Türkiye’de yeniden tek parti yönetimi kurulurken [Dr. Serdar Efeoğlu]

Türkiye şaibeli 16 Nisan referandumu ile yeni bir sürece girdi. Uzun yıllar sonra Cumhurbaşkanı’nın tarafsızlığı kaldırılarak ‘partili Cumhurbaşkanı’ uygulaması yeniden başladı. Erdoğan en büyük ideallerinden birini gerçekleştirerek AKP’nin tekrar genel başkanı oldu.

AKP böylece sürekli tenkit ettiği Tek Parti devri CHP’sinin izinden gitmeyi tercih etti. Bundan sonraki süreçte Türkiye’nin nelerle karşılaşacağını Erken Cumhuriyet dönemine bakarak tahmin etmek zor değil.

PARTİLİ CUMHURBAŞKANLIĞI

Anadolu’da işgallerin başlaması ile Ankara’da açılan ilk TBMM’de çoğulcu bir anlayış hâkimdi. Her türlü siyasi görüşten milletvekillerinin bulunduğu Meclisin önceliği vatanın kurtarılmasıydı. Ancak zamanla görüş ayrılıkları iyice su yüzüne çıktı. Lozan Konferansı sırasındaki tartışmalar TBMM’nin yenilenmesi ile sonuçlandı. Yapılan seçimlerde M. Kemal Paşa’nın lideri olduğu Birinci Grubun yüzde 90’ı seçilirken, muhalif İkinci Grubun ancak yüzde 10’u yeniden Meclise girebildi. Böylece büyük bir tasfiye gerçekleştirildi.

9 Eylül 1923’de Halk Fırkası kurularak başkanlığına M. Kemal Paşa, başkan vekilliğine de İsmet Paşa seçildi. 29 Ekim’de Cumhuriyetin ilanı ile M. Kemal, Cumhurbaşkanı oldu ise de parti başkanlığı devam etti. Bu durum tepkilere yol açtı.

İkinci Mecliste (1923-1927) Kazım Karabekir önderliğinde kurulan Terakkiperver Fırkanın parti programında “partili Cumhurbaşkanı” uygulamasına tek adamlığa yol açacağı düşüncesiyle karşı çıkılmaktaydı. M. Kemal Paşa ise muhalefetin bu programını “en hain dimağların” eseri olarak değerlendiriyordu.

Muhalefet partisinin aydınlar, bürokratlar ve özellikle ordudan destek bulması, yeni kurulmak istenen rejimin önünde büyük bir engel görülerek Terakkiperver Fırka kapatıldı. M. Kemal Paşa’ya İzmir’de planlanan suikast girişiminden dolayı da İttihatçı kanat tasfiye edildi. Artık Türkiye “tek parti rejimi” için dikensiz bir gül bahçesine dönüşmüştü.

1929 Ekonomik Krizi Türkiye’yi çok ciddi sıkıntılara sokunca kısa süreli de olsa “icazetli” ve birkaç ay süren çok partili hayat devresi yaşandı. “Partili Cumhurbaşkanı” olan Atatürk başlangıçta tarafsız davranacağını ifade etse de Serbest Fırka ile CHP arasında çekişmeler arttıkça tercihini CHP’den yana yaptı.

AŞAMA AŞAMA PARTİ DEVLETİNE

Erken Cumhuriyet dönemindeki otoriter rejimin önemli aşamalarından birisini CHP’nin 1927 Kongresi’nde, milletvekili listelerinin belirlenmesi yetkisinin tamamen genel başkana verilmesi oluşturdu. Nitekim Atatürk, vefatına kadar milletvekili adaylarını belirlemeye devam etti. Hatta köy muhtarlarından başlayarak bütün atamalar parti müfettişlerinin onayı ile yapıldı.

Türkiye’nin yavaş yavaş otoriter bir rejime dönüşmesinde o dönemde Avrupa’da görülen totaliter rejimlerin önemli etkisi oldu. Ayrıca ülkeyi topyekûn sosyal ve kültürel yönden hızlı bir şekilde değiştirme isteği öne çıktı.

Dünyanın gelişmiş ülkelerinin Türkiye’yi geri kalmış ve ikinci sınıf olarak görmeleri yönetici kadroyu hızlı bir şekilde değişim isteğine yöneltti. Lider kadro; Hükümet, parti ve orduyu tamamen kendi kontrolüne alarak hedeflerini gerçekleştireceği bir ortam hazırladı. Başlangıçta meşruiyet vurgusu olsa da zamanla totaliter rejim tercih edildi.

PARTİ DEVLETİ KURULUYOR

Parti devlet bütünleşmesi aynı zamanda ideolojik bir temele dayanacaktı. Bu nedenle İttihatçılar tarafından kurulan ve “Türkçülük” prensibinin ağır bastığı Türk Ocaklarının bu yeni yapıda yeri yoktu. Türk Ocakları kapatılarak yerine CHP’nin yan kuruluşu gibi çalışacak “Halkevleri” kuruldu. Türk Ocakları binalarının 77’si CHP’ye, 44’ü de Halkevlerine devredildi.

Otoriterleşmenin önünde engel teşkil eden sivil toplum kuruluşları birer birer yok edildi. Kadınların siyasal hayata katılmalarında etkili bir rol üstlenen Türk Kadınlar Birliği kapatıldığı gibi öğretmenlerin örgütlendiği Muallimler Birliği’nin faaliyetlerine de son verildi. Yeni rejimin muhalif olmak bir yana, bağımsız sivil toplum kuruluşlarına bile tahammülü yoktu. Kapatılarak malları Halkevlerine devredilen derneklerden birisinin de Türk Mason Cemiyeti olması ilginçti.

CHP’nin 1935 Kongresinde parti devlet bütünleşmesi benimsenerek partinin devletle birlikte çalışması kabul edildi. Ayrıca bir demokrasi tanımı yapılarak uygulanan sistemin “Türkiye’ye özgü” olduğu belirtildi. Ülkede yapılacak her türlü icraat önce partinin yetkili kurullarında görüşülmekte ve Meclis alınan kararlara sembolik olarak onay vermekteydi.

CHP bundan sonra parti içi eleştirilere bile kapalı hale geldi. Parti devlet bütünleşmesinin en somut örneği İçişleri Bakanı’nın aynı zamanda CHP Genel Sekreterliğini, valilerin de partinin il başkanlığını üstlenmesi oldu. Hatta bir taslak metinde vali “Parti Hükümetinin Valisi” olarak tanımlanmaktaydı.

1936 yılında yayınlanan bir genelge ile valiler illerindeki parti faaliyetlerinden sorumlu tutuldular. Valilerin üzerinde görev yapan Umumi Müfettişler de sorumlu oldukları bölgelerde kurulan “Parti İşleri Bürosu” vasıtasıyla devlet işlerinin yanında parti faaliyetlerini de denetlemeye başladılar.

Aslında parti başkanlarının vali olmaları yerine valilerin il başkanı olmaları, devletin CHP’yi tamamen kontrolü altına aldığının göstergesiydi. Tek Parti döneminde CHP; halkı, devleti, hükümeti ve meclisi temsil ediyordu. Dolayısıyla bütün sistem partiye ve partinin başında yer alan Değişmez Genel Başkan’a bağlıydı.

Türkiye bir parti devletine dönüşüyor, her vatandaş partinin doğal üyesi sayılıyor, rakip siyasi veya sivil hiçbir oluşuma hayat hakkı tanınmıyordu. CHP’nin üye sayısı 1936 yılında 1.237.000 olmuştu. Buna karşılık Doğu ve Güneydoğu’nun 12 ilinde teşkilatı bile yoktu.

Bu dönemde çıkarılan kanunlarla yeni rejimin temel taşları döşendi. 1931’deki Matbuat Kanunu basını tek parti anlayışına uygun olarak tek taraflı hale getirdi. Gazeteler “Basın Birliği” adıyla örgütlenerek başına CHP’li kişiler yönetici olarak atandı.

CHP’ye yakın Cumhuriyet’in sahibi ve başyazarı Yunus Nadi, Akşam’ın başyazarı Necmettin Sadak ve Ulus’un başyazarı Falih Rıfkı Atay gibi gazeteciler milletvekili yapıldı. Ayrıca CHP’nin 1935 Kongresi’nde “partili” gazetecilerin parti aleyhine yazı yazamayacaklarına dair bir karar alındı.

İş Kanunu ile grev ve lokavt yasaklandı. Parti kapatma yetkisi Bakanlar Kurulu’na verildi. Uygulamaya bakıldığında Bakanlar Kurulu, Anayasaya aykırı olmasına rağmen Meclise değil Cumhurbaşkanı’na karşı sorumlu hale gelmişti.

Parti devleti aşamasında dine yönelik politikalar da hız kazanarak “Türkçe Kur’an, Türkçe Hutbe, Türkçe Ezan ve İbadet” yaklaşımları ile dinin modernleştirilmesi ve millileştirilmesi amaçlandı. Bu doğrultuda “Hak Dini Kur’an Dili” ve “Tecrid-i Sarih Tercüme ve Şerhi” yayınlandı.

Tek Parti devrinde farklı görüşleri dile getirecek, Hükümeti eleştirecek formüller de bulunmuştu. Listelerde az sayıda bağımsız adaya yer veriliyor ve parti örgütünden bu kişileri seçmeleri isteniyordu. Bağımsız olarak seçilen milletvekilleri Mecliste “kontrollü muhalefet” görevini yerine getirmekteydi.

ŞİMDİ DE AKP’NİN PARTİ DEVLETİ Mİ?

Uzun yıllar sonra Türkiye bir kez daha parti devlet bütünleşmesiyle karşı karşıya bulunuyor. AKP, birçok yönden “kontrollü” olduğu anlaşılan 15 Temmuz Darbesi ile orduyu tamamen pasifize etti. Ayrıca ordu, emniyet, yargı ve diğer kamu kurumlarında yaptığı tasfiyelerle ve muhalif sermayeye el koyarak parti hâkimiyetinde yeni bir rejim inşasına girişti.

Erdoğan’ın genel başkanlığı da üstlenmesiyle partili cumhurbaşkanlığına geçilmiş oldu. Bağımsız yayın yapmak isteyen gazeteler kapatıldı. Diğer basın tamamen yandaş hale getirildi. En son bir medya patronu AKP’nin MKYK’sına bile seçildi. STK’lar bağımsızlıklarını çoktan kaybederek her vesileyle parti devletinin yanında yer alan açıklamalar yapmayı bir alışkanlık haline getirdiler.

Halkın temsilcisi olması gereken TBMM, OHAL ortamında çoktan fonksiyonunu kaybetti. 1930’larda en azından göstermelik de olsa kanunları görüşüp onaylarken, artık ülke KHK’larla yönetilir hale geldi.

Muhalefet partilerinin bazıları iktidar ortağı yapılıp menfaatler temin edilerek, bazıları da sistem dışına itilerek devre dışı bırakıldı. Ana muhalefet ise parti devletinin bazı hatalarını söylemesine karşılık hiçbir etkili sürece girmeyerek Tek Parti devrinin “kontrollü” muhalefet anlayışını benimsedi.

Şu aşamada bu sürecin adının konması için geriye sadece “İçişleri Bakanı’nın AKP Genel Sekreteri, valilerin de İl Başkanı” olmaları kalmış görünüyor.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin