Yalnızlık

YORUM | M. NEDİM HAZAR

Yok aslında kimsenin kimsesi, diyor ya şair; herkesin elmasında kendi diş izi!

Sanırım cansız şeylerin yalnızlığı, canlıların yalnızlığından daha çok dokunuyor bana. Hemen itiraz etmeyin, elbette eşyaların, mekânların birer ‘ruhu’ olduğuna inanıyorum ben…

Yıkılmaya yüz tutmuş köhne bir evin, parlatılmaktan incelmiş soluk tırabzanların, bakılmaktan aşınmış aynaların… Hepsinin bir geçmişi var, öyküsü var…

Zaten bu geçmiş sanırım yalnızlıklarını vuruyor belleklerimize.

Size olur mu bilmem ama bir evin hemen önünde çöpçüler alsın diye konmuş, kullanılmış eşyalara denk geliyorum ben. 

Dehşetli bir yalnızlık ve terk edilmişlik hissi ile tuhaf oluyor içim. Her şey olabiliyor bu; eski bir masa lambası, dişleri dökülmüş kocakarılar gibi kalmış paslı bir avize ya da eskiciyi bekleyen şeridi çıkarılmış yaşlı bir daktilo.

Taşrada yalnızlık nedir bilinmez sanırım. Ya da hissedilmez bir şekilde…

Şehirde yalnızlık kapanmaya yüz tutmuş bir yaradan sızan kahverengi kan gibi hissediliyor nedense.

Hele de gurbette…

Birkaç senedir öyle bir yerde yaşıyorum ki, hava karardı mı, kelimenin tam anlamıyla in cin top oynar. 

Sokak lambaları mesela…

Gecenin başlangıcından en karanlık saatlerine kadar tüm haşmetiyle insanda haşyet duygusunu depreştiren o devasa direkler, gündüz inanılmaz bir yalnızlık ile küçülüyorlar adeta! Gecenin o gölge uzatıp, izbelik kısaltan hakimleri gündüz, terk edilmiş birer yetim çocuk gibi fark edilmiyorlar sanki.

Bu yaştan sonra çok daha iyi anlıyorum ki; şehrin en yalnız mukimleridir sokak lambaları… Hele ki mevsim yağmurlu ise!

Ya da…

Şairin; “seni yiyip bitiren, kırk katlı ejder oldu/komşuluk mana ve ruh, ne varsa heder oldu” cümleleriyle tanımladığı eski evler…

Terk edilmişliğin acısıyla suskunluk yemini etmiş, yemekten içmekten kesilmiş veremli kızlar gibi gün geçtikçe eriyen o ahşap yapılar… Bir zamanlar cumbalarından sarkan kızıl biberler yerine, hüznün ikamet ettiği yalnız mekânlar.

Kalabalıklaştıkça arsızlaşan insanoğlu, benzersiz bir cüret ile yalnızlaştırdı her şeyi… Yollar yalnız, parklar yalnız, bahçeler yalnız, sokaklar yalnız, lambalar yalnız, evler yalnız büyük şehirlerde. Saçma sapan bir aldanmışlıkla ne kadar tıkış tıkış alışveriş merkezleri çok olursa, o kadar yalnızlığı kaybolur sanıyor insanoğlu.

Büyük bir yanılgı oysa…

Kalabalıklar kadar acınası bir yalnızlık olabilir mi?

Büyüyen binalar değil yalnızlıklarımızdır, eskinin dar sokakları bugünün otobanlarından çok daha genişti emin olunuz.

Ki her yalnızlık bir süre sonra bir şekilde kendi sonunu hazırlıyor ve bazen bir ihmal, bazen bir kasıt, bazen bir aptallık ya da tevafuk… Kıvılcıma dönüştürüyor önce yalnızların hüznünü, sonra dev alevlerin sardığı bir yangın topuna dönüştürüyor gurbetin yalnızlarını.

Şimdi aptal bir şuursuzlukla sorumlusunu arıyoruz boş yere. İşte veriyorum cevabı; ben gördüm kimin yaktığını şehrin lambalarını!

“Lambalar yanıyor kirli ve sarı” diyor şair. 

Yanıyor yalnızların sokak lambaları kimsesizliğin çölünde. 

Biz hızla yüceleştirdiğimiz kendi yalnızlığımıza yanalım!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Sayın Hazar,

    Negatif entropi kanunu diyorlar şimdi bilim adamları. Yok olmak üzere yaratılmış herşeyin, yok olmaya karşı gösterdiği direncin adı, negatif entropi. Maddenin ve maddenin oluşturduğu her türlü sistemin bozulmaya, dağılmaya mahkum olması olarak anlatıldığı da olmuştu. Ancak, bu iki tanım arasındaki temel fark, birinin sebebi gösterilirken negatif entropi, diğerinin engelleyicisi olarak gösterilmesi.

    İnsanda atomlardan, atomların oluşturduğu biyolojik sistemlerden oluşmakta. Bir zigottan başlayan yolculuk, pırıl pırıl bir bebekliğe, salına salına gezilen gençliğe, oradan olgunluğa ve nihayetinde yaşlılığa ve ölüme doğru bir negatif entropinin içinde insan. Hücreyi en küçük parça kabul etsekte bu kanun yine değişmiyor, tek bir hücreyle başlayan sistem, trilyonlarca hücreye dönüyor, hücreler bölüne bölüne o bölünmelerini sağlayan telomerler kısalıyor, kısalıyor, klonlanan hücreler, ardı ardına fotokopisi çekilen bir yazının gittikçe kopyasının bozulması gibi, gittikçe o ilk halinden uzaklaşıyor, artık okunamaz hale geliyor ve insan Dna sı ve hücresi nihayetinde ölüm denilen şeyle karşılaşılıyor.

    Ne atomlar, ne hücreler meramım şu an. Benim bu Negatif Entropi kanununun duygular üzerinden de işlediğine inancım bahsim. Hayaller, sevinçler, kıpır kıpır duygularla geçirilen çoçukluk ve gençlik yılları, yerini bir yalnızlık duygusuna bırakıyor yaşlılıkta. Yuvadan uçan yavru kuşların geri dönmeyişi gibi ocaklarda yanan yemek ateşin şiddeti ve çokluğu da azalıyor yeniden, genç yuvayı kuran ananın babanın o şen şakrak halli yılları, etrafındaki yavruları yeni yuva kurduklarında dağılıyor, masaya konulan tabak sayısı, çatal ayısı yine ikiye ve gün geliyor hatta teke düşülen yıllarına dönüşüveriyor.

    Yalnızlık duygusu, negatif entropi kanununun sanırım duygu bazında da son durağı, gruba eren güneşin batmaya yakın son ikindi güneşi.

    Denebilir ki, atomlardan oluşan herşeyin kaderi, kendi doğasınca başlamak ilerlemek, olgunlaşmak, olgunluğun devamı için olanca gayret, mücadele ve nihayetinde pes ediş, ve yaşlanmak ve sonunda bozunmak ve yok olmak.

    Atomun bu sıralı kaderi, bizim de kaderimiz, hal böyle de, kaderine razı olan bizlerin, bu akışın içinde alışılagelen sıranın değişmesine alışamamız, bu sıranın tersine işlemesi insanı hep hüzne boğan bu işte.

    Yaşlılıkta tanışılan yalnızlığa kimse itiraz etmez, boyun da eğer, ama genç yaşta olanlarına hüzünlenir herkes, bir yetimizin, öksüzün haline hüzünlenmenin ardındaki bu sırasız gelen duygudur, o sürekli tebessüm edecek dudaklar, ışıl ışıl olacak gözler, yerini buruşukluğa, sönmüşlüğe bırakır da, işte buna üzülür insan, yaşanmamışlığa.

    Doğmalı, büyümeli, gençleşmeli, olgunlaşmalı ve son kez de gruba ermeyi tadıp- gitmeli bu yaşamda atomdan oluşan herşey.

    Kainat böyle bir düzenle kurulmuşken, işte insanın bu düzenin dışına çıkması, düzene aykırı şekilde, yaşamda yaşayacağı duyguların sırasının bozulması, büyümeden olgunlaşmak zorunda kalması, gülmeden önce hüzünlenmeyi öğrenmesi, sonra yaşayacağı yalnızlığı, başta yaşamaya başlaması budur hüzün veren.

    Bir patlamanın ardından önce hafif atomlar oluştu diyen bilim adamları, bunun ardından ağır atomların oluştuğunu, onların çekim etkisiyle, yıldızları ve yıldız sistemlerini, galaksilerin meyvesi olarak da gezegenleri, gezegenin son meyvesi de işte bizlerin, canlıların oluştuğunu söylüyorlar, ne güzel bir sıralama, ne güzel bir ahenk. Kim kızabilir ki, her şey sıralı olunca, kıyamet kopsa samanyolunda, hangi yıldızın itiraz hakkı var ki buna, milyarlarca yıldır ateş gibi yanıp cezbeyle tavaf eder gibi dönen yıldızlar ve onların etrafında da gezegenler, yaşadı zaten yaşadığı kadar deriz de, bu sıralı değişime itiraz etmeyiz.

    Ve kainatın son meyvesi biz insanlar, kıyamet kopsa var mıdır itirazımız, binlerce yıldır yaşadık, sevdik, güldük eğlendik, yıktık dünyayı başımıza birbirimizin, zalim olduk, katil olduk, aşık olduk, dürüst olduk, her türlü duyguyu ve karakteri hakkıyla yaşadı, o kadar yaşadı ki insanlık, artık tüm zulümler birbirinin tekrarı, tüm ayrılıklar öncesinin benzeri, aşıkların o sıcacık içinde akan ılık ılık duyguları, bir çocuğun hıçkırıkları, hepsi o kadar aynı ki, tekrar ki, yaşadı yaşayacağı insanlık der, hoşgeldinle karşılarız kıyameti.

    Sevgili Hazar,

    işte, o elektrik direkleri, özü çam olan, ladin olan o iğne yapraklı coşkulu gür ağaçların hiçleştirildiği, tomruğa dönüştürüldüğü o hal, insanın içini burkan o, o nedenle, sırasımı bu şimdi deyişimiz içimden geçen. Bir gencin ölümü gibi, o ağaçların sökülüp getirilip en genç, civan hallerinden; direkleştirilip, başına teller geçirilip karşımıza konulması. Ne kuşlara ev sahipliği yapacaklardı, ne rüzgara karşı yapraklarıyla şarkı söyleyecekti, gölgelik vereceklerdi kimbilir kime.

    Bu sırasızlığa üzülüyor sayın Hazar insan, bir sokak direğinin yalnızlığına değil, ona yaşatılan sırası mı dediğimiz sırasız gelen o yalnızlığa. Bir mülteci çocuğunun gülme vaktiyken, o içine saplanan buruk hüzünün nasıl ki vakti edğilse, baharında zindanlara sokulan körpecik gelinlik kızların, civanların, aynısı bu sokak direkleri için de geçerli sayın Hazar.

    Kim kızıyor ki, o çelikten, demirden yapılmış o elektrik direklerine. Onların o dimdik halleri, bir lütuf bir şans, güzel bir akıbet onlar için. Bir maden olarak yerin derinlerinde dururken, şans yüzlerine gülüp, bir sokağın ortasında aydınlatma lambasının taşıyıcıları olmak, bir maden için, demire, metale dönüşmek bir lütuf, ilerleme, gelişme. Ona üzülmüyor insan üzülmüyorda, işte bu ağaçken sökülüp tomruklaştırılan, o tomruktan sokak direklerine, elektrik direklerine, onların şahıslarında yalnızlığa ve herkesin güldüğü yaşamda sırası gelmişken gülüşlerimizin yaşayamadan onları hüzüne,yalnızlığa bırakılışımıza üzülüyor insan.

    Bir kış günü babamı kaybetmiş biri olarak ilk gidişimde memleketime, o akşama doğru o soba kokularının kiri isi karışmış sokaktan evime giderken hissediyordum ilk karşılaşcağım manzarayı, köhneleşmiş apartman, az yaksın diye takılan o tasarruflu 3 wat lambalar o loş mu loş halleriyle insanın içindeki o kasveti daha da artırırken, kapıyı aralayan anamın o bir başına yalnızlığı evdeki, ilk gözüme çalan duydu işte o duyguydu yalnızlık Sayın Hazar.

    Oğlum ben yaşayacağımı yaşadım diyen anam, böyledir hayat diyordu, razı olan haline kim ne diyebilir ki, sırası gelen yalnızlığa kimse kızamaz, kızamaz da, sırasız gelen yalnızlık, özünden, kökünden koparılanların yaşadığı o sinsi yalnızlık, işte bu yaşanmamalıydı.

    Telli Kavak şiiri geldi aklıma.

    Olur ki dinlemek isteyen olur, Cihan Ünalın yorumuyla, yersiz yalnızlıkları bir şiirde ancak böyle ifade edilebilir derim.

    Telli Kavak, Cihan Ünalın YORUMUYLA

    https://www.youtube.com/watch?v=AomGpA0hztk

  2. Avrupa´da esya yok ki ruhu olsun. Sokaga atilmis o aynalara, kanepelere, masalara bi bakin. Onlar sadece bir görüntü olarak orada vardir, televizyon ekraninda, bilgisayar ekranindaki alelade bir görüntü gibidirler. Ter dökmeden ve ucuza alindiklari, hor kullanildiklari ve kolaylikla atildiklari o kadar bellidir ki. Degerli degildirler ve deger de görmemistirler. Hic de öyle yetim durmazlar bu yüzden birakildiklari yerde. Bikac zaman gecer ya Romanlar eseler ya da Sperrmüll alir götürür. Hani kimse ellemese, bi dahaki yagmurda kendi kendine yok olacak gibidirler. Aslinda yokturlar zaten, bi görüntüden ibarettirler.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin