Uyarı: Rusya güdümüne girmek toprak bütünlüğünü riske atmaktır

ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Türk dış politikası açısından Erdoğan ve AKP döneminde iki temel yönelimden söz etmek gerekiyor. İktidarının aşağı yukarı ilk on yılında Avrupa Birliği’ne (AB) girme hedefine yönelen bir Türkiye görüyoruz. Fakat sonrasında çeşitli nedenlerle bu politikayı terk eden ve Avrasya-Ortadoğu yönelimli bir dış politika gözlemliyoruz. Esasen ilk on yılın AB üyeliği hedefli dış politikası, gerek Osmanlı İmparatorluğu’nun son iki yüz yıllık tarihindeki gelişmelerin ve izlenen stratejinin Cumhuriyet dönemine yansıması olarak değerlendirilir. Birçok sebepten dolayı, gerek Osmanlı, gerekse de cumhuriyet dönemlerinde Türk devletinin karar alıcıları ülkelerini Avrupa ilişkileri bütünü içerisinde ele almış ve konumlandırmıştır. Bu “öz algı” dünya siyasetinin şekillendiği bir coğrafyaya dâhil olmak ve olan-bitene etki etmek istemek motivasyonuna dayanır. Türkiye’nin Avrupa’ya bitişik olmasının, yani coğrafi gerçekliğin bir sonucudur. Osmanlı Devleti fiilen yıkılmışken bile “Avrupa’nın hasta adamı” olarak nitelenmekteydi. Türkler, diğer Müslüman halklardan çok daha kapsayıcı bir bağlamda Avrupa’da (Batı’da) meydana gelen gelişmelerden etkilendiler. 600 yıllık tarihi boyunca imparatorluk Avrupa’daki siyasal, toplumsal ve ekonomik gelişmelerin etkisini bünyesinde hissetti.

Örneğin teritoryal devletlerin yerleştiği 1648 Westfalya Barışı sonrasında Hristiyan Avrupa’nın yeknesak bir şekilde İslami terminolojideki dar-ül harp konseptiyle algılanmadığı, giderek artan şekilde Avrupa içi güç mücadelesinde işbirliğinin ön plana çıktığını görüyoruz. Diğer bir ifadeyle, Osmanlı-Batı ilişkileri sürekli antagonizm çerçevesinde gelişmedi. İçerisinde önemli bir işbirliği ilişkisi barındırdı ve bu bağlamda da hem Memalik-i Osmanî’de hem de kıta Avrupa’sında zengin ve doğurgan bir diplomasi kültürü oluştu. Devlet-i Aliye kendisini Avrupalı bir güç olarak algılamaktan vazgeçmedi ve bunun İslami kimliği ile çelişki oluşturduğunu asla düşünmedi. Dahası, gelinen uluslararası teamül hukukunda bu durum, medeniyetlerin bir arada var olabilmeleri bakımından ve çatışmaların yerini işbirliğinin alması açısından hem Avrupa’da hem de Osmanlı Devleti’nde akıllı liderler tarafından olumlu karşılandı. Batı’nın Osmanlı Devleti’nin gerileme ve çöküş dönemindeki düşmanca tutumunu genelleyerek yeknesak bir politika olarak ele almak tarihsel gerçeklere tekabül etmiyor. Dahası, Batı’nın kendi içindeki siyasi mücadelelere ve çıkar çatışmalarına baktığımızda, yıkıcı savaşların ve saldırgan politikaların Batı’nın Osmanlı Devleti’ne yönelik bir tutumu olmaktan ziyade, dönemin uluslararası ilişkilerinin dinamiği içerisinde bir mücadele alanının genel koşulları olarak değerlendirilmesi gerekiyor.

MUASIR MEDENİYETLER HEDEFİNİN TARİHÇESİ

Batı ile olan etkileşim dinamiği, teknolojik-bilimsel ve dolayısıyla da ekonomik ve askeri bakımlardan zayıf taraf olan Osmanlı Devleti için zorunlu reformları beraberinde getirdi. Bu reformlar önce askeri alanı kapsasa da, kısa sürede temel bilimsel-akademik seviye düzeltilmeden askeri alanda istenilen düzeye ulaşmanın olanaklı olmadığı kavrandı. Bu nedenle reformların kapsama alanı genişledi, temel eğitim, orta öğretim, yüksek öğretim ve bunların yerleşik kurumsal yapıları reforma tabi tutuldu. Batı’dan getirtilen farklı alanlardaki uzmanlar, bahsettiğim reform sürecini yönetti ve yönlendirdi.

Esasında bu sadece Osmanlı Devleti’ne özgü bir şey de değildi. Doğu Avrupalı devletlerde ve Rusya’da da benzeri reformlar yapıldı. 20. yüzyıl başında sanayileşmeyi başaramamış, tarımsal üretimini modernize edememiş, demiryolu yapımında ve genel eğitim seferberliğinde çağı yakalayamamış olan tüm toplumlarda, Batı’lı yöntemlerin uygulanması hedefiyle toplumsal ve politik dönüşümler yaşandı. Batı’nın salt tekniğini almak gibi bir “seçici modernleşme” olmuyordu. Kısa sürede Osmanlı Devleti’nde de sanattan edebiyata, tıptan felsefeye, askeri teknolojiden müziğe, kadının konumundan ekonomik yapıya kadar aklımıza gelebilecek her alanda Batı ile bir etkileşim yaşandı. Ekonomik ve askeri bakımdan güçlü olanın diğerlerini etkisi altına aldığı bu süreç, bizde Batılılaşma olarak adlandırılan ve kavranan modernleşme süreciydi.

Osmanlı reform sürecinden daha fazla derinlemesine bir dönüşüm programı ortaya koyan Kemalist Cumhuriyet reformlarının da hareket noktası, öncülü olan Osmanlı reformları ile aynıydı: Batı seviyesini yakalamak. Diğer bir ifadeyle, muasır medeniyete ulaşmak. Geri kalmışlığın aşılabilmesi için, kendinden üstün olanın bilimsel, teknolojik, kültürel, toplumsal, ekonomik vs. seviyesine gelmek olarak özetlenebilecek bu süreçte, taklitçilik tek rasyonel stratejiydi. Çünkü özgünlük arayışı, başarısızlık durumunda ödenecek faturanın ağırlığı açısından çok büyük riskler barındırıyordu. Denenmiş ve başarılı olmuş bir formülü uygulamak, Osmanlı’dan miras alınan ve Cumhuriyet döneminde devam edilen bir stratejiydi.

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE İTTİFAKLAR

1930’larda Avrupa’da ortaya çıkan tehlikeli siyasi durum, sonrasında patlayan İkinci Dünya Savaşı, Türkiye bakımından dış politika yönelimindeki “tam bağımsızlık” ve çoklu ittifak politikasını gözden geçirmeye neden oldu. Almanya’yı yenen muzaffer Sovyetler Birliği, kıtasal Avrupa’nın doğusunu kendi kontrolleri altına aldı ve orada kurduğu komünist rejimler altında kendisinin güdümünde olan uydu devletler üzerinden küresel etki alanını genişletti. Yunanistan ve Türkiye de bulundukları coğrafi konum bakımından bu Sovyet yayılmasından etkilenecek, eğer Batı’dan bir destek gelmezse, Sovyet gücü için küçük lokma olacaklardı. Truman Doktrini ve Marshall Planı kapsamına alınan bu iki ülke, ardından NATO güvenlik şemsiyesine alınarak, Sovyet uydusu olmaktan kurtuldu. Eğer Batı ittifakına girmeseydi, bugün Türkiye’nin sosyo-ekonomik koşulları çok başka olurdu.

1990’lara kadar Türkiye Batı ittifakının askeri ve ekonomik avantajlarını kullandı. Karşılığını da büyük bir ordu besleyerek ödedi. Ancak asimetrik güç hesabına baktığımızda, NATO üyeliği Türkiye bakımından yaşamsal önemdeydi. NATO ittifakı olmadan Sovyet yayılmacılığına direnmek imkânsızdı. Bunu bugün vurgulamaktan kaçınan analizcileri anlamak mümkün değil. Ortada sanki Batı, ABD ve NATO Türkiye’yi Soğuk Savaş’ta esir almış, Türkiye’yi kullanmış, Türkiye’nin gelişimine engel olmuş gibi bir hava var. Bu kesinlikle gerçeklerle örtüşmüyor. Doğrusu şu ki, ABD haricinde tüm NATO üyeleri gibi Türkiye de NATO olmaksızın Sovyet tehdidine karşı kendi imkânlarıyla kendisini koruma kapasitesinden uzaktı ve NATO’ya verdiklerinden çok daha fazlasını NATO’dan aldı.

SOVYETLER ÇÖKSE DE, JEOPOLİTİK DURUM DEĞİŞMEDİ

Soğuk Savaş, Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve parçalanmasıyla bitti. Daha doğrusu ABD ve NATO bunu böyle algıladı. Oysa Sovyetler’in yerine ortaya çıkan Rusya Federasyonu, kısa bir süre (on yıl kadar) bocaladıktan sonra, Putin iktidarıyla beraber gücünü toparladı. Putin Sovyetler Birliği’nin yıkılmasını 20. yüzyılın en büyük jeopolitik faciası olarak değerlendiriyor. Francis Fukuyama gibi yorumcular Sovyetler’in yıkılmasıyla beraber ortadan kalkanın sadece komünizm olduğunu, oysa jeopolitik gerçekliğin ortadan kalkmadığını okuyamadılar. 1990’larla beraber iktidara gelen hiçbir ABD yönetimi de son dönem hariç, Soğuk Savaş’ın ortadan kalkmadığını kavrayamadı.

Oysa Rusya için Soğuk Savaş bitmemişti. Soğuk Savaş’ın ideolojik arka planı olan komünizm ortadan kalkmış, ama reel politik dinamiği olan jeopolitik koşullar ve güç ilişkileri aynı kalmıştı. Bu nedenle Rusya, AB ve NATO genişlemelerini doğrudan kendisini çevrelemeye ve izole etmeye yönelik hamleler olarak kavradı ve bunlara tepki verdi. Ukrayna (Kırım) politikası ve Gürcistan’a yönelik tutumunun ardında bu jeopolitik algı vardır. Keza, Ortadoğu’da ABD’nin yönetimsel zafiyetinden kaynaklanan güç boşluğunu doldurma stratejisinde de bu motivasyonla hareket etmektedir. Dahası, Orya Asya ve Kafkasya, Rusya için “blijniye sarubiyejye” (yakın dış alan ya da bir tür arka bahçe) olarak algılanmaktadır. Bu bölgeler dünyanın sayılı hidrokarbon yataklarıdır. Özellikle doğalgaz bakımından bu bölgenin elde tutulmasının Avrupa ilişkilerine yönelik önemli avantajlar sağlayacağı düşünülmeli. Bunların yanında Rusya, Çin ve İran’la çoklu ve ikili seviyelerde çok stratejik bir işbirliği içerisindedir. Bu politikaların toplamının bir sonucu olarak, 2017 itibarıyla Rusya ABD ile olan güç ilişkileri ve küresel etki yeteneği bakımından 1990’ların onlarca kat üzerinde güce sahiptir.

Rusya, tartışmasız şekilde büyük güç politikası uyguluyor. Karşısında zayıf olan tüm güçleri bünyesine almak istiyor. Bu illa ki işgal olmak zorunda değil. Beyaz Rusya’ya bakın, Kazakistan ve Ermenistan’a bakın. Suriye’ye bakın. Bu ülkelerle Rusya’nın ilişki modeli, büyük ağabey ve onun güdümünde olan zayıf yönetim (dikkat edin, ülke değil) şeklindedir. Rusya bu jeopolitik oyunda belki de sadece Çin ve İran’ı güdümüne alamaz. Türkiye’nin oynadığı büyük kumarın bedeli burada saklıdır.

250 YILLIK STRATEJİ HARCANIYOR

NATO’dan kopmayı, ABD’ye düşmanlık için gerekçe üretmeyi, AB’den uzaklaşmayı bu bakımlardan çok tehlikeli buluyorum. Kurumsallaşmış bir uluslararası demokratik ülkeler topluluğu dışında Türkiye’nin pür jeopolitik oyunlara dalması, uluslararası hukuktan, insan hak ve özgürlüklerinden uzaklaşması, otoriteryan bir rejim ile Ortadoğu’da aldım-verdim, ben seni yendim türünden zayıf ve çapsız, asimetrik güç mücadelelerinde piyon olması, çok ama çok büyük bir kumardır. Akılsız, öngörüsüz, oradan oraya savrulan bir dış politika, Türkiye’nin bulunduğu kadim coğrafyada varlığını tehlikeye atar. Bu coğrafya, bu tür dengesizlikleri kabul etmez.

Son 250 yıllık stratejik aklın bir çırpıda harcandığı ve yitip gittiği bir kaygan zeminde, Rusya’nın güdümünde hayaller kuranlar, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehlikeye atmaktadır. Bunun telafisi mümkün olmayacaktır. Kendi düşen ağlamaz. Bu nedenle Türkiye’deki başta sorumlu karar alıcılar olmak üzere, tüm insanlara buradan sesleniyorum: yol yakınken gelin bu yanlışlıktan dönün. Turan hayaliyle Birinci Dünya Savaşı’na giren İttihatçıların hatasının faturasını 1919-1923 arasında nasıl ödediğimiz kulağınıza küpe olsun. Çünkü uluslararası siyasette yapılan hataların telafisi yoktur.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Temmuz ayindaki S400 anlasmasi haberine yapilan bir yorum: “Rusya ile Hunkar Iskelesi anlasmasi da buna benzer bir surecin sonunda imzalanmisti. 8 temmuz 1833.
    S400 anlasmasi da 8 temmuz ise sasirmam. Asil Hunkar Iskelesinde oldugu gibi Bogazdan gecis istisnasi verildiyse hic sasirmam. 1877-78e kac yil kaldi acaba? Artik zaman daha hizli akiyor! Ah, ah, bu aymazlik ve de …..”
    Mevcut yinerim Hunkar Iskelesine dogru yelken acmis gidiyor.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin