Türkiye’de siyaset sivil değil!

YORUM | MAHMUT AKPINAR

İngiltere’de demokrasinin inşasında kilometre taşı olarak kralın keyfi yönetimini engelleyen 1215 Magna Carta’yı biliriz. Ama parlamenter demokrasinin inşasında önemli başka bir olay vardır: 1645 Naseby iç savaşı. İngiltere’nin bir dünya gücüne dönüşmesine giden yolu başlatan I. Elizabeth İngiltere’yi parlamento ile uyumlu ve dengeli şekilde yönetmişti. Ondan 23 yıl sonra tahta geçen I. Charles kralın tanrı tarafından seçildiğini ve parlamentonun onayına ihtiyacı olmadığını söylüyordu. İskoçlarla savaşmak için parlamentodan ilave kaynak istedi. Parlamento reddetti. Bunun üzerine I. Charles parlamento liderlerini tutuklamak için House of Commons’u bastı.

Ülke, parlamento yanlıları ve kral yanlıları olmak üzere ikiyi ayrıldı. Parlamentaristler krala karşı ordu oluşturdular ve savaştılar. Kral Charles yenildi. Yüksek mahkeme, kralın “sınırsız ve tiranik güç” elde etmekten suçlu olduğunu ilân etti ve başı kesilerek idam edildi. Bu olaydan sonra parlamento daha da güçlendi ve sürekli etkisini artırdı.

BU YAZIYI YOUTUBE’DA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Bunu niye anlattım? Demokrasinin inşası kolay olmadığı gibi korunması ucuz değildir. Demokrasi ve haklar için mücadele eden, risk alan birileri yoksa parlamentoyu etkisizleştirip tiranlaşmak isteyenler hep çıkacaktır.

Bizde demokratik gelişim maalesef hep dışarının etkisiyle yapıldı. Osmanlı döneminde sultanın gücünü, Cumhuriyet döneminde merkeziyetçiliği azaltmak için içeriden ciddi talep gelmedi. Halk karnını doyurdukça otoriter yönetimi problem etmedi. Demokratikleşmeye önderlik etmesi, halkta demokrasi bilinci uyarması gereken siyaset ve siyasetçiler olmalıydı. Ama bizde siyaset hiçbir zaman sivil olmadı. Çünkü siyasetçiler sivil olmadı. 1923’ten 1946’ya kadar ülkeyi tek adamlar yönetti. Muhalefet ihtiyacı hissettiklerinde bazı arkadaşlarından parti kurmalarını rica ettiler. Onlar da talimat üzerine ve kendilerine çizilen sınırlar müvacehesinde parti kurdular. Kurulan muvazaalı partiler (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka) halkta umut uyarınca, bir gerekçeyle partileri kapattı, liderlerini yargıladılar.

İkinci Dünya Savaşı’nı demokratik blok kazanmıştı ve Türkiye’nin Tek Adam rejimi ile yola devam etmesi mümkün değildi. İsmet İnönü, CHP’de siyaset yapan Celal Bayar’ı çağırıp parti kurmalarını rica etti. Çok partili sisteme böyle geçildi. Stalin, Türkiye’yi tehdit ettiği için İnönü Batı’ya dayanmanın zaruretini, bunun için de çok partili sisteme geçmek gerektiğini biliyordu. Demokrat Parti zamanla haddi aşan uygulamalar içine girdi. Cumhuriyet’in cumhura rağmen oluşturulan genetik kodlarını bozacak, halkın değerlerine, inancına prim veren bazı değişimlere gitti. Bunun üzerine İnönü’nün muvafakatı ile 1960 darbesi yapıldı. Ama halk hala CHP zihniyetini ve İnönü’yü tercih etmiyordu. Otoriter bir devletle yola devam etmek mümkün değildi. Bu nedenle devlet ve toplum üzerinde vesayet sahibi odaklar kontrollü siyaset oluşturmayı tercih ettiler. Toplumda var olan siyasi akımlara karşılık gelen siyasi partiler ve onlara uygun liderler ürettiler. Bunlar kontrolden çıktığında darbelerle, muhtıralarla balans ayarları yapıp siyaseti ve toplumu hizaya getirdiler.

Maalesef bu ülkede siyasi partiler ve liderler sivil olmadı. Yani milletin, toplumun yanında yer almadı, devletin bir aygıtı gibi hareket ettiler. Kazara halkın lehine siyaset yapanlar çıktıysa ya zehirlendi veya kazaya kurban gitti. Siyasi liderler partilerin içine konmuş vesayetçi yapının güdümlü adamları oldular. Sahip oldukları koltukları çoğu zaman halkın içinden gelen delegelerin seçmesiyle ve sahici kongrelerle elde etmediler. Koltuklar onlara ikram edildi. Bu nedenle partiler özgür, bağımsız, bagajsız liderlerce yönetilmedi. Kamu yararını, halkın taleplerini gözetmediler.

Türkiye’de toplum devletin ne olacağına, nasıl olacağına karar vermez. Aksine devlet toplumun nasıl olması gerektiğine karar verir. Sistem devletin toplumu ve hayatı yapılandıracağı şekilde kurgulanmıştır. O nedenle devlete çalışan, ama dışardan “sivil” sanılan pek çok gazeteci, akademisyen, aydın(!), avukat vs. görürsünüz. Elbette bu devlet siyasi alanı doğal haliyle bırakmaz, siyasetçileri ihmal etmez. Biraz düşündüğünüzde gençlik kollarında itibaren partilere vesayetçi zihniyet hesabına yerleştirilmiş, sonra üst yönetici, genel başkan olmuş pek çok isim bulacaksınız. Bu güdümlü siyasetçiler kıyasıya kavga ederken “Hiza al!” diye gaipten bir ses duyarlar ve şak diye aynı çizgide buluşurlar. Birbirine demediği laf bırakmazlar ama zurnanın zırt dediği anlarda tornistan yapar ve devlete diyetlerini öderler. Bence, kendisini “Genel! Genel!” diye ifşa eden Erdoğan’ı her zora girdiğinde kurtaran Baykal bunlardan birisidir. Küçük ama etkili bir sosyal mühendislik mucizesi Perinçek bunlardan birisidir. Adı Devlet olan Bahçeli en olmadık zamanda koalisyonu bozup Erdoğan’a yol açan seçim sürecini başlatmıştı. Misyonunu tamamlamış ve artık kullanım süresi dolmuş Erdoğan’ın şimdilerde ipini çekmesi yine Bahçeli’den bekleniyor. Eski bakan Namık Kemal Zeybek’in söyledikleri iddiaları doğruluyor. Zeybek 2002 yılında 11. Kocayayla Türkmen Kurultayı’nda Hükümeti bozan ve Türkiye’yi erken seçime götüren çağrıyı nasıl yaptığını anlatıyor: “Birisi ile telefonda konuştu. Çıktı, yüzü sapsarıydı çıkarken. 5 dakika sonra kürsüye çıkıp ‘3 Kasım’da erken seçim var’ diye ilan etti,” diyor.

Sayısız defa test edildi ki bizde halkı düşünmesi gereken siyasi partiler ve liderleri her defasında devlet lehine, millet aleyhine seçeneklere yöneldiler. Çünkü Türkiye’de siyasal partiler demokratik olmadığı gibi sivil de değil. Zira mevcut siyasi partiler yasası siyasetin demokratik ve sivil olmasına müsaade etmiyor. Partiler belirli hiziplerin, kesimlerin kontrolünde kalıyor. Siyasi liderler de ya bizzat güdümlü olduğu için veya güdümlü yapıları aşamadığı için milletin değil, devletin yanında yer alıyor. Demokrasiyi, hakkı hukuku, toplumun çıkarlarını değil, vesayetçi kesimlerin çıkarlarını gözetiyor. Türkiye’de sağdan sola bütün partiler adeta bir rengin tonları gibiler. Kayıkçı kavgası yapıyorlar ama öyle bir zaman geliyor ki hepsi toplumun aleyhine ittifak edebiliyor. Son dönemde daha bağımsız bir çizgi izlediği gözlemlenen HDP ise genelde Dağ’ın vesayetinde oldu. Dağ ile devlet içindeki vesayet odaklarının bağı ayrı bir bahsin konusu.

Uzun süre devletten dayak yediği için İslamcı hareketlerin gerçekten devlete muhalif ve sivil olduğunu düşünüyorduk. Ama tağut ilan ettikleri devleti iktidar olduklarında herkesten ve her şeyden öte kutsayıp “mabut” hale getirdiler. Derin, vesayetçi yapılarla işbirliği kurunca millet aleyhine operasyonel ve kullanışlı aparata dönüştüler. Münhasıran Erdoğan’ın son yılları devletin kirli-karanlık yüzüyle bütünüyle örtüştü. “Devlet namına” deyip toz sattılar, hazineyi boşalttılar, milletin malını yağmaladılar, masum insanları hapislere doldurdular. Düşünce özgürlüğünü engelledi, adaleti, refahı bitirdi, rant için ormanları yaktılar. Bunları yaparken her kesimiyle devletçiler Erdoğan’a güç verdi.

Türkiye’de sivil toplum bile sivil değil. Daha doğrusu Türkiye’de gerçek anlamda sivil toplum yok! Bu ülkede sendikalar işçilerin haklarını savunmaz. İşçilerin aleyhine patronlarla ve iktidarla anlaşır. Şoförler odasından, mühendisler odasına, bazı barolara kadar meslek örgütleri meslektaşlarının haklarını savunmaz, ama kendisini devletin/rejimin askeri ilan eder. Büyük kısmının devletle organik bağlantısı vardır. Bu tür kuruluşlara “iktidar güdümlü sivil toplum” (government-organized non-governmental organization [GONGO]) deniyor.

Bir yönüyle milletin kendisi de devletçi. Kendi haklarıyla devletin talepleri çatıştığında devleti tercih eden, “Devletim beni döver de sever de” diyen bir toplum yapımız var. Devletten sürekli dayak yediği halde demokrasiyi, özgürlüğü, hakları değil devleti savunan insanlarımız var. Kendisine benzemeyen bir kesimin hukuku söz konusu olduğunda halkın çoğu hakkın değil, devletin yanında yer alır. “Devletin bir bildiği vardır” der. Türkler Tek adam rejimini, hukuksuzluğu, devletin baskısını değil, devletin yıpranMAMAsını önemsiyor. Sanırım demokratik dünya ile aramızdaki en önemli farklardan birisi de bu.

Demokratikleşmenin, sivilleşmenin lokomotifi olması gereken siyasi partiler demokratikleşirse ülke de demokratikleşecektir. Bunca yaşanana rağmen muhalefetin tezkere gündeme gelince yine Erdoğan’la aynı hizada yerini alması ümitli olmamızı engelliyor. Yeni kurulan partiler dahil maalesef siyasi partiler “devlet”in taleplerine boyun eğmekten, Erdoğan’a kuyruk olmaktan kurtulup bağımsız politikalar geliştiremediler. 15 Temmuz’da kuyruk oldular, Erdoğan tek adam rejimini kurdu, yargıyı teslim aldı, hukuku bitirdi. Dokunulmazlıkların kaldırılmasında kuyruk oldular, siyasetçileri hapse tıktı. Tezkerelerde kuyruk oldular kan siyaseti izledi.

Türkiye’nin ana problemi siyasetin sivil, siyasetçilerin ise demokrat, ilkeli ve omurgalı olmaması.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

7 YORUMLAR

  1. Almanya´da 1918 ile 1933 yılları arasında Weimar Cumhuriyeti vardı. Daha önceki II. İmparatorluk ile daha sonraki Nazi rejimi (1933-1945) arasındaki ara devlet. Korkmayın, burada uzun uzun Alman tarihine girecek değilim. Sadece bir noktaya dikkat çekmek için bu girişi yaptım. Okullarda Weimar Cumhuriyeti neden başarısız oldu sorusuna verilen cevap özetle şöyledir: “Weimar, demokratları olmayan bir demokrasiydi.”
    Yukarıdaki yazıyı okuyunca aklıma bu örnek geldi. Türkiye de galiba demokratları olmayan bir ülke. İkinci Dünya Savaşı´ndan sonra dış faktörlerin etkisi ile çok partili demokrasiye geçiş yaptı. Ama bu demokrasileri de neredeyse her 10 yılda bir askeri müdahale ile kesintiye uğradı. Sonra AKP ile ülkenin muhafazakar ve dindar kesimleri iktidara geldi. Ve kendilerine kadar gelen sancılı ve kesintli demokratik düzeni boğup cenaze namazını kıldılar.
    Yukarıdaki yazıda yazarın lafı biraz millete dokundurmakla beraber ana tezi siyasetin ve siyasetçilerin sivil olmaması yönünde. Siyasetçilerin halkın değil devletin yanında yer alması noktasında. Benim açımdan bu pek ikna edici değil. Almanların Weimar Cumhuriyeti için söyledikleri galiba Türkiye içi de geçerli. Türkiye demokratları olmayan bir demokrasiydi. Hal böyle olunca da tabii demokratik düzen korunamadı.
    Yazarın problemin merkezi olarak siyasetçileri göstermesine bakalım. Siyasetçiler böyle diyelim, peki ama halkta demokrasi talebi nerede? Halkın kendisi de devletçi düşünüyor. Siyasetçi devletten yana tavır alıyorsa, halk da öyle.
    Halk, benim devlet karşısında şu şu hakkım olsun demiyor ki! Peki ne diyor? Önce devlet diyor. Devleti eleştirerek yıpratmayalım diyor. Devlete yerleşeyim, devlet benim mahallemdekilerin olsun diyor. Ve, devleti rasyonel bürokratik bir yapı yerine mistik bir varlık olarak algılıyor.
    İşin kötü tarafı, demokratik bir devlet düzeni için bir bilinç, fikri bir altyapı da yok.
    Dini yapılara baksanız, adamların demokrasi gibi bir derdi yok. Benim hayatımın değişik cemaatlerden geçti, bunları söylerken dışardan konuşmuyorum, neyden bahsettiğimi biliyorum.
    Kendilerine laik diyen kesime bakıyorsunuz, onlar ayrı bir yobazlık içinde. Sırf sevmedikleri bir grup olduğu için cemaate Fetö diyorlar…

    • Teşekkürler İsmail bey aydınlatıcı bir yorum.
      Bahsettiğiniz üzere halkın da demokrasi hukuk diye bir derdi yok. Ama aydınların siyasetçilerin toplumu doğru istikamette dönüştürme gücü ve sorumluluğu vardır. O nedenle doğrudan halkla kavga etmeyi doğru bulmuyorum.

      • Mahmut bey, cevabınız için teşekkürler.
        Tespitinize katılıyorum.
        Yine Almanya örneğinden gidecek olursak, milliyetçiliği ve faşizmi en uç noktasına kadar götüren Nazileri destekleyen de (1933-1945), 1945 sonrasında Batı´da demokratik Almanya´yı (1949´dan bugüne), Doğu´da ise komünist rejimi (1949-1990) taşıyan da aynı halktı. Birinci örnekte Avrupa´yı yakıp yıktılar, 60 milyon insan öldü, ikinci örnek dünyanın önde gelen gelişmiş ülkelerinden biri olarak yoluna devam ediyor, üçüncü örnek ise halkının da direnciyle yıkılıp Batı Almanya´ya dahil oldu.
        Bu örnek bana sizin tesptinizin ne kadar doğru olduğunu ve toplumda aydınların, siyasetçilerin, kanaat önderlerinin tercihlerinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.

        Biz okurlara böyle yazdıran bir zamanlar göklere çıkardığımız halk konusunda yaşadığımız hayal kırıklığı…

  2. Çok haklısınız hocam, milletteki bu mantığın değişmesi maalesef bir 50-100 yıl alır. Halkımızın önce “farklı” olana saygı göstermeyi öğrenmesi lazım.

  3. Nasilsaniz öyle yönetilirsiniz hadisi elbet hak. Fakat mesele Türk toplumu olunca bakis acisini biraz daha acmak gerekiyor ve belki de ona göre hadislere de bakmak gerekiyor. Türk devletlerini hicbir zaman sivil halk olusturmadi.

    Türk toplumu ne kadar cemaatlerle, sivil toplum örgütleriyle devleti sivil kaynakli bir olusum haline getirmeye calissalar da bunu basaramadilar. Devlete sirayet edemediler, onu dönüstüremediler.

    Tam aksine devlet cemaatlere, sivil toplum örgütlerine sirayet etti, darbelerle, muhtiralarla, türlü medya manipülasyonlariyla, istihbarat oyunlariyla onlari dönüstürmeye calisti veya onlara takoz koydu. Cok güvendigimiz kimi dis gücler de hicbir zaman Türk halkindan yana tavir koymadilar. Koymalari da beklenemezdi zaten.

    Bugün bir Sünni, kendisiyle ilgili uydurulmus yalan tarihin aslini bilir ama Alevilerle ilgili olarak devlet ne demisse onu bilir. Alevi kendisiyle ilgili uydurulmus yalan tarihin aslini bilir ama Türkle, Kürtle alakali devletin tezlerine inanir. Bu da sunu gösteriyor ki devlet aslinda sivil toplum örgütleri icinde de büyük bir aktör.

    Örnegin Avrupaya Diyanetin gelmesi halkin dini ibadetleri icin hizmet vermek degildi. Aksine diger dini cemaatlerin yanina kendi kontrolündeki diyanet cemaatini koymakti. Bu aydin camiasinda da böyle oldu, ekonomi camiasinda.

    Türkiye cok güclü bir devlet, büyük oynayabiliyor. Örnegin Kürtlerin neredeyse tamamini isyan sinirina kadar getirip tam Kürtler artik bundan sonra kopar gider denen bir zamanda cok büyük bir sekilde sehirlere girip durumu tam tersine cevirebiliyor. Bazen aylarca bomba yagdirip sanki PKKli avliyormus gibi yaparak salaga da yatabiliyor.

    Türk toplumu böyle bir devletle basa cikilamayacagini gördü. Herkesin colugu-cocugu, bakmak zorunda kaldigi bir ailesi, yani tipki bir devlet gibi sorumlu oldugu bir toplulugu var. Bu mikro devletler de tipki bütün devletler gibi cikarini düsünüyor.

    Böyle bir ortamda ne devletten, ne halktan ne dis ülkelerden basiret beklemenin bir anlami yok. Devlete yaptigin zulmün icinde bogul demekten baska. Türkiye Cumhuriyeti baska bir isim ve baska bir sistem ile yeniden kurulmalidir.

  4. Türkler devlet ile bağımlı bir ilişki geliştirmiştir. Yani kendi hakkını bile devlet karşısında savunamamaktadır, haklarını devlete vermektedir. Aslında böyle bağımlı ilişkilerde herşey dışarıdan göründüğü kadar güzel değildir. Dışarıdan bakınca herkes milli türküler söylerler, coşarlar falan ama akşam ortalık sessizleştiğinde içindeki sesi dinlemek gerekir. Kendi haklarının varlığını idrak edememiş, ki normal çünkü hiç verilmedi, görmedi, bilmiyor, birisi o haklarını almasa, devlete helal olsun dese bile bu bir şekilde ortaya çıkar. İçinde olup biten fırtınalar ile yapayalnız kalır ama onlarla başa çıkacak güçte değildir. Ne devleti tanıyor ne kanunları ne hukuku. Ne kendisini tanıyor. Bu denklemde kendine sığınacak bir liman arıyor. Bu bazen sosyal yapılar olurken bazen yada çoğu zaman devlet oluyor. Yani güçlüye boyun eğiyor, haklarını bırakıyor. İşte bu nokta kaybettiğinin göstergesi. Birey bu noktada şahsi haklarını bırakmaktadır. Bu nasıl ortaya çıkıyor? Bir bireyin ahlakı öğrenip uygulaması ile birşeyi yapmasının yasaklanması “bunu yapmayacaksın” denmesi arasında dağlar kadar fark var. Ahlaklı birey, birey olmanın farkındadır. Vicdanı, aklı, fikri, duyguları, inancı devrededir. Ama zorla mesela “kadına tecavüz etmeyeceksin” dendiğinde, korktuğu devletinden ötürü kadına yanaşmaz ama aslında bunun neden yasak olduğunu tam kavrayamaz (şiddetin, tacizin, tecavüzün artmasını kastediyorum). “Hem zaten benim bireyselliğim elimden alındı. O zaman neden bana yasak diye dayatıyorlar? Yani elimden alınan birşey için, elimde olmadığı halde dayatmada bulunuyorlar”. İşte bu dayatmalar insanlara ağır gelmektedir. “Kırmızı ışıkta duracaksın!, ceza keserim” diyen devlete karşı bağımlı ilişki geliştirildiği için ve cezadan korktuğun için kuralı uygulayan biri, aslında kırmızı ışıkta geçmenin neden tehlikeli olduğunu aklı ile düşünse daha iyi olur. Ama bu akıl esir alınmış. Yani aklı bu şekilde özgürce düşündüğünde çok korkutucu noktaları düşünmeye başlıyor. Bağımlı bir ilişkide akıl, devlet ile karşı karşıya gelmekten korkmaktadır. Bu sefer aklını kullanmamaya, soru sormamaya başlıyor. Herkesin kendisi gibi olmasından ötürü yalnızlık duygusundan kurtuluyor ve toplumun da kendisi gibi kimliğini bıraktığını görünce acısı hafifliyor yada derdini paylaşıyor. Adı konmayan bir birliktelik oluyor. Artık sürü halinde hareket etmektedir. Sürünün başına bir çoban koyarak sürüyü idare ediyorsun. Böylelikle devleti değiştirmeye gerek kalmıyor. Sürüleri kontrol etmek için sürüleri birbiriyle yada yunanistan sürüsüyle içerideki sürüyü vuruşturarak idare edebilirsin. İnsanları bu seviyede tutmak için eğitimde aynı kendi ilişki yöntemleri gibi bir metodla eğitim verilmektedir. Eğer aydın bir kahraman bu şartlarda kazayla ortaya çıkarsa yapılacak iş bu devlette bellidir, öldürmek. Sürüler kaç tane ölüm gördüler ama akılları ellerinden alındığı için olayı birtürlü değerlendiremiyorlar. Bir süre olaya bakıyor, bakıyor ve sonra yoluna devam ediyor. Katledilen kişi aslında onun kişilik hakları için mücadele ediyordu. Kim vurduya gidiyor, çocukları yetim kalıyor. Hizmetin başına gelen de bu türden bir olay. Atıyorum uğur mumcunun öldürülmesi gibi ferdi bir olay değil de cemaat düzeyinde bir katliam. Aynı sürüler insanlar katledilirken, kulakları bir yandan devletlerinde yada siyasi liderlerinde iken, katil kenarda insanları keserken, ortalık kan içindeyken, şöyle kafayı çevirip biraz bakıyor, elinde market poşetiyle, bir süre baktıktan sonra kafayı çevirip gidiyor. İnsanların içinde rahatça katlettikleri için sadece biraz tenha bir yer seçiyorlar daha ıssız bir sokağı. Aslında bu bilinçli bir tercih. Yani halkın içinde katletmek, herşeye onları şahit etmek bilinçli bir tercih. İnsanlar manzarayı görünce dehşete kapılıyorlar ve robot gibi fetö fetö demeye başlıyorlar. Ortamlarda antifetöcü olduğunu her fırsatta göstermeye çalışıyorlar. Bu sayede aklı, vicdanı hala çaluşanlar varsa yalnızlık hissine kapılıyorlar. Yani toplumun bir kesimi ile diğer kesimi yani aklı vicdanını kullananları esir alıyorlar. Onlar belki fetö demiyor ama sessiz kalıyorlar. Sürüler bedel ödemeyeceklerini sanıyor. Rejim yeni bir yapıya kavuştu artık eskisinden daha formda. Belki bu rejim kendisine bağımlı insan tiplerini istemiyordur, belki ihtiyacı kalmamıştır. Neden rejim dikkatli davransın ki, artık bütün güç onun elinde. Bence rejim elinde market poşeti olan birçok kişinin elindeki o poşeti de alacak gibi.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin