Ukrayna’nın işgali ve NATO’daki Truva atı Türkiye (2)

YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Soğuk Savaş yıllarında Türkiye’nin NATO’nun en büyük ikinci ordusu olduğu vurgulanırdı. Türkiye 70 yıldır NATO üyesidir. 1949’da Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü NATO kurulduktan 3 yıl sonra, 1952’de NATO’ya katıldı. Birliğin Soğuk Savaş döneminde belkemiği ülkelerinden birisi oldu. 1991 sonrası kademeli olarak NATO’ya katılan 14 yeni üye ise Soğuk Savaş döneminde NATO karşısındaki savunma örgütü olan Varşova Paktı’nın üyesiydiler.

Doğu Bloku’ndaki “Demir Perde” ülkeleri, 1991’de çöken Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kontrolündeki (SSCB) uydu devletleriydi. Özgürlüklerine kavuştuktan sonra yeni bir Rus yayılmacılığına maruz kalmamak için NATO üyeliğini tercih ettiler.

BU YAZIYI YOUTUBE’DA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Türkiye ise aynı tarihlerde tam aksi denizlere dümen kırmış, Kafkasya’da ve Orta Asya’da, Balkanlarda, Karadeniz Havzası’nda eski ihtişamlı ve güçlü günlerinin hayalleriyle yanıp tutuşmaktaydı. Batı’yla ilişkilerini yeniden ele almak, araya mesafe koymak gibi arayışları vardı. Bunda Avrupa Birliği’nin eski Demir Perde ülkelerine kapıyı aralarken Ankara’yı dışlaması da rol oynadı.

Diğer taraftan 1990’larında Atlantik dünyası SSCB’nin dağılmasından dolayı bir zafer sarhoşluğuna kapılmış, Doğu Avrupalı eski komünist ülkelerin siyasal ve ekonomik sistemlerini dönüştürürken, başta Rusya olmak üzere SSCB’nin mirasçısı ülkeleri ihmal etmekteydi. Böylece Rusya SSCB’nin ardılı ve askeri mirasçısı olarak ekonomik yönden güçsüz, askeri olarak ise bir dev olarak öylece kala kaldı. 1990’ların sonundan itibaren tankını satan asker imajından sıyrılıp, fosil enerji kaynakları ihracatı üzerinden ciddi artı değer elde eden bir konuma yükseldi. Ordusunu derleyip topladı, yoksullaşan halkının durumunu görece iyileştirdi, eski SSCB’nin katı-güçlü politikalarını güney kuşağı üzerinde gütmeye başladı. Bu arada Rusya ve Avrupa arasındaki ilişkiler bir tür bağımlılık ilişkisine dönüştü. Rusya Avrupa’nın en büyük doğalgaz ve petrol tedarikçisi olmuştu. Diğer taraftan, bu ekonomik karşılıklı bağımlılığa karşın değerler evreni perspektifinden Batı ve Rusya arasındaki uçurum katlanarak büyüdü. SSCB’nin dağılmasıyla ideolojik farklılıkların sona erdiğini ve böylece çatışma potansiyelinin ortadan kalktığını düşünen Batı, hata yapmıştı.

Batı 2010’ların sonuna kadar zafer sarhoşluğundan uyanamadı. 2010’lardan 2022’ye kadar ise yeni Rusya’yı anlamaya çalıştı. Fakat Batı üniversitelerinde Rusya ve Sovyet ardılı ülkeler hakkında araştırmalara ayrılan bütçeler kırpılmıştı. Moskova 1991’de Soğuk Savaş’ın bittiğini fiilen hiç kabullenmedi. Hatta Putin SSCB’nin parçalanmasını yirminci yüzyılın en büyük jeopolitik faciası olarak niteledi. Fakat Batı’da bazı alan uzmanlarının uyarılarına kulaklarını ısrarla tıkayan yönetimler vardı. Derken Rusya 2008’de Gürcistan’a saldırdı ve orada istediği yönetim değişikliğini yaptırdı. Gürcistan’ın NATO ve AB hevesini kursağında bıraktı, bu bölgenin kendi arka bahçesi olduğunu sert bir şekilde gösterdi. 2014’te ise ek arttırdı ve Ukrayna’nın toprağı olan Kırım’ı işgal etti. Batı’dan gerekli karşılığı göremediğinden Kırım’ı ilhak etti, yani kendi topraklarına kattı. Ardından Ukrayna’nın doğusunda Rus ayrılıkçıları destekleyerek onları Ukrayna otoritesinden fiilen kopardı. Dev uyanmıştı. Fakat hala buna tepki gösteren bir Batı yoktu.

Rusya Atlantik kanadına savaş açmıştı. Bu düşük yoğunluklu ve stratejik bir savaştı. Soğuk Savaş’ın devamıydı. Bu savaşın en önemli mevzilerinden birisi 2013’te Avrasyacılar Türkiye’de iktidara ortak oldular. 2016’da ise kendisini bir NATO ordusu olarak tanımlayan Türk ordusunu tasfiye ettiler. Onun yerine Neo-İttihatçı Avrasyacı bir klik kontrolü devraldı. TSK’nın TSK olmasını sağlayan ne kadar değer varsa, tümüyle tepetaklak ettiler. TSK eğitiminin başına İslamcı bir sivili geçirdiler. Tüm askeri okulları yeniden tasarladılar, onları tüm geleneklerinden kopardılar. Dahası 70 yıllık NATO birikimini sıfırladılar. Temmuz 2016’da bu operasyon başlarken, Rusya Avrasyacılığı’nın en tanınan ismi Aleksandr Dugin Türkiye’deydi. 15 Temmuz öncesi, tasfiye edilmesi hedeflenen tüm Batıcı subayların isimlerini listelediler. Bu fişleme aylar önce tamamlandı. O gece Avrasyacı ekip TSK’yı bir darbeyle ele geçirdi. Bu darbe iktidara dolaylı olarak el koymalarını sağladı. Türkiye devletinin temelini her zaman ordu oluşturmuştu. Şimdi orduyu ele geçirmişler, içini boşaltmışlardı. Üstelik bunu başta tuttukları Erdoğan gibi bir İslamcıya yıktılar. Bu operasyonları AKP’ye yaptırdılar. Böylece 28 Şubattaki gibi ortalıkta görünmeyeceklerdi. Plan oldukça rafineydi. Sıcak kestaneleri ocaktan alırken elleri yanmasın diye Erdoğan’a tutturdular. Ve Türk ordusu, Türk ordusunu yendi.

2016’dan sonra Türkiye bir daha asla bir NATO üyesi olarak hareket etmedi. Suriye’de cihatçı teröristlerle iş tuttu, onları besledi ve yönlendirdi. Rusya’yla stratejik ortaklığa gitti. ABD’yi ve AB’yi düşman ilan etti. Buna ilişkin demekler internette duruyor. 15 Temmuz 2016 kontrollü darbesinin ABD tarafından planlanan bir girişim olduğunu açıkça ileri sürdüler. AB sürecini sonlandırdılar. Bu süreçte 1999-2010 arası yapılan ne kadar demokratikleşme reformu varsa, tümünü iptal ettiler. Türkiye kendisini Batılı bir aktör olarak algılamayı terk etti. Halkına da bu algıyı pompaladı. Bir NATO üyesi olarak NATO’dan “onlar” diye söz eden bir yönetim vardı artık.

Türkiye’de yeni bir rejim kurulmuştu. BU rejim Türkiye’nin 100 yıllık denenmiş, test edilmiş istikrarlı ne kadar dış politika ilkesi ve çıkarı varsa hepsini sulandırdı, güvenlik yerine maceracılığı merkeze oturttu. Ortadoğu’da her konuya İslamcı reflekslerle taraf oldu. Mısır’da, İsrail’de, Birleşik Arap Emirlikleri’nde, Katar’da, Suriye’de, Libya’da – aklınıza gelen her yerde İslamcı-Sünnici, Neo-Osmanlıcı bir yönelim takip etmeye başladılar. Bu uğurda IŞİD’le, Ek Kaide’yle, El Nusra’yla ve benzeri şeriatçı-cihatçı İslami terörist gruplarla işbirliği yapmaktan imtina etmediler. Erdoğan kendisini İslam dünyasının lideri gibi algılamaya başladı. Çok ciddi bir dini retorik, antisemitizm, Batı düşmanlığı, Ermeni düşmanlığı retoriği dış ve güvenlik politikalarında kullanılmaya başlandı. Bu duygusal, gerçeklerden kopuk, irrasyonel dış ve güvenlik politikası ortamında Türkiye savrulmaya başladı.

Orduyu ele geçiren Avrasyacı ekip, istediği iç ve dış politika değişikliklerine ilişkin tavizleri koparmıştı. Kürt açılımı ve Çözüm Süreci bitirildi. Kürtleri 1990’ların askeri çözüm politikalarıyla bir yok oluşa sürüklediler. AB süreci bitirildi. Ülke Tanzimat’tan beri ilk kez Batı’dan koptu. İttihatçılar gibi bir dış güce yapışıp yayılma hayalleri kurdular. Rusya yeni Almanya’ydı. Resimsel değişiklikler nedeniyle, Batı’nın aksine ne insan hakları, ne de demokratikleşme soracaktı. Moskova’ya nükleer santral yaptırma kararı da, S-400 sistemlerini edinme kararı da, Suriye’de Rusya’nın uydusu gibi hareket etme kararı da tümüyle Avrasyacı kanadın talepleriydi. Son Ukrayna savaşında ise durum çok daha bariz biçimde ortaya çıktı.

Türkiye, 30 NATO üyesi arasında, Rusya’ya yaptırım uygulamayan tek ülke. Dahası, yine 30 NATO üyesi arasında hava sahasını Rus uçaklarına kapatmayan tek ülke. Bitmedi. Türkiye, tüm NATO ve Batılı ülkeler içinde Rus oligarkların mal varlıklarını dondurmayan tek ülke. Ayrıca Ukrayna’ya destek vermeyen, Ukrayna’ya silah ve insani yardım yapmayan da tek ülke.

Bunun dışında, Türkiye karakolda doğru söyler mahkemede şaşar tipi bir davranış içerisinde. Batılı liderlerle – mesela son olarak ABD başkanı Biden’la – görüşürken Batı yanlısı bir söylem kullanıyor. Oysa fiili politikalar hep aksi yönde. NATO içerisinde Ankara artık küçük Moskova gibi muamele görüyor, öyle algılanıyor. Türk askeri ve sivil personeline kimse güvenmiyor.

Bir diğer mesele de Türkiye’nin nasıl bir ülke haline geldiğiyle alakalı. Rejimsel sorundan bahsediyorum. Türkiye artık bir demokrasi değil. Freedom House değerlendirmelerine göre özgür olmayan bir ülke. Tıpkı Rusya, Çin ve İran gibi! NATO sonuçta askeri bir örgüt; fakat belirli siyasi değerlere dayanıyor. NATO üyeliği sadece Batı tipi liberal demokrasilere açık bir ayrıcalıktır. Türkiye kendisini artık böyle algılamıyor. Hapishaneleri aydın, politikacı, akademisyen, gazeteci dolu, düşüncenin özgür olmadığı, mahkemelerin bağımsız olmadığı, kendi anayasasına bile uymayan bir tür failing state konumunda. Bu profil bir NATO üyesinden ziyade bir tür Ortadoğu-Post-Sovyet karışımı otoriter rejimi andırıyor.

SONUÇ:

Türkiye tüm bu gerilemeyi belirli uluslararası koşullarda gerçekleştirebildi. Artık bu sistem değişti. Avrupa kendisini bir gecede yeni bir Soğuk Savaş’ta buldu. Türkiye istese de istemese de jeopolitik anlamda Avrupa sistemine dâhil bir ülke. Bu konumda, mevcut uluslararası ortamda Putinist bir rejimin Türkiye’de tutunması imkânsız. Bir geri sayımın tik-takları bariz olarak duyuluyor. İşitme özelliğini yitirmemiş kulaklar bu sesi görmezden gelmeyecek ve her gün daha fazla insan bu durumun ayırtına varacak. Bu uluslararası koşullar bu rejimi taşımaz. Erdoğan gitmekle kalmayacak. Avrasyacı-nasyonalist anti-Batı kampı da çökecek. Eğer Erdoğan refleksif bir manevrayla Batı’ya tekrar şirin görünme taktiği izlerse, Avrasyacı-nasyonalistlerle kurduğu içerideki koalisyon çökecek. Eğer Avrasyacı nasyonalistlerle mevcut koalisyonu devam ettirmek yönünde tutumunu değiştirmezse, NATO-AB-Batı Erdoğan’ın ve rejimin altındaki halıyı gayet sertçe çekecek. Bu işin sonunda ne rejime ne de Erdoğan’a mutlu son görünmüyor. NATO içerisinde Truva atı dönemi bitti. Reel politiğin sertliği, Türkiye’ye 1945 sonrası gibi belli koşulları dayatacak. Bu yeni ortamda Türkiye’ye son bir demokratikleşme ve normalleşme şansı doğuyor. Umut edelim bu şansı bu kez iyi kullanacak birileri çıksın.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Harika bir yazı olmuş sayın Çaman, olayların sebeplerini, arka planını, gerekçelerini tüm açıklığıyla kavramamı sağlıdı, çok teşekkürler.

  2. Hocam harika yazınıza bir ekleme yapmak istiyorum. Türkiyede bu değişim sürecinde hiç atatürkçülük, cumhuriyetin değerleri, laiklik tartışılmadı. Mesela bahçelinin laikliği, atatürkçülüğü de hiç sorgulanmadı. Türkiyede değişikliği yapanlar ile türkiyede atatürkü, cumhuriyetin değerlerini, laikliği, irticayı tartışmaya açanlar yani bu değerler üzerinden gündem oluşturanlar aynı kişiler olabilir mi? 28 şubat sürecinde kullanılan dil ve değerlerin hiç biri değişim sürecinde konuşulmadı, hatırlatılmadı. 28 şubattaki irtica tehditi değişim süreci ve ışidin cirit attığı bir dönemde hiç gündeme gelmedi. Fetö söylemi adeta laikliği, irticayı, kemalizmi, cumhuriyetin değerlerini ve rejimin değişikliğini örtmüştür. Bu sayede kemalistler, 28 şubatçılar, atatürkçüler, laikler rahat nefes almıştır. Kimse onların laikliğini ve cumhuriyetin değerlerine bağlılığı sorgulama fırsatı bulamamıştır bu ortamda. Bu sayede sorgulanmaktan kurtulmuşlardır. Açık çok büyüktü. O yüzden fetö de çok büyük gösterildi ki boşluğu doldursun. Herkes atatürkün değerlerini unutmuş, hain darbe kalkışmasına karşı el ele tutuşmuştu. Adeta laiklik ve antilaiklik bir sepete girmiştir. Birbirlerini koruyup kolluyorlardı. Yani laik ve antilaikin birleşmesi mümkünmüş bunun için fetö tehditi gerekiyormuş. Cemaat düşman ilan edildiğinden beri türkiyede irtica tehditi ortadan kalktı. Bu gözle haberlere baktığımda yada söylemleri dinlediğimde bu yönde bir uyarı yok. Cumhuriyetin değerleri konusunda da uyarı yok. En son cumhuriyetin değerlerine bir saldırı iddiası danıştay saldırısında olmuştu. Katil tesadüfen sıradan bir polise yakalanınca hemen sustular. Aslında danıştay olayını yeni menemen yapacaklardı. Ne zaman ergenekon dışarı çıktı türkiyede değişiklikler başladı. Ve hiç kimse laikliği bir daha ağzına almadı. En vahşi ışid saldırılarında bile ‘atatürkçüler’ laik cumhuriyetten bahsetmedi, irtica tehlikesi demedi. Hatta fransada ışid saldırısından sonra fransa türkiyeyi eleştirince kılıçdaroğlu da fransayı eleştirmişti. Yani islamcılar yanında devletinbyeni rejimi için dik durmuştu. Olayları hep bu gözle takip ettiğim için kaçırmıyorum. Kılıçdaroğlunu ergenekonun avukatıyım demesinden beri takip ediyorum. Ergenekonun savcısı ile avukatı aynı safta buluştular. Bu tabi ki gerçek dostluk değil bir anlaşma ama bu gerçekleri değiştirmez. Ne zaman aynı safa geçtiler? Ergenekon dışarı çıkınca. Ne yaptılar? Türkiye cumhuriyetinin rejimini değiştirdiler. Nedeni çok açık. Atatürkün kurduğu türkiye cumhuriyetinin potansiyel rolünü kullanmasından ve ihtimal bu noktaya gelmesinden korktular. Eğer amaç türkiyeye bir kene gibi yapışmak ise o zaman hededleri büyük ve güçlü türkiye olamaz. Zayıf olsun, dayakla terbiye edilmiş olsun, kolu kanadı kırık olsun bizim olsun davaları var. Onları tanıyamazsınız çünkü sahadaki oyuncular rollerini çok iyi oynuyorlar. Bende deşifre ediyorum işte. Bunlar laiklik konusundaki ajite tutumlarını önceden bildiğim için şu anda aynı kişilerin neden laikliği ve irticayı ısarla savunmadıklarını anlamaya çalışıyorum. Çıkan sonuç şu ki muhatap olduğumuz partiler asıl değil paraleldir. Yani gerçek bir karakter yoktur. Bunların nihai amacı güçlendirilmiş parlamenter sistem reklamında muhaberat rejimini kurmaktır. Ukrayna olayında liderlerin tepkilerine baktım özellikle. Hemen kılıçdaroğlu ve meral batıdan yana açıklama yaptılar. Yani şu ana kadar ki tutumla tamamen ters. Gerçi bu yeni rejimin bir ayağı ingiltereye uzanıyorsa normal. Ama bu tek cümlelik açıklamalar türkiyeyi avrupa değerleri ile buluşturmak istedikleri anlamı çıkartmamalı. Korkak bir cümlelik açıklama zaten. Artık derin devletin rakibi tayyip değil bizzat batıdır.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin