Ulema-Ümera İlişkileri (1)

YORUM | DR. YÜKSEL ÇAYIROĞLU

İslam’da, âlimlerin, dinin doğru anlaşılması, yorumlanması ve yaşanmasında çok önemli  ve özel bir yeri vardır. Onlarca âyet ve hadiste mü’minler ilme teşvik edilmiş, âlimler de yüceltilmiştir. Yüce Allah, bir âyet-i kerimede, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (ez-Zümer, 39/9) buyurarak bilenlerin üstünlüğüne dikkat çekmiş, başka bir âyette ise Allah’ı gerektiği tarzda ancak âlimlerin tazim edeceklerini ifade buyurmuştur (el-Fâtır, 35/28). Peygamber Efendimiz (s.a.s) ise âlimlerin peygamberlerin mirasçıları olduğunu ifade buyurmak suretiyle hem onların kadr u kıymetlerine hem de asıl vazife ve misyonlarına dikkat çekmiştir (Buhari, İlim 10).

Şu âyet ise Allah yolunda yapılan cihadın dahi ilme engel olmaması gerektiğine ve ulemanın vazifesine dikkat çeker: “Bununla beraber mü’minlerin hepsinin top yekûn sefere çıkmaları uygun değildir. Öyleyse her topluluktan büyük kısmı savaşa çıkarken, bir takım da din hususunda sağlam bilgi sahibi olmak, dinî hükümleri öğrenmek için çalışmalı ve savaşa çıkanlar geri döndüklerinde kötülüklerden sakınmaları ümidiyle onları uyarmalıdır,” (et-Tevbe, 9/122).

İslâm’ın bu konudaki emir ve yönlendirmelerine muhatap olan mü’minler, sahabe döneminden itibaren okumaya, okutmaya, ilim tahsil etmeye ayrı bir önem vermiş ve ilim sahiplerini hep el üstünde tutmuşlardır. İslâm’ın ilk yıllarında daha çok sivil bir faaliyet olarak başlayan ilim tedrisi, Selçuklulardan itibaren devlet desteğini de arkasına almış, mescitlerde kurulan ilim halkaları medreselere taşınmış ve daha sistematik bir hüviyete bürünmüştür.

İslâmî hükümlerin hiçbir çeşidiyle sınıflı bir toplum yapısına geçit vermesi mümkün olmadığı için özel bir ruhban veya din adamları sınıfından bahsedilemez. İslâm ne yöneticilere ne de âlimlere hususi bir imtiyaz veya kanunî bir dokunulmazlık hakkı vermiştir. Aynı şekilde onların kendilerinden menkul herhangi bir kutsiyet ve aşkınlıkları da yoktur. Yöneticilere idarî meselelerde halk üzerinde tasarrufta bulunma yetkisini veren, halkın bizzat kendisidir. Âlimler de dinî nasları yorumlama veya hakkında nas bulunmayan meselelerde içtihat etme yetkisini Kur’ân ve Sünnet hakkındaki derin kavrayışlarından yani sahip oldukları fıkhî melekeden alırlar.

Dinî hizmetlerin yanı sıra günümüzde modern devletin bütünüyle ele geçirdiği eğitim, yasama ve yargı faaliyetleri de uzun yıllar ulema tarafından yerine getirilmiştir. Dahası âlimler, bir taraftan bid’atlarla, hurafelerle, sapkın görüşlerle, bâtıl fırkalarla mücadele ederek dinin korunmasında çok önemli bir rol üstlenmiş, diğer yandan da irşat ve tebliğ faaliyetleriyle toplumun yolunu ve yönünü bulmasında âdeta bir pusula vazifesi görmüştür. Yöneticilerin meşru sınırlarda kalması, zulüm ve haksızlıklara yönelmemesi noktasında da ulemanın çok önemli bir rolü olmuştur.

İşte bu sebepledir ki âlimin ölümü âlemin ölümü sayılmıştır. Bir hadis-i şerifte âlimin ölümüyle İslâm’da bir gedik açılacağı ifade buyrulur (Dârimî, Mukaddime 32). Buhari’de geçen başka bir hadiste ise âlimin kalmadığı bir toplumun cahillere müracaat edeceği ve bu sebeple de dalalete düşeceği belirtilir (Buharî, İlim 34). Said b. Cübeyr’e, “İnsanların helâk olmasının alâmeti nedir?” diye sorulduğunda, “Âlimlerin helâk olmasıdır.” diye cevap verir (Dârimî, Mukaddime 26).

Âlimlerin sahip olduğu bu önemli konumdandır ki mü’minler de onlara ayrı bir değer vermiş, saygı duymuş ve hürmet göstermişlerdir. Farklı bir ifadeyle Kur’ân ve Sünnet çizgisinde hayat yaşayan âlimler, İslâm’ın ilk yıllarından itibaren eda ettikleri içtimaî, dinî ve siyasî vazifelerden ötürü toplum nazarında sarsılmaz bir güven ve otorite kazanmışlardır.

Ulemanın bağımsızlığını koruduğu ve sorumluğunun farkında olduğu, ümeranın da adaletle hükmettiği ve meşru sınırlarda kaldığı dönemlerde bu iki sınıf arasındaki ilişkiler de sağlıklı bir zeminde gelişmiştir. Ne âlimler, makam ve mevki kapmak için yöneticilerin istedikleri kalıba girmiş, ne de yöneticiler gayrimeşru bir kısım icraat ve politikalarını meşrulaştırmak için âlimleri kullanmıştır. Bilakis hakka ve halka hizmet etmeyi önceledikleri sürece bu iki sınıf birbirine destek olmuştur. Âlimler, yöneticilerle yönetilenler arasında önemli bir köprü vazifesi görmüş; tabanın istek ve taleplerini, itiraz ve şikayetlerini yukarı iletirken, yöneticilerin dine uygun meşru politikalarını da halka taşımışlardır. Yöneticiler ise hem iş ve icraatlarında âlimlerin bilgisinden istifade etmiş hem de açtıkları ilim ve eğitim müesseseleriyle onlara imkân hazırlamıştır.

Ne var ki ulema-ümera ilişkilerinin her zaman sağlıklı kurulamadığı, yöneticilerin zulüm ve despotlukları karşısında pek çok âlimin yeterince sesini yükseltemediği, kendilerinden beklenen rol ve vazifeleri her zaman layıkıyla yerine getiremediği, özellikle resmi vazifeler alan bazı âlimlerin bir süre sonra bağımsızlıklarını kaybettiği ve dinin ruhuna bağlı kalamadığı da bir gerçektir. Fakat buradaki bütün suç ulemaya ait değildir. Ulemanın etkisiz ve pasif hâle gelmesinde veya konumlarını suiistimal etmelerinde en az onlar kadar, hatta daha fazla zorba yöneticiler de sorumludur.

On dört asırlık İslâm tarihine bakılacak olursa ulema-ümera ilişkilerinde çoğu zaman ideal seviyenin korunamadığı görülür. Ulema, sahip olduğu ilmi, dünyevî bir kısım makam ve payelere âlet etmeye başladığı andan itibaren konumunun hakkını verememiş ve kendisinden beklenilen vazifeleri hakkıyla eda edememiştir. Öte yandan ümeranın hak, adalet, istişare, liyakat, hukukun üstünlüğü ve kamu maslahatı gibi yönetimin temel esaslarından sapması, zulüm ve istibdada yönelmesi de bu iki sınıf arasındaki ilişkileri yıpratmış ve bozmuştur. Çünkü bu tür zalim ve zorba yöneticiler bir taraftan halk nazarındaki meşruiyetlerini devam ettirmek için “saray ulemasına” ihtiyaç duymuş; diğer yandan da baskı ve zorbalıkla sivil ulemanın sesini kısmaya çalışmışlardır.

Bu iki sınıfın bozulması toplumun da bozulmasını beraberinde getirmiştir. Yöneticiler zulmedince, âlimler de bu zulme mani olmayınca, hatta mani olmak bir yana bu zulümleri meşru gösterme gayretine girince, fesat ve zulüm bütün topluma yayılmıştır. Konuyla ilgili rivayet edilen şu hadis de buna işaret eder: “İnsanlar arasında iki sınıf  vardır ki onlar düzgün olursa insanlar da düzgün olur; onlar bozulursa insanlar da bozulur. Bu iki sınıf ulema ve ümeradır,” (Ali el-Müttaki, Kenzu’l-ummâl, 10/191). 

Tarihte Ulema-Ümera İlişkileri

Raşit halifeler döneminde ulema-ümera çatışmasına rastlanmaz. Onların her biri ilimle idareyi kendisinde cem etmiş, ilim öğrenmeyi ve öğretmeyi hayatlarının gayesi haline getirmiş şahsiyetlerdir. Hz. Ömer, sırf fikir ve görüşlerinden istifade edebilmek için ilim sahibi önde gelen sahabeye Medine dışına çıkmayı yasaklamıştır. Raşit halifeler kendileri de içtihat ehliyetine haiz önemli birer âlim olmalarına rağmen, pek çok meseleyi istişareyle çözüme kavuşturmuşlardır. Esasen dört halifenin her birisi adalet ve istikametleriyle örnek bir yönetim ortaya koydukları için, onları ulemayla karşı karşıya getirecek herhangi bir durum da söz konusu olmamıştır.

Emevi ve Abbasiler dönemleri ise ulemanın siyasetle imtihan edildiği ve sık sık yöneticilerle karşı karşıya geldiği dönemler olmuştur. Çünkü yönetim ve siyaset anlayışı Allah Resulü’nün (s.a.s) ve dört halifenin çizgisinden sapmıştır. Halifenin şura, seçim ve bey’at ile başa geldiği, adaletle hükmettiği, hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı kaldığı demokratik yönetim anlayışından; veraset sisteminin hâkim olduğu, zulüm ve haksızlıkların yapıldığı, dinin ve kamunun değil devlet maslahatlarının öne çıkmaya başladığı otoriter yönetim anlayışına geçilmiştir.

Hz. Âişe, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Zübeyr, Said b. Cübeyr, Abdurrahman b. Ebi Bekir, Zührî, Said b. Müseyyeb, Kadı Şureyh ve Hasan el-Basri gibi sahabe ve tabiinin önde gelenlerinden çok sayıda kimse her tür riski göze alarak Emevi sultanlarının gayrimeşru ve haksız uygulamalarını sert bir dille eleştirmişlerdir. Hucr b. Adiy’in Muaviye tarafından isyan gerekçesiyle idam edilmesi, veliahtlık sisteminin ikamesi, Yezid zamanında gerçekleşen Kerbela hâdisesi, Ehl-i Beyte yönelik zulüm ve baskılar, Emevi sultanlarının yaptırdığı saraylar, beytülmali kullanma şekilleri en çok eleştirilen olaylardır.

Mesela Kerbela hâdisesiyle ilgili olarak Yezid’e bir mektup yazan İbn Abbas tepkisini şu sözlerle dile getirir: “Senin kılıçlarından hâlâ kanımdan damlalar akmaktadır. Kerbela’da yapılanları unutamam ve bir gün mutlaka bunun intikamı alınacaktır.” İbrahim en-Nehaî de bu elim hadiseyi şu sözleriyle eleştirir: “Hüseyin’i katledenlerin arasında olup da Cennet’e gitseydim, Allah Resûlü’nün yüzüne bakmaktan utanırdım.” Hasan el-Basrî ise şu sözleri sarf eder: “Hüseyin’in ailesinden 16 erkek Kerbela’da öldürüldü. O gün, yeryüzünde onların durumuna düşen başka bir aile yoktu.”

Mezhep imamları olan Ebu Hanife, İmam Mâlik, İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel de hiçbir zaman sultanların dine aykırı buldukları icraatlarına fetva vermemiş ve yanlışlarını açıktan eleştirmişlerdir.

Ebu Hanife, onların haksız ve yanlış uygulamalarını tasvip etmiş olmamak ve halk nazarında onlara meşruiyet kazandırmamak için halifelerden gelen hiçbir hediyeyi kabul etmemiş ve yapılan bütün görev tekliflerini reddetmiştir. Bir seferinde Halife Mansur’un gönderdiği hediyeleri niçin kabul etmediği sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Şahsi malınızdan bana bir hediye gelmedi ki onu kabul edeyim. Siz bana ümmetin hazinesinden aldığınızı yolladınız. Oysa ümmetin malında benim bir iddiam olamaz. Ben silah altında savaşan bir asker değilim, böyle bir askerin çocuğu da değilim. Fakir de değilim ki hazinenin tahsisatından yararlanayım.”

Başka bir seferinde Halife Mansur kendisine isyan eden bir grubu kılıçtan geçirmek için, “Onlar bana isyan etmemek üzere biat etmiş olmalarına rağmen isyan ettiler. Şu anda onların can ve mal dokunulmazlıkları kalkmış olmuyor mu?” diyerek görüşüne başvurduğunda; Ebu Hanife, Halife’nin salahiyeti olmayan bir şart koştuğunu, halkın da malik olmadığı bir şartı kabul ettiğini ifade eder ve onların kanının helal olmayacağı gerekesiyle Mansur’a istediği fetvayı vermez. Tabii ki bu duruşunun bedelini de hapis yatarak ve işkenceye maruz kalarak ödemek zorunda kalır.

İmam Mâlik zorla alınan biatın geçersiz olduğunu ifade etmek suretiyle halifenin meşruiyetini sorgular. Bunun üzerine Medine valisinin emriyle tutuklanıp kırbaçlanır ve hatta omuzu sakatlanır. Aynı şekilde, “yazdığı Muvatta isimli eserin çoğaltılarak bütün şehirlere gönderilmesi ve herkesin onunla amel etmesi” şeklindeki halifenin teklifini dinin yoruma açık yanlarını dondurmamak, hukukî ve dinî hayatı tek bir mezhebe inhisar ettirmemek için reddeder ve bunun doğru olmadığını açıklar. Başka bir zaman Harun Reşid, evine gelerek oğlu Emin ve Me’mun’a ders vermesini talep ettiğinde, İmam Mâlik bu teklifi de kabul etmez ve herkes gibi onların da gelip ders halkasına katılmalarını ister.

İmam Şafiî de zulmeden idarecilere karşı dimdik durmuş, duruşundan taviz vermemiştir. O, bir süre Yemen’de bir kamu görevi almış olsa da Yemen’e vali olarak gelen kişinin halka zulmetmesi karşısında sessiz kalmaz, valiye gerekli uyarıları yapar ve onun zulüm elinin halka uzanmasına mani olmaya çalışır. Neticede de valinin kin ve düşmanlığına maruz kalır. Vali onun hakkında iftira ve tezvirata başvurur. Onun, Şiî taraftarı olduğunu ve bir isyan hazırlığına giriştiğini ileri sürerek halifeye şikayet eder. Halifenin huzuruna çıkarılan büyük İmam, idam edilmekten son anda kurtulur. Ömrünün sonlarına doğru Mısır’a geldikten sonra Halife Me’mun, onu Mısır kadısı yapmak ister fakat o, “Allahım! Dinim, dünyam ve akıbetim için bu görev hayırlı olacaksa nasip eyle, değilse canımı al!” şeklinde dua eder ve üç gün geçmeden de vefat eder.

Ahmed b. Hanbel’in kendisine dayatılan bir görüşü reddetmesi karşısında maruz kaldığı işkence meşhurdur. Halife Me’mun, Mutezile mezhebini devletin resmi mezhebi haline getirir ve Kur’an’ın “mahluk (yaratılmış)” olduğunu ulemaya zorla kabul ettirmeye çalışır. Fakat Ahmed b. Hanbel maruz kaldığı iki buçuk yıla yakın hapis hayatına, yediği kırbaçlara, onca eziyet ve işkenceye rağmen halifenin arzusu istikametinde bir görüş beyan etmez. Hatta hapisten ve zulümden kurtulmak için halifenin görüşünü kabul eder gibi gözükmesini tavsiye eden arkadaşlarına da ciddi gönül koyar. Muhtemelen o, böyle bir tavrın ilmin izzetine halel getireceğini ve dinde kapanması zor bir gedik açacağını düşünüyordu.

Daha sonraki asırlarda ve devletlerde ulema-ümera ilişkilerine dair çok farklı yaklaşımlar görülmüş, çok farklı tavır almalar ortaya çıkmıştır. Selçuklu ve Osmanlı örneklerinde olduğu gibi ulemanın yöneticiler nezdinde ayrı bir değer gördüğü ve devlet yönetiminin farklı mertebelerinde etkin olduğu zamanlarda bu iki sınıf arasında ciddi yakınlaşmalar olsa da, gerginlik ve sürtüşme hiçbir zaman son bulmamıştır. Bazen iş, ulemanın tasfiyesine kadar gitmiş, bazen de ulema sarayın emrine girmeye razı olmuştur.

Bazı araştırmacılar Müslümanların gerilemesinin temel sebebini, ulemanın devlet memurluğuna razı olmasına, siyaset ve bürokraside yer almasına bağlar. Problemin başlangıcını, Abbasiler döneminde İmam Ebû Yusuf’un kâdılkudât olarak atanmasına kadar götürenler varsa da, asıl eleştiri Nizamiye medreselerine yönelir. Nizamiye medreseleriyle birlikte ulemanın özgürlüğünü kaybetmesi, ulema-devlet birlikteliğinin tesis edilmesi veya din ve devlet kardeşliğinin savunulması gerilemenin belirtileri olarak ifade edilir. Osmanlı’da seyfiye (askeri zümreler) ve kalemiye (bürokratlar) meslekleriyle birlikte ilmiyenin (ulema) devlet yönetiminin üç ayağından birini oluşturması da ulema-devlet birlikteliğinin daha da güçlenmesi olarak görülür ve eleştirilir.

Kanaatimizce ulemanın devlet kademelerinde vazife alması, entelektüel kapasitenin, bilgi üretiminin ve yorum kabiliyetinin zayıflaması gibi bir kısım riskleri beraberinde getirse de, bu konudaki asıl problem ulemanın bağımsızlığını kaybedip etmediği, kendisinden beklenilen misyonu eda edip etmediği ve dinî değerlere bağlılığından taviz verip vermediğiyle ilgilidir. Devlette vazife alma; başkaları tarafından kullanılmaya açık durmayan, satın alınamayan, dünyaya perestiş etmeyen ve ilmin izzetini muhafaza eden gerçek ulema için bir problem teşkil etmemiştir. İzz b. Abdisselam, İmam Cüveyni, Ebussuud Efendi veya Zembilli Ali Efendi gibi hem entelektüel kapasiteleriyle hem de ahlak ve şahsiyetleriyle çevrelerinde saygı ve heybet uyaran âlimler, iktidar sahiplerinin değil sadece hakikatin sözcüsü olmuşlardır. Burada önemli olan iktidarla kurulacak ilişkinin biçimini ve niteliğini doğru tespit edebilmektir.

Bununla birlikte İslâm tarihinde İmam Suyutî (ö. 911/1505) gibi kendisini tamamıyla ilme vakfeden, ömrünü kitap yazmakla ve talebe yetiştirmekle geçiren, hayatı boyunca hiçbir resmi vazife almayan, çağrılsa da hiçbir şekilde sultanların ayağına gitmeyen, hatta onlardan gelen hediyeleri dahi kabul etmeyen çok sayıda ulema da olmuştur. Özellikle otoriter rejimlerde ulemanın böyle bir tavır almasının önemi inkâr edilemez. Nitekim İmam Gazzali de uzun yıllar Nizamiye medreselerinin başında görev yaptıktan sonra kendi kendine şu kararı almıştır: “Hiçbir hükümdarın sarayında görev almayacağım. Hiçbir hükümetten hizmet karşılığı ücret almayacağım. Dinî ihtilafları körükleyecek hiçbir münakaşaya girmeyeceğim.”

Bir sonraki yazımızda zalim yöneticilere karşı nasıl bir tavır alınması ve ulemanın zulüm karşısında nasıl bir duruş sergilemesi gerektiği üzerinde duracağız.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin