Türkiye’de faşizmin, neo-emperyalizmin ve irredentizmin sıradanlaşması 

PROF. DR. M. EFE ÇAMAN | YORUM 

Uzun süredir doğal olarak Türkiye’de rejim değişikliğine ve onun sebep olduğu insan hakları ve demokrasi sorunlarına odaklanıyoruz. Konu hepinizin bildiği üzere son derece karmaşık ve tek neden-sonuç ilişkisiyle açıklanacak gibi değil. Rejim değişikliği konusunda net bir belirleyici çizgi çekerek belirli bir tarihi referans alıp, Türkiye’nin o tarihten öncesinde demokratik ve sonrasında anti-demokratik olduğunu tespit etmek olanaklı değil.

Türkiye, son 100 yıllık tarihinde devamlı demokratik ve anti-demokratik unsurların bir arada var olduğu bir hibrit rejim haline geldi çünkü. Tarihinin belirli dönemleri haricinde, anti-demokratik karakteristik ağır bastı ve buna tekabül eden biçimde ağır ve sistemli insan hakları ihlalleri belli grupları (Kürtler, Aleviler, gayrimüslim azınlıklar, solcular, dindarlar, Hizmet Hareketi vs.) hedef aldı.

2000-2010 yılları arasında 10 yıl boyunca giderek demokratikleşen ve insan haklarını kademeli olarak iyileştiren bir Türkiye gözlemliyoruz. Bu durum, gayet açık bir biçimde iç dinamiklerden ve iç belirleyicilerden ziyade 1999’da elde edilen AB üye adaylığı statüsünden, yani dış belirleyicilerden kaynaklandı. İçeride karşılığı olmayan, büyük ölçüde AB entegrasyonu sayesinde ekonomik ve stratejik avantajlar elde etme motivasyonuyla gerçekleştirilen bu demokratikleştirme, devlete ve topluma sirayet etmedi ve kalıcı olmadı. Dahası, sürecin sonunda Türkiye’de kurumsallaşmanın ne kadar zayıf ve kırılgan olduğunu müşahede ettik.

Bu özetlediğim problematikten sonra, başka bir ciddi soruna değinmek ve bu yazıda daha çok bu sorunun üzerinde durmak istiyorum.

Vurgulamak istediğim konu, faşizmin, neo-emperyalizmin ve irredentizmin, yukarıda özetlediğim atmosfer içerisinde çok tehlikeli boyutlara tırmanması. Sıradanlaşan, genel kabul görmeye başlayan, normalleşen bir faşizm, neo-emperyalizm ve irredentizmden bahsediyorum.

Önce izninizle bu kavramlardan ne anladığımı açıklamakla başlayayım.

Faşizm kavramından Türkiye örneğinde anladığım, otoriterlik derecesinin artması, yasalardan kopuk, keyfi yöntemler izleyen, kendi anayasasına uymayan, güçler ayrılığının yerine yürütme erkinin yargı erkini kontrolü altına aldığı bir sistemi anlıyorum. Faşizm kavramı bu anlamda bir politik sisteme atıfta bulunmaktan ziyade bir mantaliteye vurgu yapıyor.

Neo-emperyalizmden anladığım, Osmanlı İmparatorluğu’na, daha da spesifik olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun yayılma alanına ve askeri gücüne yönelik nostaljik hislerin ve tarihi karşılığı olmayan bir “Osmanlı üstünlüğü” tahayyülünün döneme damga vurması ve giderek iç ve dış siyasette diskursal ve eylemsel bağlamlarda etkileşmesi. Bu durum geçmiş dönemlerle mukayese edilemeyecek bir farkı ortaya koyuyor. Örneğin tarihsel bir değerlendirme yaptığımda, 1960’ların, 1970’lerin, 1980’lerin Türkiye’sinde bu tür bir durumun söz konusu olmadığını görmüyorum. AKP-MHP-Avrasyacı ittifakının en önemli ortak zeminlerinden birini diskursal ve eylemsel bağlamda bu neo-emperyal pozisyon oluşturuyor.

Türkiye örneğinde irredentizmden anladığım, yukarıdaki iki önemli bağlamla beraber ele alınmak üzere, Türkiye yönetiminde, istisnalar haricinde tüm medyada ve akademide, rejime muhalefet etmeyen ama rejimin muhalefeti olan partiler arasında ve geniş toplum kesimlerinde Türkiye’nin sınırları dışında olan eski topraklara yönelik ciddi yayılmacı bir temayül. Yunanistan’a ait olan Ege adaları, Kıbrıs’ın kuzeyi, Ermenistan’a yönelik diskur, Suriye’de TSK kontrolüne girmiş topraklar, Irak’ın kuzeyindeki kalıcı TSK varlığı (ve latent Musul-Kerkük emelleri), Ortadoğu’daki birçok bölgeye yaklaşımındaki sahiplenici emperyal diskur gibi örnekler yeterince açıklayıcı.

Rejim değişikliğinin getirdiği atmosfer, eskiden münferit ve eklektik olan faşizanlığı, marjinal olan neo-emperyalizmi ve istisnai olan irredentizmi sıradanlaştırdı, normelleştirdi, yaygınlaştırdı, genel geçer hale getirdi. Günlük kültüre, toplumsal algıya, müfredata – kısacası siyaset dışı alana da – adapte olan ve geniş kitlelerce benimsenen bir habis patolojiden bahsediyorum. Televizyon dizileriyle, popüler tarihçilerin zırvalarıyla, sinema filmleriyle, yazılı edebiyatın ve özellikle de köşe yazarlarının gerçeklerden kopuk ve yanlı yorumlarıyla, etkili bir propaganda çalışması yapıldı. Bu propaganda çalışması bilinçli bir politika tercihi değişiminin sonrasında, bizzat devlet eliyle gerçekleştirildi. Diğer bir ifadeyle, rastlantısal ya da spontane gelişen bir durum söz konusu değil. Bilakis, bilinçli bir tercih söz konusu.

Bu propaganda çalışmasının ideolojik temellerini İslamcı-milliyetçi-Avrasyacı siyasi aktörler ve ideolojiler belirledi. Dediğim gibi, bu gruplar arasında bahsettiğim konuda bir uzlaşı ve hemfikirlik durumu gayet açık. Belirli bir dereceye kadar bu algı-diskur değişiminin ve bunları yansıtan politikaların iç politika manevraları ve safları sıklaştırma stratejileri olduğu öne sürülebilir. Ancak benim altını çizmek istediğim şey, toplumdaki algıların ve düşünce yapısının belirgin bir dönüşüm geçirmiş olması.

Olağanlaştırılmış bu ideolojik arka plan genel kabul gördükçe, algılar buna göre şekillenecek. Nitekim günümüzde AB yönelimi konusunda 1990’lara veya 2010’lu yıllara göre çok belirgin bir farklılık söz konusu. 2010’da AB üyeliği desteğinin yüzde yetmişlerin üzerinde olduğu Türkiye’de bugün bu destek çok ciddi bir gerileme gösteriyor. Aynı şey NATO ve ABD algılarında da oldukça bariz. İnsan hakları konusu ve Kürt Sorunu gibi yaklaşımlar da alarm verici. Bununla parallel olmak üzere, dış politik konularda da benzer algılar dominant. Karabağ, Mavi Vatan, Kıbrıs, Filistin, Yunan adaları gibi konularda Osmanlı referanslı tahakkümcü ve yayılmacı yorumların karar alıcılar arasında gördüğü kabul düzeyi düşündürücü. Bundan daha endişe verici olan, medyada ve akademide de daha önce mevcut olan filtrelerin tamamen ortadan kalkmış olması.

Yukarıda belirttiğim gibi, artık yayılmacılık kesinlikle birtakım meczupların bıyık altı gülüp geçilen marjinal zırvaları değil. Daha önceki yazılarımda belirttiğim üzere, İttihatçıların 1900’lerin ilk on yılındaki fikirsel bocalamalarını andıran, kimliksel düzeyde derin santrifüj etkileri olan, tarihsel gerçeklerden ve rasyonel akıldan kopuk, risklerle dolu bir hâlet-i ruhiye, maalesef hakim yaklaşım olmuş durumda.

Erdoğan Türkiye’si, sadece siyasal sistemi ve ekonomiyi felce uğratmadı. Türkiye Cumhuriyeti’nin Lausanne’a dayalı hudutlarını faşizan, neo-emperyal ve irredentist hayal algılarıyla görecelileştirdi. “Alalım düşmandan eski yerleri” türü bir meczubi hayali, normlar seviyesinde, “olması gereken veya olabilecek olan” durumuna taşıdı. Halkı bu fikirlere alıştırdı. Kendi sınırlarından memnun olmayan, statükoyu sorgulayan, gözü genişlemede bir yaklaşım genel geçer hale geldi. Bunu eleştirenler ve ortaya çıkan tehlikeler konusunda uyarıda bulunanlar hain ilan ediliyor. Otoriterleşmiş, fren ve denge mekanizmalarının olmadığı gayri-anayasal bir tek adam rejimi ile beraber ele alındığında, risk, tehlike ve endişeler artıyor.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

5 YORUMLAR

  1. Mesela neyin risk ve tehlikesi artıyor, Türkiye’nin yıkılması veya bölünmesinin mi.
    Benim okuduğum, birazcık tanıdığım M.E.Çaman bu duruma üzülür mü. Tam tersine sevinçten yerinde duramaz, dans eder, kadeh kaldırır.
    Çünkü M.E.Çaman’ın zihniyeti; C.Kaftancıoğlu, Ş.K.Fincancı, Hdpkk, Almanya güdümlü Türkiyeli STK’lar, bunların ortalaması.
    Yapma sayın Çaman, bizi seviyormuş, Türk halkının iyiliğini düşünüyormuş numaralarını yemeyiz. Senin ve senin zihniyetindekilerin derdi Erdoğan veya Akp değil. Sizin derdiniz Türk devleti ile, Türk milleti ile.
    Ayrıca; ne olmuş Karabağ’a, Karabağ’da kim haklıydı, 30 yıldır işgalci olan kimdi, dök içindekileri.

  2. Mehmet Bey, yazınızda gayet doğru tespitlerde bulunuyorsunuz. Türkiye’nin, halen devam eden Rumeli göçmeni Sebateistlerin kontrolündeki İttihat ve Terakki zihniyetinin ki buna kısaca Ergenekon yapısı diyebiliriz, 100 yıldır bu ülkeye yaşattığı zulmü ve gelecekteki riskleri çok doğru bir şekilde göz önüne sermişsiniz.

    Elbette bu yapının kurucusu ve halen de hamisi olan MI6’in global politikalarını okumayabilirsek Türkiye’nin nereye savrulacağını rahatlıkla anlamak mümkün olur.

    Türkiye gibi sadece dış saiklerle değişebilen bir ülkede, faşizmin, neo-emperyalizmin ve irredentizm sadece halkı uyutmak için kullanılan narkozlardır.

    Zaten aşağıda yorumda bulunanlara baktığınızda, bu hastalıklı kafaların nasıl bir cehalet içinde bulunduğu hemen anlarsınız. İçmeye ayranı olmayanların atla nereye gitmek istediklerini görünce sadece gülesim geliyor.

    • Yav ne hastaliklisin sen. Ittihat Terakkiye, Ergenekona, ABD nin kurdugu Özel Harp dairesine, 1850 lerden sonra Ingiliz oyunlarina, 1950 lerden beri ABD- Bati ittifakina … IYI diyen tek insan göster. Ama Saddam var diye 2 Milyon iraklinin ölmesine, parcalanmasina, halen devam eden karisikliklara ve Irak durumuna düsmeye evet mi demek gerekiyor! Tony Blair bile dedi Kimyasal Silah yalandi. Niye bukadar meraklisin Efe Caman gibi Batinin kuyrugu olmaya, wagon olmaya, Manda olmaya. Batinin hertürlü positif seyini al hatta ilerlet o ayri.
      Anlamadinmi hala bu icerdeki hastalikli zihniyetin, Batida kendinden olmayanlara , disardakilere karsi ayni sekilde hastalikli oldugunu.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin