kaptana ve tayfaya haber veren denizci gibi, uyarısını yapmıştı. Sonunda gemi kayalıklara bodoslama bindirdi, paramparça oldu. 

MEKTUP SAHTE, İKİ HAKİMİN TUTUKLANMASI HUKUKSUZ

Bu iki yargıç iç hukuk yollarından sonuç alınmayınca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) yolunu tuttu. Mahkeme uzun incelemelerden ve yargı sürecinden sonra, Türkiye anayasası gereği, bağlayıcı olan kararını önceki gün açıkladı. Bu karara göre her iki yargıcın da tutukluluklarının hukuksuz olduğuna hükmetti ve Türkiye devletini tazminat cezasına mahkûm etti. 

İşin matrak kısmı, her iki yargıcın da suçlanmalarına ve ceza almalarına kanıt teşkil eden o mektubun da sahte olduğu ortaya çıktı. Hipotetik olarak sahte olmasa da tarihi itibarıyla davanın seyrine etki etme olasılığı bulunmadığından, iki yargıcın da suçlanmalarına dayanak oluşturması söz konusu olamazdı. 

AİHM KARARI NEDEN ÇOK ÖNEMLİ?

Elbette bu işin devamı da var: Bu mektubun delil olmaması, aynı zamanda yargıda yapılan ve “Paralel Devlet Yapılanması” çerçevesindeki tüm yargı süreçlerine de temel kanıt oluşturuyordu. Başka bir ifadeyle, bu mektubun varlığı üzerinden, Gülen Cemaati ile yolu kesişen her yargı mensubu benzer bir cadı avıyla takibata uğramıştı, hayatları karartılmıştı, mesleki kariyerleri bitirilmişti. Tıpkı matematikteki bir denklem çözümü gibi, hesabın başlangıcında yapılan bir hata yüzünden, tüm denklem ve çözüm yanlışlanmış oldu. AİHM kararı sonrası, daha önce siyasi kararlarla mesleklerinden atılan tüm yargı mensuplarına rehabilite olma şansı doğdu. 

Bu yazıda okuduklarınız, yargının nasıl siyasetin köpeği yapıldığının adeta bir özeti gibi. Bu sürecin sonunda gelinen nokta azımsanmamalı. AİHM kararı çok önemli. Bu kararı başka kararların takip edeceğini düşünüyorum. Rejimin hem KHK bazlı hem de sözde mahkeme kararları temelinde gerçekleşmiş tüm idari ve sözde yargısal uygulamalarının yok hükmünde olduğunu cesaretle yazmaya ve konuşmaya devam etmeliyiz. Kendi kanunsuzluklarını yargısal bir kılıfla kamufle eden çete, artık rahat uyuyamıyor. Bu nedenle de ülkeyi evrensel hukukla kalan son bağlardan – Batılı siyasi ve hukuki tüm organlardan – koparmak istiyorlar. Çünkü biliyorlar ki rejimin iç döngüsünde topluma dayatabildikleri her türlü hokkabazlık, medeni hukuk devletlerinde geri tepiyor. Bu noktada Türkiye’nin kurtuluşu için muhalefete çok büyük bir sorumluluk düşüyor. Rejimin diskurunu reddetmek, evrensel hukukun ve insan haklarının merkezde olduğu hukuk devletine yelken açmak çok önemlidir. Bunu artık vakti geldi. Umuyorum bu AİHM kararı bu konuda bir uyanışa (veya strateji değişikliğine!) kapıyı aralar ve muhalefet, özellikle de CHP, rejimin dümen suyunu terk ederek, daha şahsiyetli ve basiretli bir pozisyona karar kılar. 

Bu yazının bu sürece katkıda bulunmasını diliyorum. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin